Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin 1720-1721 Yılı Paris Sefâretnâmesi: YOLCULUK

YOLCULUK

Cuma gecesi hava, bulut, fırtına ve yağmurla karmakarışıktı. Lapseki’yi bir saat gerilerde bırakmıştık, kaptan tam yemeğe oturduğu sırada bir de ne görelim: Kalyon ağır ağır kıyıya yanaştı ve karaya oturuverdi. Bu manzara karşısında biz Fransa yolcuları öyle perişan olduk ki, o dakikalardaki mânevi bozgunu burada anlatamam. Neyse biraz sonra çevreden yardım istemek zorunda kaldık.

«Bunca feryat edip duruyorum, fakat feryadımı duyup yardımıma gelen yok! öyle ki, bu mavi renkli gökkubbe altında sanki hiç kimse yok!»

Bu arada adamlarımızdan birkaç kişiyi kasaba kumandanını haberdar etmek için Lapseki’ye göndermiştik. Çok şükür, yakınlarımızda da bir çekeleve varmış, sesimizi duyar duymaz koşup imdadımıza geldi. Bizimkiler de üç, beş kayık bulmuşlar, onlar da imdadımıza yetiştiler, fakat boşuna zahmet ettiler, hemen hiç faydaları olmadı. Çünkü, geminin kurtarılması için zaten çalışılıyordu; biz karada dolaşırken saat sekizde gemi ansızın «küt!» «küt!» sesleri çıkarmış, arkasını yere vurarak hareket etmişti. Biz kazazedeler ise, bu gemi böyle gürültü çıkarırken sonunda parçalanacaktır, kimse de imdadımıza gelmedi, işimiz Allah’a kaldı, deyip dururken, gemiciler: «Müjde! Kalyon kurtuldu!» diye bağırmağa başladılar. Allah’a şükürler olsun, aklımızın ucundan bile geçmeyen böyle bir kurtuluş sırasında yardımımıza sanki melekler gelmişlerdi.

Kaza yerinden ayrılıp tekrar denize açıldık, ikindiden az önceleri Boğaz Hisar’ına demir attık. Üç gün orada kaldık; kurban bayramının 2. Pazartesi günü kuşluk saatlerinde tekrar yola çıktık.

Çuka adasına gelinceye kadar hava iyi gitti. Sonraki günler günbatısı esmeğe başladı ve tam oniki gün aralıksız esti durdu. Allah’ın yardımlarıyla Zilhicce’nin 25. Pazartesi günü sabah vakti Malta adasına gelip demir attık. Adada bir hafta kaldık.

1721 yılı Kasım ayının ilk günlerinde yıldız gibi bir hava esmeğe başlamıştı. Yola çıkmak istediğimizde, rüzgâr karşı yönden estiğinden, limandan çıkmamızın zorlaştığını anladık. Maltızlardan çektiri istendi, istediğimiz çektirilen verdiler, palamar takıp böylece büyük güçlüklerle de olsa gemimizi limandan çıkarmayı başardık.

Akşam yakındı, yıldız rüzgârıyla Limoza adası karşısına kadar gelebildik. Az sonra hava yıldızdan karayele, biraz sonra da günbatısına çevirdi. Bu durumda, ancak binbir güçlükle yol alabiliyorduk. Yüzellimil uzağımızdaki Pandalarya adası yakınlarına vardığımızda, dağ gibi dalgalar önümüzü kestiler ve yol vermediler. Mecburen adaya dümen kırdık. Adamın hem Kendisi küçük, hem de limanı yoktu. Demir atamayacağımız için, belki biraz rahat durabiliriz düşüncesiyle, adanın rüzgârı engelleyeceğini tahmin ettiğimiz arkasına doğru gemimizi sola çevirdik. Akşam bastırmıştı. İki, üç saat geçmeden, rüzgârın da yardımıyla dalgalar bizi adadan on beş mil kadar açığa sürüklediler. az sonra da bulutlar gemimizi rüzgâra teslim ettiler. iki kuru direkten meydana gelen yelkensiz gemi, geriye Malta’ya doğru süratle rüzgârın önüne düştü. Nihayet, doksan mil kadar uzağımızdaki, üstelik limanı da olan Lânbdoz adındaki küçük adaya doğru yol almağa başladık. Pazar günü akşama yakın saatlerde adaya varıp demir attık .

Takvimler Muharrem ayının 9’unu gösteriyordu. Bu hesaba göre, Malta’dan hareketimizden bu yana geçen altı gün içinde seksen mile yakın bir mesafe almışız.

Demir attığımız adanın çevresinde yirmi dört mil kadar dar bir bölge taş harabeleriyle kaplıydı. Önceleri, eski çağlara rastlayan günlerde böyle, şimdiki gibi harabe değilmiş. Merhum Kılıç Ali Paşa’nın, kaleyi yıkıp harab ettiğini söylüyorlar. Adada şu sıralarda, üç adamıyla birlikte bir keşiş oturmaktadır. Bunlar, böyle bizim gibi adaya uğrayanlardan aldıkları, üç, beş kuruş sadakayla geçiniyorlardı. Adada, keşişin yaptığı birkaç sarnıçtan başka, içme suyu sağlanabilecek başka bir yer de yokmuş. Adadaki liman da oldukça küçük olup, buraya ancak iki üç gemi sığabilmekteydi.

