Henüz 14’ündeydi… Adı Kader; törenin hüküm sürdüğü, töre adına boyuna kana bulanan bu topraklardaki kadersiz kız çocuklarından biri. Siirt Pervari’de 12 yaşında evlenmiş, 13’ünde anne olmuş, 14’ünde ölü doğum yapmış bir ‘çocuk gelin’di. Gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinde, odasında tüfekle vurulmuş olarak bulunduğu yazıyordu. Artık sıradan haberlerdi bunlar!
Töre adına, namus adına ağabeyleri, kocaları, babaları tarafından infaz ediliyor bu topraklarda kadınlar. Geçmişten bu yana, hemen her gün… Ve gazetelerin üçüncü sayfasında kendine yer bulan bu töre kurbanlarının isimleri hiç akıldan çıkmıyor, çıkarmamak gerekiyor. Erkeklerle gezdiği için babası tarafından baltayla öldürülen Dilber Kına geliyor aklıma örneğin. Evlilik dışı ilişkiye girdiği gerekçesiyle taşlanarak öldürülen Şemse Allak sonra; boğazım düğümleniyor. Ve Güldünya Tören: Akrabası tarafından tecavüze uğrayıp hamile kaldığı için ağabeyi tarafından sokak ortasında vurulan… Vurulmuş ancak ölmemişti Güldünya. Ama ölmeliydi elbet; hastaneye gelen kardeşi, törenin gereğini hemen yerine getirmişti! Daha nice kadının adı ve acı hikâyesi diriliyor belleğimde. Göz pınarlarıma yaş yürüyor, ayaz vuruyor dört bir yanı. Bilmediğim bir dilde, sessiz ağıtlar yükseliyor içimde. Hadi gel de gül şimdi dünya!..
12 Ocak’ta kadına biçilmiş bir kader olan törenin son kurbanı Kader ile ilgili haberi okuduk gazetelerde. Ve aynı günlerde Adnan Gerger’in “Yüzsüz Hayat” adlı son romanı vardı elimde. Gerger’in romanında da kana doymayan töre gerçeği tüm acımasızlığıyla karşımda duruyordu. Gerger, Yüzsüz Hayat’ta, her şeyi göze alıp, canı pahasına aşkın ardına düşen Nâre üzerinden töre gerçeğini bir kez daha vurguluyor, “unutuşun kolay ülkesinde” bu gerçekle bir kez daha yüzleşmemizi sağlıyordu.
35 yıllık gazeteci Adnan Gerger, günümüzün yaygın edebiyat anlayışlarından birinin gazete haberlerinden yola çıkarak ürünler vermek olduğunu belirttiği bir söyleşisinde şunları söylemişti: “Bir de bunların edebi eserler olduğunu söylüyorlar. Ben bu kişileri kesinlikle küçümsemiyorum ama bunu yapanlar, genellikle bu işin dışında olan kişiler. Benim durumum farklı. Ben bu işlerin içinde olan biriyim. Yani bir haberi yazmadan, o haberin önceki halini de, habere konu olan olayı ve o olayın sonraki gelişimini de biliyorum. Şöyle demek daha doğru bekli de; ben yaşamları kurgulamıyorum, kurgulanmış bir yaşamı yazıyorum. Birazcık duyarlı olduğuma inanıyorsam, aydın olmanın sorumluluğunun farkındaysam ve yurtseverlik adına bir şey yapmam gerekiyorsa, bunları yazmak da benim boynumun borcu diye düşünüyorum. Demem o ki gazeteciler sadece haber yazıp, orada kalmasın. Bu ülkede sözcüklerin bitmediğini kanıtlamaya çalışıyorum ben eserlerimde. (…) Biz aydınlara bu ülkede gerçekte neler olup bittiğini anlatmak düşer. Bu ülkedeki aşkları, siyaseti, ötekileri…” 2010 yılında yayımlanan ve Yunus Nadi Roman Ödülü’nü kazanan ilk romanı “Faili Meçhul Öfke” üzerine yapılan bir söyleşide bu cümleleri sarf etmişti Gerger. Bu cümleler, Yüzsüz Hayat için de geçerlidir diye düşünüyorum. Gerger, bir gazeteci ve aydın duyarlılığıyla, bu ülkede neler olup bittiğini anlamaya, anlatmaya ve bir bellek oluşturmaya, töre gerçeğini, kadın cinayetlerini unutturmamaya çalışıyor. Bu hayatı yüzsüzce yaşayanları sorguluyor. Sözcüklerin bitmediğini bir kez daha ispat ediyor. Ve tüm bunları masalsı, yalın, arı duru bir dille yapıyor. Adnan Gerger, son kitabında feodal bir yapı içerisinde ilkel, köhne, bağnaz düşüncelerin, geleneklerin, yüzsüzlüğün hüküm sürdüğü bir toplumda töreye başkaldıran, sonuna kadar aşkın, sevdanın ardında duran Nâre’nin hikâyesini anlatıyor. Nâre’ye tuttuğu ayna üzerinden töre gerçeğinin yanı sıra Suriye, Kürt meselesi, barış görüşmeleri, Rojava, kaçakçılık, Gezi direnişi, yolsuzluk gibi son dönem Türkiye gerçeklerini de yansıtıyor. Romanın kurgusunun odağına yerleştirdiği bu gerçekleri, edebiyatın penceresinden tarihe not düşüyor Gerger.
Âşık olmanın, sevdaya düşmenin ayıp, yasak, günah olduğu bir toplumda yaşayan Nâre, er geç bunun bedelini ödeneceğini bilerek aşka sahip çıkıyor ve “biz öğrenmiştik aşkın ne olduğunu” diyor: “Aşk ne kadar verirsen o kadar almaktır. Aşk, ne kadar kendini kendinden azaltırsan o kadar çoğalmaktır. Aşk, en yalnızlığında, en korunmasızlığında suçlanan bir alfabede her harfi umuda çevirmektir. Aşk, yaşamda var olmanın doğru orantısıdır. Aşk, bir insanın ömrüne sunduğu tüm sanatların en güzel toplamıdır”. Ve aşka yasak koyan töreye direndi Nare; önce yüzünden sonra canından olmak pahasına direndi, isyan bayrağını hiç indirmedi. “Senin, benim, hepimizin hayatlarının çalınması, törenin bir heykeltıraş gibi keserle insanlığımızı yontması kime ne yarar sağladı, baba?” diye haykırdı. Hep sordu, sorguladı kendisiyle yüzleşmeyi başaran Nâre: “Yaşamın hangi sayfasında yer aldığımızı hiç sorguladın mı, baba? Yaşam bize neden en zor okunan sayfalarını ayırır? O satır aralarında bize biçilen sözcükler, neden bu kadar katı, acımasız? Geleneklere mi sığar, yoksa maskelere mi ağar, bu töreye dair sözcükler… Aç kurtlar gibi neden kanla çentik atar, hayatımıza? Bu, bizi kuşatan değerler, devenin hörgücü gibi sırtımıza yapışıp inancımızı oluşturan yüklemler mi olmalıydı, ille? Mademki kadim yaşanmışlığın her boyutuna inanmak gerekiyor, mademki bu toprak seni çekiyor, tek inandığımız bu olmamalıydı… Bir kere olsun aşka, sevdaya inanmaktan başka elimizden bir şey gelmeseydi. Bunca yaşanmışlığı insanın insana devrettiği, hatırlattığı kendimizi anlamak olmalıydı, bir kere olsun kendimizle yüzleşmek. Bak, ben yüzleştim, baba?”
Adnan Gerger, yeni romanı Yüzsüz Hayat’ta da yaşamları kurgulamıyor, kurgulanmış bir yaşamı anlatıyor, içinde yaşadığımız toplumun gerçeklerini resmediyor, boynunun borcunu yerine getiriyor. Nâre aracılığıyla, şu yüzsüz hayatta devinip duran biz insanları kendimizi sorgulamaya davet ediyor.
Yüzsüz Hayat, Adnan Gerger, 179 s., Evrensel Basım Yayın, 2013
Not: Bu yazı, Remzi Kitap Gazetesi’nin Şubat 2014 sayısında yayımlanmıştır.