Alçaklığın Evrensel Tarihi – Jorge Luis Borges

Borges Alçaklığın Evrensel Tarihi’nde kadim masalları ve gerçek yaşamöykülerini çarpıtarak yeniden anlatırken, insanlığa dair zamanı ve sınırları aşan tespitlerde bulunuyor.

Alçaklığın Evrensel Tarihi, Jorge Luis Borges’in 1930’larda Arjantin’de çok satan Critica gazetesinin pazar ekine yazdığı yazıları bir araya getiriyor. Gerçek ile hayalin birleştiği bu yazılarda, Borges kurmacanın olgulardan daha gerçek, daha inanılır olduğunu gösteriyor. Okuru her olasılığa açık bir evrene taşıyan metinler, yazarın her zaman severek işlediği tarih, bellek, bilim, sanat, dil, sonsuzluk temaları etrafında şekilleniyor. Latin Amerika edebiyatını derinden etkileyen ve onu yeni bir biçime kavuşturan Borges, kitapta “alçaklık” kavramını ırkların, dinlerin, ideolojilerin üstünde, evrensel bir değer olarak ele alıyor.

“Yüzyılımızın en önemli hikâye anlatıcılarından.”
ALBERTO MANGUEL

“Borges sonsuz yetenek sahibi bir yazar.”
VLADIMIR NABOKOV

KİTAPTAN BİR BÖLÜM
ZALİM KURTARICI LAZARUS MORELL
Nereden Nereye
1517 yılında, Yerliler’in Antiller’deki altın madenlerinin
cehennem çukurlarında çürüyüp gitmelerine yüreği parçalanan İspanyol misyoner Bartolomé de las Casas, İspanya kralı
V. Carlos’a, oraya zencilerin getirtilmesi için bir tasarı sunmuştu; Antiller’deki altın madenlerinin cehennem çukurlarında zenciler çürüyüp gitsin diye. Biz Amerika’nın kuzeyinde ve güneyinde yaşayanlar, bu acayip insancıl dönüşüme neler borçluyuz neler: W. C. Handy’nin blues parçalarını; Uruguaylı avukat ve Siyah akımının ressamı Don
Pedro Figari’nin Paris’teki büyük başarısını; tangonun kökenini zencilere kadar dayandıran bir başka Uruguaylının,
Don Vicente Rossi’nin halis yerli düzyazılarını; Abraham
Lincoln’ın destansı boyutlarını; İç Savaş yüzünden beş yüz
bin kişinin ölmesini ve asker emeklilerine üç milyon üç yüz
bin dolar aylık bağlanmasını; İspanyol Akademisi’nin sözlüğünün on üçüncü basımına “linç etmek” fiilinin girmesini;
King Vidor’un, yalnızca Siyah oyuncularla çekilen ilk Holl-
50
ywood filmi Hallelujah!’yı; Arjantinli yüzbaşı Miguel Soler
komutasındaki şanlı “Melezler ve Zenciler” alayının, Uruguay’daki Cerrito çarpışmasında gerçekleştirdiği o karşı durulmaz süngü hücumunu; Martin Fierro’nun bir zenciyi öldürmesini; o acıklı Küba rumbası “Fıstıkçı Kız”ı; tutuklanıp
zindanda can veren Toussaint-L’Ouverture’ün Napolyonculuğunu; Haiti vudu ayinlerinin haç ve yılanını ve papaloi’nın
çalıpalasıyla boğazlanan keçilerin kanını; tangonun anası
habanera’yı; Buenos Aires ve Montevideo’nun bir başka eski
zenci dansı candombe’yi.
Bir de, alçak kurtarıcı Lazarus Morell’in akıllara durgunluk veren, rezil hayatını kuşkusuz.
Yer
Suların Babası, dünyanın en büyük ırmağı Mississippi, bu
eşine az rastlanır aşağılık herif için biçilmiş kaftandı. (Mississippi Irmağı’nı Alvarez de Pineda bulmuştu. Ama buraya
ilk keşif gezisini düzenleyen, Peru’nun eski fatihi Kaptan
Hernando de Soto’ydu. De Soto, İnkalar’ın kralı Ata-hualpa’ya hapiste iyi vakit geçirsin diye satranç öğretmişti. Öldüğünde, Mississippi’nin sularına gömüldü.)
Mississippi bağrı geniş bir ırmaktır; Paraná, Uruguay,
Amazon ve Orinoco’nun uçsuz bucaksız, bulanık bir kardeşidir. Çarılçamur akar; her yıl, Mississippi’nin kustuğu
dört yüz milyon ton balçık Meksika Körfezi’ni bulandırır.
Çok eski zamanlardan beri onca pislik bir çatalağız oluşturmuş, sürekli çürüyüp kokuşan bu yığıntılar arasından dev
bataklık selvileri boy vermiş, çamur, saz ve balık ölülerinden geçilmeyen labirentler leş gibi kokan bu alüvyonlu alanı
sarıp sarmalamıştır. Irmağın, Arkansas ile Ohio arasında
kalan yukarı kesiminde geniş düzlükler uzanır. Orada, sıtmaya yakalanıp duran, solgun yüzlü, perişan adamlar yaşar;
51
bunlar taş ve demir gördüler mi iştahla yutkunurlar, çünkü
çevrelerinde kum, kereste ve çamurlu sulardan başka bir şey
yoktur.
Adamlar
Ondokuzuncu yüzyıl başlarında (bizi ilgilendiren tarih
de bu), zenciler, ırmağın iki yakası boyunca uzanıp giden
pamuk tarlalarında gündoğumundan günbatımına ırgatlık ederlerdi. Toz toprak içindeki ahşap barakalarda yatıp
kalkarlardı. Analarla çocukları arasındaki ilişkileri saymazsak, akrabalık ilişkileri rastgele ve belirsizdi. Adları vardı,
ama soyadsız da geçinip gidiyorlardı. Okuma yazmaları da
yoktu. Yumuşak, tiz sesleriyle, ünlüleri uzatarak tekdüze
bir İngilizce konuşurlardı. Sıra sıra dizilir, ırgatbaşının kamçısı altında iki büklüm çalışırlardı. Kaçmayagörsünler, koca
sakallı adamlar güzel atlarına atlarlar, hırlayıp havlayan av
köpekleriyle izlerini sürüp yakalarlardı onları.
Hayvansı umutlarına ve Afrikalı korkularına bir de Kitabı
Mukaddes’in kelâmı eklenmiş, böylece İsa’ya inanmışlardı.
Pes perdeden, “Go down, Moses”ı söylerlerdi bir ağızdan.
Mississippi, onların gözünde, alçacık Şeria Irmağı’nın heybetli bir hayaliydi.
Bu iyi işlenmiş toprakların ve bu zenci sürülerinin sahipleri, ille de akçamdan yapılmış Eski Yunan taklidi bir revağı
bulunan, ırmağa nâzır konaklarda oturan, aylak, açgözlü,
gür saçlı beyefendilerdi. İyi bir köle bin dolar eder, ama
fazla dayanmazdı. Bazıları o kadar değerbilmezdi ki, hastalanıp ölüverirdi. Ne zaman ne olacağı hiç bilinemediğinden,
kölelere ödenen paranın karşılığını bir an önce almak gerekiyordu. Kölelerin tarlalarda günün ağarmasından havanın
kararmasına dek dur durak demeden çalıştırılmaları bu yüzdendi; büyük çiftliklerde her yıl ürün veren pamuk, tütün
52
ya da şekerkamışı ekimi yapılması bu yüzdendi. Açgözlülükle ekilip hoyratça işlenen, kötü kullanılan toprak, çok
geçmeden bitkin düşüp tükenir, yerini ayrıkotları ve yosunlarla kaplı bir bataklığa bırakırdı. Terkedilmiş çiftliklerde,
kasabaların kenar mahallelerinde, sık kamışlıklarda, ırmağın bataklığa dönüşmüş kollarının kıyılarında yoksul Beyazlar yaşardı. Bunlar genellikle balıkçılıkla geçinirler, zaman
zaman avcılık yaparlardı, ama at çaldıkları da olurdu. Zencilerden sık sık çalıntı yiyecek dilenen bu düşkün Beyazlar,
sefilliklerine bakmadan, soylarının safkan, bozulmamış oluşuyla böbürlenip dururlardı. Lazarus Morell de bunlardan
biriydi.
Adam
Morell’in genellikle Amerikan dergilerinde yayımlanmış
olan fotoğrafları gerçek değildir. Böylesine anlı şanlı bir
adamın gerçek resimlerinin bulunmaması bir rastlantı
olmasa gerek. Belki de Morell, ardında gereksiz ipuçları
bırakmamak, ama aynı zamanda gizemliliğine biraz daha
gizem katmak amacıyla kameralardan özellikle kaçıyordu.
Gene de, delikanlılığında yakışıklılığın kıyısından bile geçmediğini, birbirine değecek kadar yakın gözleriyle sicim
gibi dudaklarının hiç de çekici olmadığını biliyoruz. Aradan geçen yıllar, ak saçlı düzenbazlara ve yaptıkları yanlarına kâr kalmış, gözü dönük canilere vergi bir ağırbaşlılık
kazandırdı ona. Yoksulluk içinde geçen çocukluğuna ve hiç
de onurlu sayılamayacak bir hayat sürmüş olmasına karşın,
kerli ferli bir Güneyli beyefendiydi. Kitab-ı Mukaddes’i hatmetmişti, verdiği vaazlara yürekten inanırdı dinleyenler.
Kırmızı Baston kumarhanesinin sahibi, “Lazarus Morell’i
minberde gördüm,” demişti bir gün. “İnsanın ruhuna
huzur veren sözlerini dinledim, gözlerinde biriken yaşları
53
gördüm. Tanrı’nın gözünde, zencileri çalıp satan günahkârın, katilin teki olduğunu bilmiyor değildim, ama gene de
gözyaşlarımı tutamadım.”
Bu kutsal söylevleri en dobra anlatan ise, Morell’in kendisi. “Kitab-ı Mukaddes’imi rastgele bir yerinden açtım,”
diye yazmış Morell. “Aziz Paulus’un münasip bir lâfı çarptı
gözüme; bir saat yirmi dakika vaaz verdim. Adamım Crenshaw ve arkadaşları bu süreyi boşa harcamadılar; içerde beni
dinleyenlerin atlarını toplayıp götürdüler. Atları ırmağın
Arkansas yakasında sattık. Ama yerinde duramayan, doru
bir at vardı ki onu kendime ayırmadan edemedim. Aynı at
Crenshaw’un da çok hoşuna gitmişti, ama Crenshaw’u o ata
binmenin onun harcı olmadığına inandırmakta güçlük çekmedim.”
Yöntem
Bir eyalette çalınan atları başka bir eyalette satmanın, Morell’in suç dolu hayatında hiç de olağandışı bir yanı yoktu.
Gelgelelim, sonradan ona Alçaklığın Evrensel Tarihi’nde
hak ettiği yeri sağlayacak yöntemin ipuçları burada yatmaktaydı. Bu yöntemin benzersizliği, yalnızca onu farklı kılan
özel durumlardan değil, aynı zamanda gerektirdiği alçaklıktan, insanların umutlarıyla ölümcül biçimde oynanmasından, tıpkı ürkünç bir karabasanın yavaş yavaş belirginleşmesi gibi ağlarını ağır ağır örmesinden de kaynaklanıyordu.
Çok sonraları, Al Capone ve Bugs Moran büyük bir kentte
akıl almaz paralarla oynayıp sıradan hafif makineli tüfeklerle iş görecekler, ama vurup kırmaktan öteye gidemeyecekler, alt tarafı bir tekel kurabilmek için onca savaş vermek zorunda kalacaklardı. Morell’in buyruğu altındaysa,
hepsi de yeminli tayfası sayılabilecek bine yakın adam vardı.
Bunların iki yüzü reis takımını ya da meclisi oluşturur,
54
geri kalan sekiz yüzünün yerine getireceği buyrukları bunlar verirdi. Bütün tehlikeleri, bu iş bitiriciler ya da tetikçiler üstlenirdi. İşler karışacak olursa, ya adalete teslim edilirler ya da ayaklarına sımsıkı bağlanmış bir taşla Mississippi’nin dibini boylarlardı. Çoğu melezdi. Bunlara düşen iblislik şuydu:
Parmaklarında parıldayan yüzüklerle saygı uyandırarak, Güney’in büyük çiftliklerini baştan başa dolaşırlardı.
Zavallı bir zenciye yanaşır, onu özgürlüğüne kavuşturacaklarını söylerlerdi. Efendisinden kaçar ve kendisini satmalarına izin verirse paranın bir bölümünü alacağını anlatırlardı.
Sonra, zencinin bir kez daha kaçmasına yardımcı olacaklarına, bu kez onu zencilerin özgür olduğu bir eyalete yollayacaklarına söz verirlerdi. Bir zenci için para ve özgürlükten,
gümüş dolarların şıkırtısıyla bağımsızlığından daha baştan
çıkarıcı bir öneri düşünülebilir miydi? Köle yüreklenir, ilk
kaçışı göze alırdı.
Doğal kaçış yolu ırmaktı. Bir sandal mı olur, bir buharlı
geminin ambarı mı, bir duba mı, yoksa burnunda bir kulübe
ya da üç dört Yerli çadırı bulunan gökyüzü kadar geniş bir
sal mı, hiç fark etmezdi. Önemli olan, kendini başı sonu
olmayan ırmağın akışına ve güvenliğine salıvermekti. Zenci
bu kez bir başka büyük çiftliğe satılır, sonra yeniden kaçıp
kamışlık ya da sazlıklara sığınırdı. Orada, (artık ciddi kuşkular duymaya başladığı) korkunç kurtarıcıları birtakım
çapraşık harcamaları öne sürerek, onu son bir kez daha satmak zorunda olduklarını, döndüğünde iki satışın da parasını alıp özgürlüğüne kavuşacağını söylerlerdi. Adam bir kez
daha satılmayı kabullenir, bir süre çalışır, köpeklere ve kamçılara meydan okuyarak yeniden kaçardı. Kan revan içinde,
tepeden tırnağa tere batmış, umarsız ve günlerdir uykusuz,
kaçıp gelirdi.
55
Son Kurtuluş
Şimdi bir de işin yasal yönüne bakalım. Morell’in çetesi,
kaçak köleyi hemen satışa çıkarmazdı; ta ki, kölenin ilk
efendisi ilân verip, onu yakalayana ödül vaat edinceye kadar.
Bu tür ilânlar, köleyi bulan kişiyi mala sahip çıkmaya yetkili
kılıyordu. O zaman zenci emanet mal olup çıkar, böylece
yeniden satılması da hırsızlık değil, ancak emanete hıyanet
sayılırdı. Emanete hıyanet durumunda mahkemeye başvurarak hak aramak da bir işe yaramazdı, çünkü tazminat asla
ödenmezdi.
Bütün bunlar çok güvenlikliydi, ama gene de tam bir
güvence sağladığı söylenemezdi. Zenci, duyduğu şükran
ya da acıyla, ötebilirdi. Anasından köle doğmuş orospu
çocuğu, ona asla yar etmeyecekleri o güzelim dolarları
Kahire keranesinde har vurup harman savurabilir, bir testi
çavdar viskisi devirip sırlarını açığa vurabilirdi. O yıllarda,
köleciliğe karşı çıkan birtakım kışkırtıcılar Kuzey’i bir uçtan
öbür uca dolaşıyorlardı; özel mülkiyete karşı çıkan bu tehlikeli kudurganlar çetesi kölelerin özgür kılınmasını savunuyor, onları kaçmaya kışkırtıyordu. Morell, bu anarşistlere pabuç bırakacak adam değildi. Yankee değildi o, sapına
kadar Güneyli bir Beyazdı; Beyazların soyundan geliyordu.
Bir gün bu işleri bırakıp beyefendiden sayılmayı, kilometrelerce uzanıp giden kendi pamuk tarlalarının, sıra sıra dizilip iki büklüm çalışan kendi kölelerinin sahibi olmayı düşlüyordu. Onca deneyimden sonra, gereksiz tehlikeleri göze
almaya hiç niyeti yoktu.
Kaçak köle özgürlüğüne kavuşmayı bekleyedursun, Lazarus Morell’in kancık melezleri kendi aralarında bazen belli
belirsiz bir baş işaretiyle karar verirler ve köleyi gözden,
kulaktan, elden, günden, rezillikten, zamandan, koruyucularından, umarsızlıktan, havadan, köpek sürülerinden, dün-
56
yadan, umuttan, terden ve kendinden kurtarıverirlerdi. Bir
kurşun, bir bıçak ya da kafaya inen bir sopa… Son kanıtı
yok etmek, Mississippi’nin kaplumbağalarıyla yayınbalıklarına kalırdı.
Kıyamet
Erbabının sayesinde işin büyümesi kaçınılmazdı. 1834 başlarında Morell yetmiş kadar zenciyi “kurtarmış” bulunuyordu. Üstelik o talihli öncülerin izinden gitmeye can atan
daha bir yığın zenci sırada bekliyordu. İş alanı büyüdükçe,
yeni adamlar almak kaçınılmaz oldu. Bağlılık yemini edenler arasında, Virgil Stewart adlı Arkansaslı bir delikanlı da
vardı. Kıyıcılığıyla kısa zamanda nam salan Stewart, birçok
kölesi tuzağa düşürülmüş olan bir beyefendinin yeğeniydi.
İşte bu delikanlı 1834 ağustosunda yeminini bozup, Morell’i
ve çetesini ele verdi. Polisler, Morell’in New Orleans’daki
evini kuşattılar. Morell, ancak polislerin boş bulunmasından
yararlanarak, belki de rüşvet yedirerek başarabildi kaçmayı.
Aradan üç gün geçti. Morell, bu üç gün boyunca, Toulouse Sokağı’nda, bahçesi asmalar ve heykellerle dolu eski
bir evde gizlendi. Anlatılanlar doğruysa, yemeklere pek el
sürmedi, evin loş, geniş odalarında yalınayak dolaşıp durdu,
düşüncelere dalarak puro üstüne puro yaktı. Sonra, evdeki
kölelerden biriyle, Natchez’e iki, Red Irmağı’na da bir mektup yolladı. Dördüncü gün, Morell’in kaldığı eve üç adam
geldi; Morell’le başbaşa verip sabaha kadar düzenler kurdular. Beşinci gün, Morell gün ağarırken yatağından kalkıp bir
ustura istedi, özenle sakalını kesti, giyinip çıktı. Sakin adımlarla kentin kuzey varoşlarından geçti; kırları tutar tutmaz,
Mississippi düzlüklerinin kıyısından dolanarak adımlarını
sıklaştırdı.
Akıllara durgunluk verecek bir düzen kurmuştu kafa-
57
sında. Ona hâlâ saygı duyan son insanları, kendisine minnet borcu olan Güneyli zencileri kullanmayı tasarlıyordu.
Bunlar, arkadaşlarının kaçtığını gözleriyle görmüşler, ama
bir tekinin bile yeniden ortaya çıktığına tanık olmamışlardı.
Öyleyse, kaçanların özgürlüklerine kavuştukları doğru
olmalıydı. Morell’in amacı, zencileri beyazlara karşı ayaklandırmak, New Orleans’ı ele geçirip yağmalamak, bölgenin tek egemeni olmaktı. Stewart’ın ihanetiyle çökmüş, nerdeyse yıkılmış olan Morell, suçun kurtuluş olarak yüceltileceği, ülke çapında bir misillemede bulunarak tarihe geçmeyi
düşlüyordu. Bu amaçla, daha güçlü olduğu Natchez’e doğru
yola çıktı. Bu yolculuğu onun ağzından aynen aktarıyorum:
“Dört gündür yürüyordum, bir at edinme fırsatı geçmemişti elime. Beşinci gün, on iki sularıydı, bir dere boyunda
mola verdim. Biraz su içip dinlenirim diyordum. Bir kütüğün üstüne oturmuş, geldiğim yola bakıyordum ki, güzel
bir at sırtında bir adam göründü. Adamı görür görmez, atını
almaya karar verdim. Yerimden kalktım, kurban olduğum
piştovumu adama doğrultup atından inmesini söyledim.
İndi. Atı yularından tuttum, adama dereyi göstererek, “Düş
önüme,” dedim. Birkaç yüz metre yürüyüp durdu. Giysilerini çıkarttırdım. “Beni öldürmeye kararlıysan, bırak da
son duamı edeyim,” dedi. Dua etmesini bekleyecek vaktim
olmadığını söyledim. Dizlerinin üstüne çöktü, ensesine sıktım kurşunu. Karnını yarıp bağırsaklarını deştikten sonra
adamı dereye attım. Sonra ceplerini karıştırdım; dört yüz
dolar otuz yedi sent ve birtakım belgeler çıktı; belgelere bakmadım bile. Çizmeleri gıcır gıcırdı; tam ayağıma göreydi,
çok güzel durdu. Eski pabuçlarımı dereye fırlattım.
İşte, bana gereken atı böyle elde ettim. Natchez’e doğru
yol alırken, artık son beş günün kılıksızlığından kurtulmuştum, havam yerine gelmişti.”
58
Çöküş
Morell’in, kendisini linç etmeyi düşleyen zencilerin ayaklanmalarına önderlik ettiğini ya da önderlik etmeyi düşlediği zenci orduları tarafından linç edildiğini düşünebiliyor
musunuz? Üzülerek itiraf etmeliyim ki, Mississippi tarihi,
bu iki harikulâde fırsatın ikisinden de yararlanamadı. Üstelik, ilahî adalet (ya da ilahî ahenk) de yerini bulmadı: Suçlarına yataklık eden ırmak Morell’in mezarı olmadı. Lazarus Morell, 1835 ocağının ikinci günü, Silas Buckley adıyla
yattığı Natchez hastanesinde bir akciğer hastalığından öldü.
Onu, koğuştaki hastalardan biri tanıdı. Ayın ikisi ve dördünde, bazı büyük çiftliklerdeki köleler ayaklanmaya kalktılar, ama pek fazla kan dökülmeden bastırıldı ayaklanma.
59
İNANILMAZ DÜZENBAZ TOM CASTRO
Ondan Tom Castro diye söz ediyorum, çünkü 1850 dolaylarında Talcahuano, Santiago ve Valparaiso sokakları ve evlerinde bu adla tanınıyordu. Şimdi bu kıyılara gene bu adla
geri dönmesi -yalnızca bir hortlak ve hafif bir okuma metni
olarak da olsa- cuk oturmaktadır. Wapping doğum kütüğünde adı, 7 Haziran 1834 tarihinin altında Arthur Orton
diye geçmektedir. Bir kasabın oğlu olduğu, çocukluğunun Londra’nın kenar mahallelerinden birinde yoksunluk
ve yoksulluk içinde geçtiği ve denizin çağrısına kulak verdiği biliniyor. Bu sonuncusu aslında hiç de olağandışı sayılmaz. Soluğu denizde almak, İngilizler için, ana baba baskısından kurtulmanın geleneksel yollarından biridir, serüvene
giden yoldur. Bu yolu coğrafya da körükler, Kitab-ı Mukaddes de (Mezmurlar, 107): Gemilerde denize inenler, büyük
sularda iş görenler; onlar Rabbin işlerini, enginlerde harikalarını görürler. Orton, doğup büyüdüğü, pislikten geçilmeyen,
kiremit rengi sokakları terk etti, bir gemiyle denize açıldı,
Güneyhaçı takımyıldızına o bildik düş kırıklığıyla baktı ve
Şili’nin Valparaiso limanında gemiden kaçtı. Hem suskun,
60
hem de donuk bir adamdı. Aslına bakılırsa, açlıktan ölebilirdi (ölmeliydi de); ama alıklığa varan uysallığı, yüzünden
eksik olmayan gülümseyişi ve akıl almaz pısırıklığı, sonradan soyadını da alacağı Castro ailesinin kanatları altına
sığınmasını sağladı. Bu Güney Amerika serüveninden başka
bir iz kalmamış geriye; ama Castrolar’a olan gönül borcundan hiçbir şey eksilmemiş olacak ki, 1861’de Avustralya’da
yeniden ortaya çıktığında hâlâ aynı soyadını taşıyor, Tom
Castro namıyla tanınıyor. Orada, Sydney’de, Ebenezer Bogle
adlı zenci bir uşakla tanıştı Norton. Bogle, gerçi pek yakışıklı sayılmazdı, ama bazı yaşını başını almış, ağırbaşlı zencilerde rastlanan oturaklı bir görünüşü, buyurgan ve güven
verici bir havası vardı. Birçok antropoloji kitabının ırkından
esirgediği bir özelliği daha vardı: Durup dururken parlak bir
fikir yakalardı. Yeri geldiğinde, bunun kanıtlandığını göreceğiz. Kökeni ta Afrika’ya uzanan tutkuları Kalvenciliğin
iyi ve kötü yanları tarafından özenle törpülenmiş, dürüst,
efendi bir adamdı. Arada sırada cinlere karışması dışında
(az sonra göreceğiz), başkalarından hiçbir farkı, hiçbir çarpıcı özelliği yoktu; eskiden beri, karşıdan karşıya geçeceği
zaman kapıldığı korkuyu saymazsak tabii: Bir gün bir aracın canını alabileceği korkusuyla, yaya geçitlerinde sağına
soluna, önüne arkasına bakar, bir türlü karşıya geçemez,
öyle kalırdı.
Orton, onu ilk kez, bir akşam Sydney’de inlerle cinlerin top oynadığı bir köşe başında, asla söz konusu olmayan ölüme karşı cesaretini toplamaya çalışırken gördü. Onu
uzun süre gözledikten sonra, zenciye kolunu uzattı; iki
adam, aynı şaşkınlığı paylaşarak, bomboş caddede karşıdan
karşıya geçtiler. Artık geçmişin karanlığına gömülmüş olan
o andan başlayarak, bir uyrukluk doğdu: Wappingli gerzek şişkonun, oturaklı ve ikircikli zenciye uyrukluğu. Bogle,
1865 eylülünde yerel gazetede kederli bir ilâna rastladı.
61
Tapınılan Ölü
1854 nisanının sonlarına doğru (Orton, Şili konukseverliğinin tadını çıkarırken), Rio de Janeiro’dan Liverpool’a gitmekte olan Denizkızı adlı vapur Atlas Okyanusu’nun sularına gömüldü. Kayıplar arasında, Fransa’da büyümüş ve
İngiltere’nin önde gelen Katolik ailelerinden birinin vârisi
olan Roger Charles Tichborne adlı bir subay da bulunuyordu. Belki inanılmaz gelebilir size, ama İngilizceyi en
süzme Paris ağzıyla konuşan ve insanlarda ancak Fransız aklı, Fransız zekâsı ve Fransız ukalâlığının yaratabileceği emsalsiz bir öfke uyandıran bu Fransızlaşmış delikanlının ölümü, Tichborne’u hayatında görmemiş olan Arthur
Orton’ın yazgısını değiştirecekti. Roger’ın yaslı annesi Lady
Tichborne, oğlunun ölümüne inanmaya asla yanaşmıyor,
dünyanın dört bir yanında yürek parçalayıcı ilânlar yayımlatıyordu. İşte bu ilânlardan biri Ebenezer Bogle’ın yumuşak,
kara ellerine geçti ve kusursuz bir tertip kuruldu.
Benzemezliğin Erdemleri
Tichborne zarif, iki dirhem bir çekirdek, yüz hatları sert,
esmerce, düz siyah saçlı, gözlerinden neşe saçılan, bir şey
anlatırken kılı kırk yaran, açık seçik olmaya özen gösteren bir beyefendiydi. Orton ise, yüz hatları nerdeyse seçilemeyecek kadar şişman, kaba ve görgüsüz herifin tekiydi;
her tarafı çillerle kaplıydı; kahverengi saçları dalga dalga,
gözleri yumuk yumuktu; söyledikleri ya güçlükle anlaşılır ya da hiç anlaşılmazdı. Bogle kafasına koymuştu: Orton,
Avrupa’ya giden ilk gemiye atlayacak ve oğlu olduğunu
söyleyerek Lady Tichborne’un düşünü gerçeğe dönüştürecekti. Müthiş dahiyane bir tertipti. Basit bir örnek verelim.
Eğer düzenbazın biri 1914 yılında kendini Alman impara-
62
toru diye yutturmaya kalksaydı, hemen uçları yukarı kalkık bir bıyık, sakat bir kol, buyurgan bir bakış, gri bir pelerin, madalyadan geçilmeyen bir göğüs ve tepesi sivri bir miğfer edinirdi kendine. Bogle ise daha cin fikirliydi. Asker niteliklerinden bütünüyle arındırılmış, göz kamaştırıcı nişan ve
madalyalar takıp takıştırmamış, sol kolu sapasağlam, sinekkaydı tıraş olmuş bir kayzer sürerdi piyasaya. Artık karşılaştırmayı bir yana bırakabiliriz. Bogle’ın, piyasaya, avanakça
bir sevimlilikle gülümseyen, kahverengi saçlı, Fransızcanın f’sini bilmeyen, gevşek bir Tichborne sürdüğü kayıtlara
geçmiş bulunuyor. Bogle, nicedir kayıp olan Tichborne’un
tıpatıp benzerini bulmanın mümkün olmadığını biliyordu.
Ne kadar ustaca düzenlenmiş olursa olsun bütün benzerliklerin, bazı kaçınılmaz benzemezlikleri daha da vurgulamaktan öteye gidemeyeceğini de biliyordu. Bu yüzden, her
türlü benzerlikten alarga durdu. Sezgileriyle biliyordu ki, bu
kadar göze batan benzemezlikleri hiçbir düzenbaz göze alamayacağına göre, kalkışacakları tehlikeli uğraştaki bütün
beceriksizlikler işin içinde en küçük bir sahtekârlık bulunmadığının kanıtı olacaktı. Zamanın yardakçılığının ne kadar
önemli olduğu da asla unutulmamalıydı: Güney Yarıküre’de
kaderin ağları arasında geçirilen on dört yıl, insanı kimbilir
ne kadar değiştirirdi!
Başarının başka bir güvencesi de, Lady Tichborne’un
bıkıp usanmadan yayımlatıp durduğu, Roger Tichborne’un
sağ olduğu konusunda ne kadar sarsılmaz bir inanç beslediğini ve onu görür görmez tanımaya ne kadar istekli olduğunu gösteren o kuşbeyinli ilânlardı.
Buluşma
İyilikte bulunmaktan hiçbir zaman çekinmeyen Tom Castro, Lady Tichborne’a bir mektup yazdı. Kimliğini kanıt-
63
lamak için de, sol meme ucunun yanıbaşındaki iki ben ve
acı ama unutulmaz bir çocukluk anısı -eşekarılarının saldırısına uğramıştı- gibi su götürmez kanıtlar verdi. Mektup
hem kısaydı, hem de Tom Castro ile Bogle’dan bekleneceği
üzere baştan sona yazım yanlışlarıyla doluydu. Lady Tichborne, Paris’teki otel odasının görkemli yalnızlığında, mektubu sevinç gözyaşları arasında tekrar tekrar okudu ve oğlunun anımsamasını isteyeceği anılar birkaç gün geçmeden
kafasında canlandı.
1867 ocağının onaltısında Roger Charles Tichborne aynı
otele çıkageldi. Kendisine, saygılı uşağı Ebenezer Bogle eşlik
etmekteydi. Pırıl pırıl bir kış günüydü. Lady Tichborne’un
yorgun bakışları gözyaşlarıyla buğulanmıştı. Zenci, perdeleri ardına kadar açtı; günışığı her şeyi bir maske gibi örttü;
hovarda oğlunu o saat tanıyıveren anne, onu coşkuyla bağrına bastı. Artık oğluna gerçekten kavuştuğuna göre, oğlunun güncesini ve Brezilya’dan yolladığı mektupları, onu birbaşına yaşadığı ondört yıl boyunca ayakta tutmuş olan o aziz
hatıratı geri verebilirdi. Onları gururla teslim etti oğluna.
Tek bir sayfasını bile kaybetmemişti.
Bogle kendi kendine gülümsedi. Artık Roger Charles’ın
uysal hayaletini ete kemiğe büründürebilirdi.
Ad Majorem Dei Gloriam
Klasik tiyatronun alışılmış sahnelerinden birini andıran bu
mutlu kavuşma, üç tarafı, gerçek anne, sahte oğul ve başarılı tertipçiyi muratlarına erdirerek öykümüzün sonunu getirebilirdi pekalâ. Oysa kaderin (içiçe geçmiş binlerce nedenin
sonsuz, aralıksız akışına kader deriz) dağarında bir başka son
vardı. Lady Tichborne 1870’te ölüverince, akrabaları, Orton’a
karşı sahte kimlikten dava açtılar. Açgözlülüğün değilse bile
yalnızlık ve gözyaşlarının azizliğine uğramamış olan akraba-
64
lar, Avustralya cangıllarından ansızın sökün eden bu şişman
ve neredeyse karacahil adamın, Lady Tichborne’un hayırsız
evlâdı olabileceğine asla inanmamışlardı. Orton ise, Roger
Charles’ın alacaklılarına güveniyordu; paralarını bir an önce
geri alabilmekten başka bir şey düşünmeyen alacaklılar,
Orton’ın Tichborne olduğuna inanmaya can atıyorlardı.
Aile avukatı Edward Hopkins ile Tichborne ailesinin geçmişini iyi bilen antika meraklısı Francis J. Baigent’ın dostluklarına da güveniyordu doğrusu. Ama bu kadarı yeterli
değildi. Bogle, oyunu kazanabilmeleri için, kamuoyunu da
arkalarına almaları gerektiği kanısındaydı. Başında silindir
şapkası, elinde şemsiyesi, Londra’nın seçkin caddelerinde
esin perisi avına çıktı. Akşamüstüydü. Balrengi ayın yansısı
çeşmelerin dört köşeli havuzlarına vuruncaya kadar dolaştı
durdu. Sonunda esin perisi geldi. Bir taksi çevirip, Baigent’ın
evinin yolunu tuttu. Baigent, Times’a, Tichborne olduğu
söylenen kişinin utanmaz bir düzenbaz olduğunu açıklayan uzun bir mektup gönderdi. Mektubun altına da, Cizvit Derneği’nden Peder Goudron diye imza attı. Baigent’ın
mektubunun ardından, aynı ölçüde bağnaz Katolik suçlamalar birbiri ardı sıra yağmaya başladı. Tepki hemen geldi:
Dürüst insanlar, Sir Roger Charles’ın acımasız bir Cizvit tertibine kurban gitmekte olduğunu kavramakta gecikmediler.
Fayton
Mahkeme yüz doksan gün sürdü. Yüz kadar tanık, davalının
Tichborne olduğuna yemin etti; aralarında, Tichborne’nun
Altıncı Ağır Süvari Muhafız Alayı’ndan dört subay arkadaşı da bulunuyordu. Davalının tarafları onun bir düzenbaz olamayacağını; düzenbaz olsa, kendisi olduğunu ileri
sürdüğü insanın gençlik resimlerine biraz olsun benzemeye çalışacağını yinelediler durmadan. Kaldı ki, Lady
65
Tichborne onu tanımıştı; bir annenin yanılması mümkün
değildi. İşler yolunda ya da az çok yolunda gidiyordu ki,
Orton’ın eski aftoslarından biri tanık kürsüsünde göründü.
Bogle, “akrabalar”ın bu haince oyunu karşısında hiç sarsılmadı; başında silindir şapkası, elinde şemsiyesi, bir kez daha
Londra sokaklarında esin aramaya çıktı. Bulup bulmadığını
hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Primrose Hill’e varmasına
az kalmıştı ki, yıllardır izini süren o uğursuz araba karanlığın içinden fırlayıverdi. Bogle arabanın üstüne geldiğini
gördü görmesine, bağırdı bağırmasına, ama gene de paçayı
kurtaramadı. Taş kaldırıma hızla çarpan kafası, atların nalları altında paramparça oldu.
Hayalet
Tom Castro, Roger Charles Tichborne’un hayaletiydi; ama
başkasının dehasıyla ete kemiğe büründürülen içler acısı bir
hayalet. Bogle’ın ölüm haberini alınca yıkıldı. Yalan söylemeyi sürdürdü, ama inandırıcılığı gittikçe azalıyor, gittikçe
daha çok açık veriyordu. Artık sonucu kestirmek o kadar
zor değildi.
1874 şubatının yirmi yedisinde, Arthur Orton, namıdiğer Tom Castro, on dört yıl ağır hapis cezasına çarptırıldı.
Hapishanede kendini sevdirdi; ne de olsa bu işin uzmanı
sayılırdı. Cezası iyi halden dört yıl indirildi. Konukseverlikle
karşılandığı bu son yerden -hapishane- çıkınca, İngiltere’yi
köy köy, kasaba kasaba dolaşıp, bazen suçsuz, bazen de
suçlu olduğunu ileri sürdüğü konuşmalar yaptı. Basitlik ve
yağcılık kanına öylesine işlemişti ki, çoğu gece konuşmasına kendini aklamakla başlıyor, sözlerini suçunu itiraf ederek sona erdiriyordu: Her zaman dinleyicilerinin eğilimlerinin hizmetindeydi.
2 Nisan 1898’de öldü.

YAZAR HAKKINDA
JORGE FRANCISCO ISIDORO LUIS BORGES 24 Ağustos 1899’da bütün malvarlığını kaybetmiş, İngiliz asıllı bir ailenin ilk çocuğu olarak Buenos Aires’te doğdu. Babasının edebiyata olan düşkünlüğü, Borges’in çocukluğundan itibaren edebiyata yönelmesine sebep oldu. Küçük yaşta İngilizceyi öğrendi. 1914’te babasının göz ameliyatı sebebiyle ailesiyle yurtdışına çıktı ve Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle, savaş yıllarını yurtdışında geçirmek zorunda kaldı. Cenevre’de Calvin Koleji’ne devam eden Borges burada Almanca, Fransızca ve Latince öğrendi. Bu dönemde sembolizmden etkilendi. 1921’de Buenos Aires’e geri dönen Borges iki yıl sonra ilk kitabını yayımladı. 1931’den itibaren Arjantin’in en önemli edebiyat dergisi Sur’da düzenli olarak yazmaya başladı. 1937’de geçimini sağlayabilmek için bir halk kütüphanesinde çalışmaya başladı. İkinci Dünya Savaşı sırasında iktidardaki Juan Perón’a muhalif duruşu sebebiyle kütüphanedeki işinden uzaklaştırıldı. 1946-1955 yılları arasında para kazanmak için ders vermeye ve yazmaya ağırlık verdi. Düzyazıyla şiiri birleştiren kendine özgü yazım tarzında çok sayıda eser verdi. Juan Perón devrildiğinde Buenos Aires Kütüphanesi’ne müdür oldu. Borges, 1955’te aileden gelen kalıtsal rahatsızlığından dolayı görme yetisini tümüyle kaybetti. Yapıtlarının yazımını annesi, sekreterleri ve arkadaşları devraldığı için uzun metinlerden ziyade kısa öykü ve şiire yöneldi. 1961’de Samuel Beckett’le paylaştığı Formentor Edebiyat Ödülü, Avrupa’da ün kazanmasını sağladı. Şiir, kısa öykü ve denemelerden oluşan eserleri dünya çapında yayımlandı. Borges fantastik öğeleri ağır basan kendine özgü tarzıyla, 20. yüzyılın önemli edebiyatçılarını etkiledi. 14 Haziran 1986’da hayatını kaybetti. İletişim Yayınları tarafından yayımlanan kitapları: Ficciones (1998), Alef (1998), Brodie Raporu (1999), Alçaklığın Evrensel Tarihi (1999), Kum Kitabı (1999), Yedi Gece (1999), Dantevari Denemeler / Shakespeare’in Belleği (1999), Sonsuz Gül (2002), Evaristo Carriego (2002), Öteki Soruşturmalar (2005), Şifre (2009), Yaratan (2011), Atlas (2012), Tartışmalar (2014), Düşsel Varlıklar Kitabı (2015) Sonsuzluğun Tarihi (2015).

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir