Aleksandr Puşkin. 1799’da, sevgisiz bir ailede dünyaya gelmiş Puşkin. Aristokrasiye abartılı bir düşkünlüğü olan ebeveyni, bu kara tombul oğlanı kendilerine pek yakıştıramamış. Üstüne bir de, sessiz ve hantalmış bu oğlancık. Dışarıya nasıl göründüğü her şeyden önemli olan annesinin sinirine dokunan bir evlatmış. Bu gülmez, konuşmaz, sakar ve uyuşuk çocuğun annesinin hayalindeki ise, atak, canlı, cıvıl cıvıl bir oğulmuş. O kadar ki, annesi, “kötü beyazlatılmış zenci çocuğa” benzeyen oğluna tiksinti beslermiş. Babası da anne gibi aristokrasiye yaraşacak bir evlat sahibi olmak istermiş ama çocuğun sorumluluğunu almak istemezmiş. O her zaman meşgul bir babaymış; her zaman çocuklarından daha önemli işleri varmış.
Çocukları eğitmek de anneye düşmüş böyle olunca. Eğitmekten anladığı da, sinirini bozan huyları yüzünden çocuklara işkence etmekmiş. Mesela Aleksandr’ın, avuçlarını sürekli birbirine sürtmesine sinir olduğu için ellerini arkadan bağlayıp bir gün aç kalma cezası vermiş oğluna. Mendilini, cebinden düşürüp durmasına da katlanamadığı için cebine diktirmiş, misafirlerin karşısına çıkarıp oğluyla alay ederek neden bu cezayı aldığını anlattırmış. Aleksandr’ın kız kardeşi Olga da benzer cezalar alırmış. Olga bir gün, “Kendimi asarım da af dilemem” diye ortalığı ayağa kaldırınca, bir telaşla çivi bulup duvara çakmaya çalışmış Aleksandr, kardeşi kendini asabilsin diye.
İşkenceci anne ve umursamaz babaya rağmen Aleksandr’a rahat nefes aldırabilen büyükler de varmış evde neyse ki. Büyükannesi ona kendi çocukluğunu, atalarını anlatırmış tatlı tatlı; torununu sever, onun için endişelenir ve ona çok iyi davranırmış. Kimi zaman da sütninesi kurtarırmış Aleksandr’ı annesinin işkencelerinden. Pek şen tabiatlı olan bu kadıncağız, Puşkin’in dinlemekten asla sıkılmadığı Rus sözleriyle, masallarla şefkat gösterirmiş ona; zaman zaman şımarıklık yapmasına müsaade ederek çocukluğunu yaşama fırsatı verirmiş.
Puşkinler St. Petersburg’dan ayrılıp Moskova’daki Zakharovo malikânesine yerleştiklerinde Aleksandr Puşkin için de, büyükannesinin ve sütninesinin anlattıklarına benzer yeni bir hayat başlamış. Burası bir köymüş ve etrafında, aristokrasinin kasım kasım kasılan tipleri yerine sahici insanlar varmış. Anne babasına görünmeden çamurlara bata çıka yaşıtlarıyla oyunlar oynayabilmekteymiş Aleksandr. Bir gün, “düşman başları” olarak gördüğü otları bir değnekle biçerken saçları karmakarışık bir kadın görmüş. Kadın bir şeyden korkmuş, kaçıyormuş. Puşkinlerin acıyıp tedavi ettirmek için yanlarına aldığı uzak bir akrabaymış bu kadın. Akıl hastasıymış ve doktorlar şok tedavisi uygulamak için kadını yangın hortumuyla ıslatmışlar. Baştan ayağa sırılsıklam olmuş zavallı kadın, Aleksandr’ı görünce korkuyla, “Hey kardeş, beni yangın sanıyorlar” diye bağırmış. Puşkin sakin ve müşfik, “Yanılıyorsun” demiş, “seni yangın değil, çiçek sandıkları için suluyorlar.” Yazar olacak çocuk hayal gücünden belli olur, diyelim mi burada? Aleksandr Puşkin’in tombul yanaklarını sıkalım mı? Gerçi bütün çocuklar yaratıcıdır; onları büyükler sıradanlaştırır, değil mi?
Köye yerleşmeleri Aleksandr’ın bünyesine epey hareket getirmiş. Annesinin tiksindiği uyuşuk çocuk değilmiş artık o. Kimi zaman ateş parçasına dönüşürmüş. Kimi zaman da, hayallere daldığından belki, biraz durgun olurmuş. Büyükannesi torununun geleceği için kaygılanırmış. Ya, dermiş büyükannesi, bu çocuk çok önemli biri olacak ya da yitip gidecek.
Gel zaman git zaman bizim küçük Puşkin büyümüş, lise çağına gelmiş. Zorlu bir sınavdan geçerek Rusya’nın sayılı öğrencilerinden biri olmuş. Okulda da biraz gelgit akıllıymış. Ne zaman sakin davranacağı, ne zaman taşkınlık çıkaracağı belli olmazmış pek. Ne ki, hiçbir öğretmeninin görmezden gelemediği, kimisinin görmezden gelmek için çaba sarf ettiği yeteneği gün yüzüne çıkmış o günlerde. Sonrası malum. Sonrası, küçük Aleksandr büyümüş, büyümüş, büyümüş ve “Aleksandr Puşkin” olmuş.
ELİF TÜRKER
02 Mart 2017 http://t24.com.tr
Not: Yukarıdaki bölüm yazarın “Yüzyıllık çocukluk” adlı yazısından bir bölümdür.