“Fransız Aydınlanması’nın önde gelen düşünürlerinden Montesquieu (Charles-Louis de Secondat, Baron de La Brède et de Montesquieu), Fransız siyasetine, Kilise’nin uygulamalarına, toplumsal koşullara ağır eleştiriler getirdi. “Yasaların Ruhu” eserinde kanunlar karşısında bütün insanların eşit olması gerektiğini savundu.
Bir dilenci vaftiz etmişti onu. Yırtık pırtık giysileri lekeli, kim bilir kaç zamandır su götürmeyen saçları katılaşarak birbirine yapışmış, her daim açık tuttuğu avuçlarının içi de en az çıplak ayakları kadar kararmış, önünden geçenlere kaldırdığı kirli yüzü parlayarak düşen bozukluklarla aydınlanan, bir parça ekmekle karnını doyurana minnetle bakan bir dilenci tarafından vaftiz edilmişti. Asaleti kuşaklar öncesinden gelen asker babası istemişti böyle olmasını. Bu davranışının çevresinde şaşkınlık uyandırması doğaldı. Çünkü bir katolikti o ve Katolik inancı vaftiz babasının çocuğun gerçek babasının yerini tutabilecek biri olmasına müsaade ediyordu ancak. Bir asil için hayli cesur bir karardı bir dilenciyi vaftiz babası yapmak. Oğlunun ileride yoksulları küçük görmemesi, doğuştan sahip olduklarına sahip olmayanlara büyüklenmemesi için böyle bir karar almıştı Jasques de Secondat. Ve yoksulluk duygusunu bizzat tadarak tanısın diye bir çiftliğe toprak işlerinde çalışmaya göndermişti Charles Louis’yi daha çocuk yaşlarda.
Doğduğu yerde, Bordeaux’nun üzüm bağları ve şaraplarıyla ünlü kasabası la Brede?de geçirdiği, içinde yer eden ve hayatı boyunca unutmayacağı bu günlerin ardından okula başladı Charles Louis. Birçok bilgin yetiştiren Oratoire keşişlerinin Juilly’deki kolejini bitirdiğinde artık olgun bir delikanlıydı. Gördüğü eğitim kadar aldığı aile terbiyesinin ve henüz yedi yaşındayken annesini yitirmesinin de etkisi vardı erken olgunlaşmasında kuşkusuz.
Daha doğduğu günlerde evde alınan karar gereğince hukuk öğrenimine başladı Bordeaux?da vakit kaybetmeden; Paris’e gitti sonra. Elinde diploması döner dönmez Bordeaux Parlamentosu?na üye oldu. Yirmi altısına bastığı ertesi yıl, yüklü bir drahoma karşılığında aristokrat bir ailenin kızı olan Jeanne de Lartigue ile evlendi. Bir yıl sonra amcası Jean Baptiste’in vafatıyla hayatı değişti; amcası unvanını, taşınır taşınmaz ne varsa sahip olduğu her şeyi ve Montesquieu adını ona bırakmıştı. Daha önce ilk çağ filozoflarının Tanrı’nın lanetine uğramayacaklarını ispatlamaya çalışan bir yazı yazan Charles Louis, bu yıllarda kitaplar yazmaya başladı. Romalılar’ın Dindeki Politikası, Düşünceler Sistemi bunlardan ikisiydi. Alacağı eğitimde söz hakkı olmadığından fen bilimlerinden uzak kalmıştı ama görünüşe bakılırsa bu açığını Hastalık, Yankı, Böbrek Guddelerinin Faydası, Nesnelerin Şeffaflığı gibi birkaç inceleme kaleme alarak kapatmaya çalışıyordu. Bütün bu incelemeler sırasında farklı bir kurgu da yaptı. Ama bu kurgunun ne kadar büyük bir başarı kazanacağını tahmin edemediğinden olsa gerek, üzerine ismini yazmadan bastırdı. İran Mektupları yayımlanır yayımlanmaz Franda’da tüm zamanların en çok okunan, en çok tartışılan kitabı oldu. Montesquieu’nün Paris’i görmeye gelen iki Acem?in ağzından anlattığı 15.Louis dönemi sarstı okuyanları. O zamana kadar her konuda tek bir doğruda olduğuna, bu doğruların da kendi bildikleri doğrular olduğuna inanmış, inandırılmış Fransızlar kitapta kendileriyle karşılaştılar. Fransa’ya, Fransız ulusuna tutulmuş bir aynaydı İran Mektupları. Ve o aynada yozlaşmış, zorbalaşmış bir zümrenin elinde çürümüş, çürütülmüş bir kalabalık vardı. Dönemin ünlü düşünürü Voltaire?in ?böylesine hafif bir üslupla yazılmış bir eseri herkesin kaleme alabileceğini? söylemesine rağmen kitap daha yayımladığı yıl dört baskı yaptı; aynı sözler yazarının Fransız Akademisi?ne seçilmesine de engel olmadı. Ne var ki kendisinden hazzetmeyen bir kesimin, akademi üyeliği için Paris’te ikamet etme şartı olduğunu ileri sürmesiyle seçim sonuçları iptal edildi. Ama bu adaletsizlik karşısında pes etmedi Montesquieu. Bordeaux’daki başkanlık görevinden istifa etti; bürosunu elden çıkarıp Paris?e yerleşti. Üyeliğinin iptalinden üç yıl sonra akademi?deydi. Başkentin renkli yaşamından mahrum bırakmadı kendini; dostlarıyla gündüzleri kahvelerde geceleri ise kulüplerde bir arada olmaktan büyük keyif aldı.
Fakat ona bu kadar kapı açan İran Mektupları, aslında sadece daha sonra yazmaya başlayacağı Kanunların Ruhu?nun bir provasıydı. Bu kitabı yazmaya oturmadan önce biraz gözlem yapabilmek için birkaç yılı ülkesinin dışında geçirdi Montesquieu. Rahatına düşkündü o da Montaigne gibi; can sıkıcı işlerle ve kimselerle uğraşmak istemiyordu. Bu kimseler arasında karısı da vardı. Ondan uzakta yaşama isteği ağır basıyordu bu yüzden. Peş peşe Almanya, Avusturya, İtalya ve Hollanda’ya gitmesi anlaşılır bir durumdu; her zaman ayrıcalıklı kişilerle vakit geçirdiği düşünülürse iki yıl kaldığı İngiltere?de masonların arasına karışması da öyle. Çok istemesine rağmen Doğu’ya uzanamadı ama. Doğu onun belleğinde gençliğinde okuduğu Binbir Gece Masalları ve Jean Chardin’in gezi notları İran ve Doğu Hindistan?ından ibaret bir düşler ülkesi olarak kaldı. Fransa’ya dönünce babasından miras kalan Brede şatosuna yerleşti. Ne İran Mektupları’nın getirdiği şöhret, ne de Akademi üyeliği yetiyordu ona. O güne kadar anlatmaya çalıştıklarını artık bilimsel bir zemine oturtmak istiyordu. Hala en büyük ve en önemli eseri olarak takdim edilen Kanunların Ruhu?nu yazmaya başlayan Montesquieu on yedi yıl bu kitabın başından kalkmadı. Bazı bölümlerini okuduğu dostlarının, doğuracağı tehlikelerden ötürü yayımlamasını sakıncalı bulduğu ifadeleri ettikleri eseri Cenevre?de bastırdı. Kitap kapağında yazarın ismi yine yoktu.
Otuz bir kitaplık eserini altı bölüme ayırmıştı. İlk sekiz kitapta hukuk ve hükümetten, takip edilen beş kitapta askeri ve mali konulardan bahsetmiş; üçüncü bölümün altı kitabında geleneklerle iklim şartlarının etkisini incelemişti. Dördüncü kısmın dört kitabını iktisadi meselelere ayırırken, beşinci bölümdeki üç kitapta inden ve son beş kitapta da Roma ve Fransız hukukları ile feodal hukuktan söz açmıştı.
Hukuk sistemlerinin halkın karakteri, içinde yaşadığı ekonomik koşullar, iklim gibi koşullara bağlı olarak değiştiğini ve bütün bu koşulların yasaların özünü oluşturduğunu söylemişti; kitabına bu yüzden Kanunların Ruhu adını vermişti. İklimi önemsiyordu Montesquieu; çünkü bir halkın karakter ve tutkularının biçimlenmesini etkilediğini düşünüyordu iklimin. İngilizlerle Sicilyalılar farklıydı mesela; aynı sistem uygulanamazdı onlara. Yasalar öyle oluşturulmalı ve uygulanmalıydı ki başka uluslara uygulamaları mümkün olmasın. Kişi istediğini yapma gücüne sahip olmalı ve istemediğini yapmaya zorlanmamalıydı.
Özgürlük konusu eserin dikkati çeken önemli bir özelliğiydi. Kişilerin eşitliğinden, özgürlüğün insanların en tabii haklarından biri olduğundan, kanunlar karşısında bütün insanların eşit sayılması gerektiğinden, toplumların ancak bu anlayış sayesinde mutluluğa erişebileceklerinden bahsediyordu yazar. Diktatörlüğün, zorbalığın her türlüsüne karşı çıkan düşünürün savunduğu sadece politik özgürlük değildi; insanların dini inançlar söz konusu olduğunda da baskılanmaması gerektiğini ifade ediyordu. Bu fikirlerin kitapta bu kadar belirgin bir biçimde yer almasında, Montesquieu?nün yetişme şeklinin büyük etkisi vardı şüphesiz.
“Uçsuz bucaksız bir ülkeyi yönetenin, egemenliğinin de doğal olarak sınırsız olması gerektiğini” okuyan II. Katerina’nın eseri başucundan ayırmadığı haberi ulaşırken Paris’e, dünyanın dört bir yanından övgüler yağıyordu. Kilisenin okunması yasak kitaplar listesine geçirttiği Kanunların Ruhu?nun itirazı olan bir tek Papa değildi. İran Mektupları hakkında fikir beyab eden Voltaire, yazdığı Filozofça Konuşmalar ve Fıkralar?da konuşturduğu karakterlerin ağzından över gibi yaparken eleştirmekten de geri kalmıyordu ?meslektaşı olarak görmediği? meslektaşını. Hatta tespit ettiği hatalara ?katıla katıla güldüğünü? söylüyordu. “Çok hoşuma gitti. (“) Kitabının her yerinde istibdat yönetimiyle savaşıyor; maliyecileri korkunç, dalkavukları iğrenç, keşişleri de gülünç bir şekle sokuyor. Böylece keşiş, maliyeci, memur olmayanlar ya da olmak istemeyenler, Fransa?da çok sevdiler bu kitabı. Ama ben böyle bir kitabın başı da sonu da olmayan bir çıkmaz şeklinde metotsuz, plansız olarak yazılmış olmasına üzüldüm. (“) Bana kalırsa Montesquieu, kanun adamı kılığına girmiş bir Michel Montaigne?den başkası değil.? Voltaire kitapta kanunların ruhunu değil, olsa olsa yazarının engin zekâsını bulduğunu söylüyordu.
Bu sıralarda Montesquieu eleştirilere kulaklarını tıkamış, Büyük İskender?in komutanlarından biri olan Lysımaque ile ilgili yazdığı incelemeyi yayımlamaya hazırlanıyordu. Hayatında hemen hiç üzülmediğini, pek sıkıntı da çekmediğini söyleyen birisinden aksi bir davranış da beklenemezdi zaten. Yaşamının sonuna denk gelen bu birkaç yılı pek sevdiği La Brede şatosunda istirahat ederek geçiren Montesquieu, son kelimelerini Diderot?un hazırladığı ünlü Ansiklopedi?nin ?Zevk Üzerine Deneme? maddesi için döktü satırlara. Ama yayımladığını göremedi ne yazık ki. 18 Ocak 1689?da hayata gözlerini açtığı yerde öldü; 1775 yılının 10 Şubat?ında. St. Sulpice Kilisesi?ne gömüldü.?
Pelin Özgür, K dergisi, 76.sayı, 14 Mart 2008