Yunanlıların Başka Uygarlıklara Olan Kültürel Borçları
Ticaretle uğraşan, bu çerçeve içinde Akdeniz’i bir baştan diğerine kat
eden Yunanlıların meydana getirmiş oldukları pek çok şeyde, kültürel açıdan
gerçekleştirmiş oldukları hemen bütün başarılarda, ana unsurları başka
kültürlerden aldıklarını kabul etmek doğru olur. Gerçekten de onlar
Fenikelilerden alfabenin yanı sıra, belli bir teknolojik birikim ve bazı dini
düşünceler almışlardı. Mısır’dan, başkaca şeyler yanında, Yunan mimarisinin
ana unsurlarını ve geometriyi getirmişlerdi. Babil’den ise astronomi ve
matematik öğrendiler, birtakım dini düşünceler aldılar. Yunan hiçbir şekilde
bir mucize değildi; o, tarihin vücut verdiği hoş bir tesadüf ve komşularla daha
önceki kültürlerden alınan değerli derslerin bir ürünüydü.
Yunanlıların bu kültürlenme sürecinin bir parçası olarak, Mısır tanrısı
Osiris, Yunan’da bir Tanrı ya da yarı-tanrı diye bilinen Dionyssos olup
çıkmıştı. Nitekim MÖ 6. yüzyılda Dionyssos’un oldukça kuvvetli gizler kültü
Yunanistan’ın neredeyse tamamına yayılmıştı. Söz konusu Orpheusçu gizlere
göre, dünyayı Titanlar yönetmekteydi. Bu Titanlar, tanrıların kralı ve
Dionyssos’un babası olan Zeus’u doğuran Gaia’dan, yani yerden çıkmışlardı.
Dionyssos Titanlarca öldürüldükten sonra, Zeus da bunun karşılığında
Titanları öldürdü. İnsanlar, Yunan mitolojisine göre, işte onların küllerinden
doğdular. Başka bir deyişle, insan doğası kısmen doğal, kısmen de ilahi bir
yapıdaydı. Yunanlılar bunu, başkaca şeyler yanında, insan varlıklarının ebedi
bir hayata sahip oldukları anlamına gelecek şekilde yorumladılar. Bu, hayatın
kısa, kaba ve ilkel olduğu bir dünyada, kesinlikle çok olumlu karşılanan bir
düşünce oldu.
Yunan felsefesi, işte bu koşullarda mitoloji, mistisizm, matematik ve
dünyada bir şeylerin iyi gitmediği algısının böyle bir birleşiminden doğmuştu.
İlk Yunanlı filozoflar kendilerini birçok yönden zorlu koşullar altında buldular.
Kültürlerinin oldukça zengin ve yaratıcı bir kültür haline gelmekte olduğunun
fakat bir yandan da kıskanç ve kendileriyle rekabet halindeki kültürler
tarafından kuşatıldığının farkındaydılar. Böyle büyük ve önemli kültürlerin
aniden istila edilmeleri ve bilinen dünyadan tamamen silinmeleri, pek de
alışılmadık bir şey değildi. Savaşın yok edemediğini, doğanın tahrip ettiği de
oluyordu. Vebanın kentleri adeta sessiz ordular gibi silip süpürdüğü çok
olmuştu. Öngörülemeyen, öngörülemediği için çoğunlukla trajik bir yapı
kazanan hayatın, her şeye rağmen çok değerli olduğu kavranmıştı.
İnsanın üzerinde hemen hiçbir kontrolünün olmadığı bir dünyada, kader
kavramı doğallıkla çok önemli bir rol oynamıştır. Fakat Homeros’un
zamanında Yunanlıların kaderi tanrılarla tanrıçaların keyfi kararlarına
bağladıkları yerde, 6. yüzyılın filozofları şeylerin gerisindeki kalıcı bir düzene,
onları anlaşılır hale getirecek istikrarlı bir temele yöneldiler. Tanrıların
kaprisleri ve keyfi kararları yerine, birtakım ilkelerin olması gerekiyordu.
Kaderin görünüşteki kesinsizliklerini bertaraf edecek bir logosa, görünüşlerin
gerisindeki bir akla, şeylerin düzeninden sorumlu olacak bir mantığa ihtiyaç
vardı.
İlk Yunanlı filozoflar, Anadolu’nun Batı kıyılarında bulunan Miletoslu
filozoflar, işte bu ihtiyaca yanıt vermeye çalıştılar. Miletos, Atina tarafından
kurulan fakat sonradan Lidyalılar ve en nihayetinde de Persliler tarafından
fethedilen büyük bir Yunan kentiydi. Yunanlıların kozmosun birliği,
matematiğin güzelliğiyle ilgili düşüncelere ve daha birtakım dini fikirlere
ulaşmalarını, bu sıralarda ve esas itibariyle Miletos’ta büyük ölçüde Pers
kültürü sağladı. Onların Persliler sayesinde keşfettikleri kültürel unsurların
başında Zerdüştçülüğün tektanrıcılık, ruhun ölümsüzlüğü ve iyi-kötü ikiliği
gibi ana öğretileri gelmekteydi. İlk Yunanlı filozoflar birlikli bir kozmos
kuramının önemiyle ideal bilgi türü olarak matematiğe büyük bir vurgu
yaptılar. Bu arada dünyanın sıcak ve soğuk, kuru ve ıslak gibi rakip öğe ve
özellikler arasındaki düzenli karşıtlıklardan meydana geldiği düşüncesi
benzeri bazı temel ve açıklayıcı kuramlara yöneldiler. Nihai gerçeklik, onlara
göre ancak birtakım temel ilkeler yoluyla kavranabilirdi; insanın kaderi, işte
bu ilkeler sayesinde anlaşılır hale getirilip, hayatı bu terimlerle
değerlendirilebilirdi.
İşte bu 6. yüzyıl filozofları tarafından gerçekleştirilen dramatik
dönüşüm, geriye dönüp bakıldığında gerçekte olduğundan daha radikal ve
ani bir dönüşüm gibi görünür. Ama unutulmamalıdır ki diğer beşeri
faaliyetler gibi, felsefe de hiçbir zaman yoktan varlığa gelmez; filozoflar da
ormanda toprağın bağrından çıkmış, başka her şeyden ve herkesten tecrit
olmuş kimseler değildirler. Yunan kültürü varlığını duyurmaya başladığı
sıralarda, Doğu Akdeniz kültürlerine ek olarak Çin ve Hint kültürleri de
yeşermiş oldukları topraklarda yaşanan bütün çalkantılara rağmen,
hayatiyetlerini sürdüren kültürlerdi. Bütün bu kültürler, bununla birlikte, bir
yandan da sıkı bir değişme süreci içine girmişlerdi; ciddiye alınması gereken
yeni felsefi düşünceleri yaratan da işte gelenekle değişmenin beslediği bu
verimli toprak oldu. Hinduizm binlerce yıldan beri varolan bir gelenek
oluşturuyordu; o, sadece heyecan verici öykülerle bir halk bilgeliğinden
meydana gelmemekteydi. Onda, bilgelerin dünyadaki şeylerin var olma
tarzıyla ilgili derin kavrayışları ve spekülasyonları da yer almaktaydı.
Hinduların Vedalar’ı 1400’lü yıllara kadar geri gitmekteydi; Vedalar’ı takip
eden ve onlar üzerine şerhlerden meydana gelen Upanişadlar da tarih olarak
800’lü yıllara kadar geri gidiyordu. Buda bu iki kaynakta yer alan kimi
düşünceleri sorgulamaya başladığı zaman, demek ki Hindistan’da sadece
mistisizm yanında varlığı belli belirsiz hissedilen rasyonel bir eğilim değil
fakat özgür düşüncenin eseri olduğu besbelli olan güçlü argümanlar
bulunmaktaydı. Ve bu argümanlarla mistik düşüncelerin Batı Anadolu
kıyılarındaki limanlarla Atina’nın iyi korunan güçlü kapılarından Yunan
dünyasına girmiş olmaları çok muhtemeldir.
Öte yandan, 6. yüzyılla birlikte Yunan mitolojisi epeyce yorgun düşmüş ve
problematik hale gelmişti. Tanrı ve tanrıçalarla kurbanlarının öyküleri pek de
ciddiye alınmamaya başlamıştı. Hakikat düşüncesi, işte böyle bir ortamda,
dünyevi olanla fantastik olan arasından çıktı. Çok sayıda Tanrının varlığına
rağmen, Ksenophanes marifetiyle tektanrıcılığa yönelen Yunanlılar, burada
Yahudi düşüncesinden etkilenmişlerdi. Onlar Yahudi, Çin, Hint ve Pers
düşüncesi yanında, Akdeniz’in güneyindeki uygarlıklardan da kompleks
astronomi sistemleri, ileri matematikleri, ruhun doğası üzerine takıntılı
düşünceleri olan kültürlerden de etkilenmişti. Bundan dolayıdır ki
Yunan’daki sözde mucize, çok önemli ve kayda değer bir başlangıçtan ziyade,
başlangıcını hiç, ortalarını da pek fazla bilmediğimiz bir öykünün doruk
noktasını oluşturur. Bu eski öykünün Yunan’daki kısmının başkahramanı veya
ana figürü de Sokrates’tir.
Sokrates, hiçbir şekilde ilk filozof değildi. Ondan önce, yaklaşık 150 yıllık
bir süreç boyunca, başka filozoflar da olmuştu. Başka pek çok filozof,
Sokrates’ten hem önce hem de sonra, onun kadar güçlü ve sağlam bir
biçimde akıl yürüttü; aynen onun gibi, sonuçlarına hiç bakmadan, argümanın
kendisini götürdüğü yere kadar gitti. Onu özel olarak Yunan, genel olarak da
Batı felsefesinin en önemli kahramanı haline getiren iki şey vardır. Bunlardan
birincisi, Sokrates’in felsefenin nasıl ve ne için olması gerektiğiyle ilgili
standartları koymuş olmasıdır. Ve bu standartlar, kesinlikle oldukça yüksek
standartlardır.
Ahmet Cevizci,
Felsefe Tarihi
Say Yayınları