Yüce Allah’ın yardımlarıyla, ayın 13. Perşembe günü öğleye doğru gündoğusu eşliğinde, kendimizi Allah’a teslim ederek, tekrar gitmemiz istenen ülkeye doğru yola koyulduk.

Kuzey Afrika kıyılarında Kalbiya ve sivri bir burun önünden üç mile yakın bir bölgeyi dürbünle seyrederek geçtik. Kıyıya on beş mil kadar yaklaşmıştık. Sampatro adalarını dolaşıp enginlere açıldık. Allah’ın yüce yardımları ve eşliği sayesinde, ayın 20. Cuma günü sabahın erken saatlerinde Tulon şehrine geldik. Nazarto limanında demirleyip, on bir adet selâm topu attık. Çevredeki kalelerden ve limanda bulunan burçlardan atılan üç yüz adet topla hem bizi karşıladılar, hem de ortalığı şenlendirdiler. Top atışı bitince, bölgenin liman idarecisi tarafından, sandal içinde bir kaptan geldi. Kalyonumuza yakın bir yerde durup selâm vererek hal ve hatırımızı sordu: «Hoş geldiniz, safa geldiniz! Günlerden beri uğurlu gelişinizi bekliyorduk.» diyerek, memnuniyetlerini belirtti.

Henüz ayak bastığımız bu şehirde veba hastalığı salgın halinde olduğundan, halk, dışardan gelenlere uzun süre yanaşmayıp, onlarla herhangi bir münasebette bulunmaksızın konuşup sohbet ediyorlarmış. Bizim buraya ayak bastığımız sırada Allah’ın emriyle Marsilya’da da büyük bir veba salgını çıkmış ve aşağı yukarı 80 bin kişi ölüp gitmiş.

Salgın Provanca şehrine de yayılmış. Tulon da buraya bağlı olduğundan, halk, hastalığın kendilerine de bulaşacağı korkusuyla, yabancılara otuz kırk gün geçmeden yanaşmıyordu.

Bu ayrı durma günlerine «Nazarto» ve «Karantina» diyorlar. Bu yüzden, bizi karşılamaya gelenlerin hiç biri kalyona çıkmadı, karşıdan karşıya konuşmakla yetinip, özür dilediler. Akşama yakın saatlerde meyve, şekerleme ve sebze cinsinden bir sürü yiyecek getirip kalyonumuza bıraktılar.

Ertesi cumartesi günü, donanmalarının ve halkının idaresine bakmakla görevli şehrin valisi bir sandal içinde kalyonumuza yanaşıp usulen karşılama törenini yerine getirdi. Alınan tedbirler yüzünden yanımıza gelemediği için özür dileyerek kusura bakılmamasını, ayrıca Cuma günü fırtınadan karşılamaya gelemediğinden de affını rica etti. «Şehir dışında Kral’ımızın bahçesi sizler için döşenip hazırlanmıştır.» diyerek, bizi bahçeye davet edip sevinç içinde yanımızdan ayrıldı. Meğer daha önceden, bizim karşılanmamızda gerekli olacak bütün işler için bu adam görevlendirilmiş. Hatta bizim geleceğimizin haberi buraya Paris’ten bir ay önce gelip, karşılama töreninde gereken dikkat ve titizlik gösterilsin diye özel bir emir bile verilmiş.

Bizimle ilgilenecek adam gittikten sonra, kendisinin binip geldiği yaldızlı sandalı tekrar bizim için geri gönderdi. Gelen sandalı özel âletlerle bizim kalyona bağladılar. «Bundan sonra biz size karışmayız, gemicileriniz sandala binip gideceğiniz yere sizi götürsünler.» dediler. Kalyon santralıyla daha önce de eşyalarımızın bir kısmını ve çuhadarlarımızı göndermiştik. Ev sahiplerimiz iki tane de at hazırlayıp çuhadarımıza teslim etmişler, biz gittiğimizde eyerleyip hazırladılar, ikindi sıraları biz de sandala binip şehre doğru yola çıktık, iskeleye geldiğimizde, Kaptanbaşı’ları diğer kaptanlarıyla birlikte yanyana durmuşlar bizi karşıladılar ve ilgi gösterdiler. Atlardan birine oğlum, diğerine ben binerek, çukadarlarımızla bahçeye doğru yürüdük. İki tarafımızda askerler silâhlarıyla selâma durmuşlar, ağır ağır mehterhaneler çalınıp, kendi millî sazlarıyla sağ ve solumuzda birkaç bin kişi bizimle birlikte yürüyerek bahçeye girdik. Yine toplar atıldı, ortalık şenlendi. Saraya girdiğimizde merdiven başında duran vali aşırı bir dostlukla, fakat yanımıza yanaşmadan, bizi karşıladı. Biz ineceğimiz yere indik, o da evinin yolunu tuttu.

YİRMİSEKİZ ÇELEBİ MEHMED EFENDİ
PARİS SEFARETNAMESİ
Tercüman
Hazırlayan: Abdullah Uçman

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir