Yol Boyu Gölgesiz ve Selami Karabulut – Ayşe Kaygusuz

Yol Boyu GölgesizSelami Karabulut, “yol boyu gölgesiz” romanına, Rilke’den, (Duıno Ağıtları)’dan alıntıyla yaptığı girişi okuduğunuzda kitabın tamamında ne anlatılmak istediğini ya da kurgusunu az çok kestirebiliyorsunuz.
Hemen arkasından romana girişte, “Zamansız yağan yağmurlar…” sözcüğü, insan hayatındaki zamansızlıkları açığa çıkartıyor bir çırpıda. Hayatımıza erken girenler-erken gidenler; geç gelenler-erken gidenler, yani bir zamansızlık kavramı ve bu zamansızlığın insana yaşattığı duygu yoğunluğu.

Yazmaya meyletmiş, emek verenlerin metne girerken-başlarken, sözcük seçiminde ne değin zorlandıklarını düşündüğümüzde, “yol boyu gölgesiz” iyi bir girişle başlamış, ilk sayfadaki Rilke’nin dizeleriyle de bütünleşmiş. İnsanın zamanı nasıl kullandığı-kullandığımızın vurgusunu yapmış diyebilirim. Zaman!

Selami Karabulut’un kahramanı da, içinde bulunduğu zaman diliminden, boğazına düğümlü bir ‘an’dan yola çıkarak dolanmış yaşadığı kentin sokaklarını. Kafasında anlamlandıramadığı bir soru işaretiyle, dipsiz bir kuyuya seslendiğini bildiği halde yine de, ‘belki’ diye düşünüp, küçücük bir umudu barındırmış içinde. Umut ki, insanın yegâne yaşam gücü.

İkinci bölümde yine zaman kavramı çıkıyor karşımıza. Kahramanımız bu kez de, “…koca bir kente sığmadığımı düşünüyorum da…” diyerek uzanıyor çocukluğuna. Anne, baba ve kardeşlerin yanında bir de dede, babaanne, amca, yenge ve amca çocuklarının aynı evde yaşadıkları, kalabalık-büyük ailelerdeki yaşam düzenini anlatıyor bize. Köyü, yoksulluğu, inancı, büyüğe olan saygıyı, misafire olan hürmeti ve her şeyden önemlisi kadını ve kadının aile içindeki yerini, o zamanın bakışıyla anlatmış.

“Hiç unutmam, bir gece köyü denetlemeye gelen jandarmalar bize konuk olmuştu. Geç saatlere kadar kurulu sofraya şişe şişe rakılar taşınıp durdu. Defalarca tavuk kesmek için ahıra giden babama eşlik ettim. O gece daha birkaç aylık olan kardeşim çok hastaydı. Annem mutfakta sürekli bir şeyler hazırlamakla meşgulken sık sık gidip beşikteki bebeğe bakıyordu…”

“Gece boyu evde yemekler pişmesine rağmen herkes açtı. Sofra kurulduğunda bizim odadan annemin çığlıkları duyuldu. Herkes oraya koşunca kardeşimin ölmüş olduğu anlaşıldı. Babaannem, annemi suçlayan bir ses tonuyla, “Babasının ağzına sıçtığım. Bir çocuğa bakamadı işte” diye söylenip duruyordu. Bunu duyan annem de karşılık verince kavga etmeye başladılar. Bir kenarda suskun suskun oturan babam hışımla kalkarak annemi dövmeye başladı. Bu kargaşada ölmüş çocuğun beşiği kendi halinde usul usul sallanıyordu. Bütün kuvvetimle bağırarak ağlamaya başladım.” S.9-10
Amcası köy muhtarı olan kahramanımız, Anadolu’da bir köyde, tipik bir aile yaşamını ince ayrıntılarıyla koyuyor önümüze. Bunu yaparken hiç zorlanmıyor, ne kendini ne de okuyucuyu yoruyor, olduğu gibi aktarıyor. Aynı dil akışını kent yaşamını, ‘şimdi’yi anlatırken de yapıyor. Zorlanmadan, ille de edebiyat yapacağım diye dolambaçla sözcükler kurmadan; kısa ve yalın bir dil kullanarak anlatıyor söylemek istediklerini.

“yol boyu gölgesiz” romanın en önemli kurgusu ise aşk. İnsan doğasına en çok yakışan ve duyguların en güzeli; ya da kimi yazar ve şairin deyimiyle insan duygusunun “en yücesi”. Yaşamı çoğaltan, insana coşkunluk sağlayan, korkuya meydan okuyan ve imkânsızın karşısında insanı olabildiğince güçlü kılan bir duygu. Aşk!Buna birde kadın erkek açısından bakarsak; insanın kendini karşısındakinde görebilme isteği diyebiliriz.

Romanın kahramanının çocukluk aşkı, “çarpık dişli al yanaklı kız”dır. Fırından, başında seleyle ekmek taşırken, köy pınarından helkileriyle su götürürken önüne çıktığı- yolunu beklediği, fakat sevgisini bir türlü söyleyemediği kızdır. Öyle ki, köyün yukarısında dağın dibinde bulunan dilek ağacına, gece olmasına ve korkmasına karşın, dizleri titreyerek “çaput” bağlamaya gittiği kızdır, “çarpık dişli al yanaklı kız”…

Aradan uzun yıllar geçer ve yine bir zaman-zamansızlık kavramı baskın gelir. Ne duvarlar arasına hapis olan ne de zincire vurulabilen duygu aşk! Zamansız çıkıverir kahramanın karşısına. Bir süre sonra, “Henüz tanımaya bile fırsat bulamadan hayatımı avuçlarına sunduğum kimdi?” diye sorgularken bulur kendini. Zamansız gelip geçen bir rüzgâra kapıldığını bir dostunun, “Kendini gör biraz da. Yaşın geçiyor. Bu dünyada tek gerçek olan, insanın kendisidir…” S.122 sözleriyle toparlamaya çalışır ve yeniden zamanın farkına varır.

“…ilk gün beni nasıl karşıladıysa şimdi öyle uğurlayan balkondaki hasar, sanki yaşamımda hep erteleyip durduklarımın bir simgesi gibiydi.
Ne kadar önemsediğim şey varsa onlara en az ilgiyi göstermiştim…” sözleriyle yaptığı iç konuşmasında erteledikleri-ertelenmiş zaman düşer aklına…

En doğal insani bir duygu olan ağlamak için, “Erkek adam ağlamaz”, gibi sözlerin yaygın olduğu ve erkeği katı bir kuralla şartlandıran toplumsal bir kültüre karşın, kahramanımız ağlamayı becerir.
Duygu ve mantık arası bıçak sırtı zamanlar yaşar. “…son kez görüşmeye karar vererek. Sayısız kez buluşup defalarca vedalaştık. Son kez çay içtik…” “Yaşadığımız her şey son kezdi. Zamanla bir ritüle dönüşen bu sonlar artık bir kaderin oyunu gibiydi bizim için.”

Gitmeler-gitme isteği çoğaldıkça kişiyi içine çeken gizil güç, gidememek. Kesin ayrılığın olacağını bilmekten midir, biraz daha biraz daha paylaşım isteği, yoksa ‘an’ı değerli kılabilmek midir bilinmez ama insan kendi içindeki çatışkının etrafını dönüp durmasıdır. Ya da, insan kendisiyle olan çatışkının bezdirici acısını voltalar…
Yıllar sonra köyüne döndüğünde sokaklarını dolaşır, bazı evlerin önünde durur; içerden, ‘hoş geldin, ne zaman geldin? Nasılsın?’ diye sesleneceklermiş gibi bekler. Oysa evin, kapısı penceresi kırıktır. Yıkık duvar diplerinden otlar bitmiştir. Bekler orda öylece. Görmek istediği insanları, duymak istediklerini bekler. Beklediği önemsenmek, adam yerine konmak, değer verildiğini görme isteğidir. Aslında, aradığı kayıp çocukluğudur! Çocukluğunun izinde dolanır. Mezarlığa gider. Farkında olmadan özlediği insanlara götürür ayakları onu…
“Çocukluğumun ve ilk gençlik yıllarımın kahramanı o insanların birçoğu ölmüş, birçoğu da artık iyice yaşlanmış.” S. 179

Baba ve türküyü birbirine benzeştirir. Baba da türkü de çok değerlidir onun için. İkisine de tutkundur. Hayatta vazgeçemediği, ibadet gibi gördüğü iki tutku…

Köyünden ilk defa ayrıldığı ve adına gurbet dediği Turhal’a lise öğrenimi için gitmiştir. Sivas Samsun demiryolu hattının tam ortasında bulunan Turhal, Ceyhun Atuf Kansu’nun da, şeker fabrikasında on bir yıl hekimlik görevi yaptığı; kalesi, Kesikbaş camisi, Yeşilırmak köprüsü ve İskele tepesiyle güzel bir ilçedir. Köyüne geliş gidişlerde gece postasıyla yola çıkar.

İstasyondan geri eve doğru taşımak olmasın diye, köyde annesinin yıkadığı çamaşırlarını ve haftalık yiyeceğini trenin penceresinden attığı yer oturduğu mahalledeki bahçelerin ayakucudur. Hayatı boyunca unutamayacağı paylaşımlar-anılar biriktiren kahramanımız, romanını da itaf ettiği Necati Hisar ile yaşadığı ahşap, duvarlarının ara ara sıvası dökülmüş, rutubetli ve penceresinin önünden tahta basamaklarla üst kata çıkılan ev, ve kapısının önünde kocaman bir dut ağacının bulunduğu sokak; özenle seçilip kurgulanmıştır.

Yer yer kurgu olan, yer yer de gerçeklerin anlatıldığı “yol boyu gölgesiz” roman, her an herkesin yaşayabileceği- hayatın içinde var olan yaşamlardır. Birçok konuya değinen romanın içeriği, kaybolan geleneklerimizi-kültürümüzü de hatırlatmış. Örneğin; askere giden gençleri ve evlenecek-düğünü olacak kızları komşular eve yemeğe çağırır, evden çıkarken de eline para sıkıştırılır-verilirdi. Bu komşuluk göreviydi. Bir komşunun akrabası uzaklardan ziyaretine geldiyse komşular o eve ‘hoşgeldin’ e giderdi. Bağ bozumunda ya da tarhana kaynatırken mutlaka önce sıcak sıcak komşularına dağıtılırdı.

“… Askere gitmeden önce üç günlüğüne köye gittim. İş zamanı olduğundan, herkes tarlada çalışıyordu. Ama yine de askere gidenleri davet edip onları ağırlamak için köylüler birbirleriyle yarışıyordu. Bu bir gelenekmiş.” S. 189
Kahramanımız köyden geldiği büyük şehirde, yalnızlık hissi ve geçim meşakkatini çokça yaşar. Üniversite okuyan gençlere ve üniversiteden atılan gençlerin sorunlarına dokunur, okuyucuya sezdirmeden. Fikret adını verdiği bir gençle dönüşümlü olarak aldıkları gazete, yaşadıkları dünyadan haberdar olma isteğini belirtir. İş ve işveren ilişkisini, çalışma koşullarını, iş kazalarını, yaşam kaygısını ise Siteleri örnek vererek anlatır.
Yaşadığı büyükşehrin, sokaklarında, caddelerinde gaz ve dumanın içinde bulur kendini.

“İnsanların sabrı, suyun önüne çekilmiş bende benzer. Bent bir noktadan sonra dayanamayıp yıkılırsa tuttuğu su, önüne gelen her şeyi sürükleyip götürür. İşte şimdi biz de öyleyiz. Sabrımızın sınırı aşıldı” dedi.
Kaldırıma oturmuş yüzünü yıkayan gençse, “Her yer AVM oldu. Kapitalizm insanları sömürmek için her yolu deniyor…” derken bir kadın,
“Bacaklarımın arasına sayaç koyacaklar yakında. Onlara ne kaç çocuk yapacağımdan” diye bağırdı.” Düzensiz giden düzene, hükümetin politikalarına ve uygulamalarına karşı hayır diyenlerin-isyan edenlerin de varlığını duyumsatır. Kısacası, “yol boyu gölgesiz” de herkes kendinden bir şeyler bulacak ve okurken nasıl akıp gittiğini bilmediğiniz sayfalar arasındaki sürükleyici yolculuğunuz, sayfayı kapattığınız da durup düşündürecek, sizi alıp bir yerlere götürecektir…

İz ve Kaçak, Kendine Kırgın, Yarım Kalan, Başka Tufan, Kar Ateşi gibi şiir kitaplarının yanı sıra bir de, Şiir Aşk Ve Ötesi, söyleşi kitabı bulunan Selami Karabulut’ un, “yol boyu gölgesiz” ilk romanı olmasına karşın oldukça başarılı.

Selami Karabulut/ Yol Boyu Gölgesiz / Sayfa 225/ Hel Yayınları 2014

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir