1912 yılı Kafka’nın yaratıcılığının doruk noktasıdır. Aynı yıl Kafka bitiremediği ve ölümünden sonra (1927) yayınlanan romanı Amerika’yı yazar. Bu roman ABD’de tutunma çabaları sonuç vermeyen on altı yaşındaki Kari Rossmann’ın başından geçenleri anlatır. Kafka Amerika’yı dünyanın öbür ucundaki bir ülkeyi hayal ederek yazar. Okyanusu geçen bir yolcu gemisinden New York’a ilk defa inmenin nasıl bir şey olacağını, büyük bir yaratıcılıkla düşünmüş ve bir dizi korkunç olay vasıtasıyla kısa yaşantısı boyunca görme şansına hiç erişemeyeceği fırsatlar diyarını adeta hep orada yaşamışçasına bir romana dönüştürür. Abidin Parıltı, 13/10/2006 tarihli Radikal Gazetesi Kitap Eki
(*) ‘Kayıp’ (Amerika) romanı şu cümlelerle açılır: ?Hizmetçi bir kız tarafından baştan çıkarılıp kendisinden bir çocuk peydahladığı için yoksul ailesi tarafından Amerika?ya gönderilen on altı yaşındaki Karl Rossmann, hızını kesmiş gemiyle New York limanına girdiği bir sırada, uzun süredir izlediği Özgürlük Anıtı?nı aniden güçlenen bir güneş ışığı altında gördü. Anıtın kılıcı tutan kolu daha bir yükselir gibi oldu şimdi; bedeninin çevresinde ise rüzgarlar özgürce esiyordu.?
İlk bakışta hiçbir alaycılık taşımayan bu ifadeler Kafka?nın ironik anlatımının karakteristiğidir. Çünkü, ilerleyen sayfalarda Karl?ın bedeninin çevresinde özgürce esen rüzgarlarla Karl?ın Amerika?da sürdürdüğü boyun eğmiş, bağımlı hayat tam bir zıtlık yaratacaktır. Elbette yazar da bu zıtlığı bilmektedir, ama yergisinin kılıcını keskinleştirmek için bilmezden gelmiştir. Yaşanan olaylar kendi içlerinde öylesine mantıklıdır ki; bu mantık içinde tüm dünyayı hem komik hem anlamsız hem de acımasız kılarlar. Hikayeyi üçüncü tekil şahsın ağzından anlatan Kafka, olayları, durumları, kişileri ve diyalogları sanki kendi sözü yokmuşçasına aradan çekilerek dillendirir. Öyle ki Karl Rossmann?ın karşılaştığı olaylar aslında onun algı ve yorumlarını sürekli dışlayacak, genç adamın saçma sapan, önemsiz durumlar karşısında takındığı ciddi tavır bir durum komedisine dönüşecektir.
Yeni ayak bastığı New York?ta tesadüfen karşısına çıkan senatör dayısı sayesinde bir anda talih kuşu konmuştur Karl?ın başına. Yüzlerce odalı saray yavrularında, parıltılı eşyalar arasında, zenginliğin alemet-i farikası sayılan aktivitelerle geçen günler çok çabuk tükenecek, dayısı tarafından nedensizce suçlanan Karl, bir anda kendisini Amerika?ya özgü dipsiz yoksulluk içerisinde bulacaktır.
Kafka?nın kâbusu
Kafka?nın absürd/saçma mizah anlayışı Karl Rossmann kimliğiyle bürünür ete kemiğe. Diğer romanlarında olduğu gibi, Karl da zayıflık, itilmişlik, güçsüzlük ve çaresizlikle malüldür. Ama o bu malüllükten etkilenmez. Tıpkı Dublin sokaklarında bir ileri bir geri dolanan ?Ulysses?in kahramanı Bloom gibi o da yeni bir sanat öğrenmektedir: Görmek ve görmemek.
Karl görür ve gözler, ama merceğine takılanlarla duygu ve düşünceleri arasına bir sınır çekmiştir. Her şeyi fark eder, ancak hiçbir şeye yoğunlaşmaz, hiçbir şeyden kırılmaz, hiçbir şeyi kötüye yormaz. Öyle ki zenginlikten yoksulluğa savruluşu bile büyük bir etki yaratmayacaktır üzerinde. Düştüğü en zor, en acımasız koşullarda kendi yolunu bulmasını, dış dünyayla iç dünyası arasına bir mesafe koymasını, durumdan ?yararlı? dersler almasını bilir; ?Kafka metinlerindeki tutunamayan tip, sırf tutunamadığı için güçlü kalmış gibidir.? Bu, büyük kentlerin ve kalabalıkların, dış dünyanın etkilerinden kaçmanın yegane yoludur; bir eksiklik veya yokluk olmaktan çok, kişinin kendisini korumasını sağlayan etkin bir araçtır .
Karl?ın Amerika?sı, Kafka?nın Amerika?sıdır. Kahramanının kendisini korumayı becerdiği metropol kalabalığı, Kafka?nın kabusudur. Karıncalar imparatorluğunu hatırlatan New York şehri ?dolaylı ilişkilerin uçsuz bucaksız labirentini, modern yaşama biçimlerinin getirdiği bölünmeleri, karmaşık, karşılıklı bağımlılıkları dile getirmesiyle? Kafka?yı yıldırmıştır. Romanın pek çok bölümünde görmediği ama tahayyül ettiği metropolden manzaraları aktarır. Bir alıntıyla örnekleyelim:
?Karl?ın memleketinde böyle bir yerden bütün manzara ayaklar altında olabilecekken, buradan görüne görüne adeta tepeleri budanmış iki sıra halindeki binaların arasından dümdüz, bu nedenle de kaçarcasına, yoğun sisler içinde bir katedralin müthiş siluetinin yükseldiği uzaklara doğru uzanan bir yol görülebiliyordu. Sabah olduğu kadar akşam ve de gece görünen düşlerde yoğun bir trafik akıyordu bu yoldan; yukarıdan bakıldığında, sanki sil baştan, çarpılmış insan yüzleriyle her türden araba çatısından bir karışım oluşuyor ve bundan da, gürültü, toz ve kokularından, kat kat çoğalan vahşi, yeni bir karışım yükseliyor, bunların tümüne de, nesne kalabalıklarından durmadan saçılan, alıp taşınan ve yeniden yeniden getirilen güçlü bir ışık egemen olup nüfuz ediyordu; bu, büyülenmiş gözlere öyle bedensel bir şeymiş gibi görünüyordu ki, sanki sokağın üstünde her şeyi kaplayan bir camın her seferinde yeniden, olanca gücüyle parçalanacağı izlenimi veriyordu.?
Kalabalıklar içinde yalnızlaşmanın ve yabancılaşmanın dehşeti kadar aile kurumunun toplumsal iktidarın yapıtaşı olduğunu da fark etmişti Kafka: 1912 yılında yazdığı ?Yargı? ve ?Değişim? hikayeleri gibi ?Amerika? romanında da birey- toplum çatışmasını aile kurumu etrafında işlemiştir. Bu noktada yazarın kendi tarihine, babasının baskıcı kişiliğine ve mutsuz ailesine birebir karşılık gelecek motifler bulunabilir. Ne var ki edebiyat aracılığıyla başka bir gerçeklik düzleminde yeniden inşa ettiği Kafkaesk dünya, yazarın biyografisine indirgenemez. Kafka?nın kahramanlarının ellerinde olmadan gelişen, onların sadece yüzleşmek zorunda kaldıkları olaylar aslında modern insanın yaşamak zorunda kaldıklarına dair güçlü eğretilemelerdir. Kendi özel dünyasının nevrotik olup olmadığının hiçbir önemi yok, önemli olan onun modern çağ nevrozlarının anlatıcısı olması, bireyin nevrozlarını hepimize ait olan bugünün dünyasının nevrozları haline getirmesidir.
?Bir insanın özgünlüğü ne kadar büyükse, o insan boğuntu karşısında o kadar çaresiz kalır,? demişti Kierkegaard. Kafka bu özgünlükten fazlasıyla nasibini almıştı; Lucas?ın ifadesiyle ?gözü dönmüş ve ürkütücü bir boğuntu karşısında ne yapacağını bilemeyen modern bireyin / yazarın klasik örneğiydi? o. Çaresiz kaldığı boğuntuyu ve onun hem tamamlayıcı bir parçası hem de nedeni olan bölünmüş karanlık dünyayı herkesten daha fazla içinde duyumsayarak yansıttı; ?Bu dünyanın, insanı irkilten yanı korkunçluğu değil, olağan görünüşüdür?. Kafka benzersizliğini, bu temel yaşantıyı iletecek dolaysız ve yalın bir anlatım yolu bulmuş olmasına borçludur.
(*) Abidin Parıltı, 02/10/2006 tarihli Milliyet Gazetesi Kitap Eki
Tanıtım Yazısı
Amerika adlı roman, Amerika’da yaşamak zorunda kalan genç bir masumu anlatmaktadır. Hizmetçi kız tarafından baştan çıkartıldığı için oraya sürgüne gönderilmişti. Yüzeysel olarak Şato ve Duruşma’ya fazla benzemez. Ama Kafka, tipik inatçılığıyla, ne kadar çok gerçekçi bir betimlemeye başlarsa, gemilerin, otellerin, büroların dünyası o kadar çok garip, komik ve şaşırtıcı bir hal almaktadır.
Amerika adlı eserde temel endişeler belirir ve bu endişeler kendisini çok küçük bir nesneye çevirerek güçten uzaklaşma veya tamamen gözden kaybolma arzusu ve sanat yaşamdaki sonsuz belirsizliğe karşı olan inancı bunu körükler. Romandaki boşluklar önemsizdir- eğer Kafka onları doldurmuş olsaydı, başka boşlukları hemen fark ederdik…
Kitabın Künyesi
Amerika
Franz Kafka
İthaki Yayınları
Çeviren: Şükrü Çorlu
Baskı Tarihi: Eylül 2006
286 sayfa