?Sözcükler de kirlenir? dedi mi şimdi anımsamıyorum, ama ?Sözcüklerin de pasını almak gerekir? dediğini biliyorum. Henüz bira kasalarından yaptığımız sandalyelere oturmadan, yol kenarında henüz kesilmemiş çınarların altında yürürken, esen sıcak yeli tatlı bir serinliğe dönüştüren nehrin akışında yolculuğa çıkmadan, az sonra başlayacak ve belki de karanlığa kadar sürecek söyleşinin ön hazırlığı gibiydi bu sözler. Kenti ikiye bölen Seyhan?ın öte yakasına geçmiştik. Buğulaşan sıcağından biraz olsun kurtulmak, biriken sözlerimizi, duygularımızı birbirimize aktarmak, biraz da ve aslında Feyyaz?ın ev tutsaklığından kurtulması için ayda bir de olsa bir araya geliyorduk. Feyyaz?ın ısrarı ve özlemiydi bizi bir araya getiren. Biraz da aylık çıkardığımız Çağdaş Yaşam dergisi elbette. Her şey gibi sözcüklerin de kirleneceğinin bilincindeydik. Duran?ın sözünü ettiği kirlenme bu değildi. O şairin bir görevinin de sözcüklerin bakımını yapmak olduğuna inanıyordu. Herkesin kullandığı ama şairin onların pasını alarak yeni işlevler, tatlar kazanmasını sağlamak olduğunu biliyordu. Şair yeni sözcükler üretmeliydi. Hiçbir şey yapamasa da bir kadın titizliği içinde evin her bölümünü yeniden temizlemek, her alanını kullanılır halde tutmak ve başkalarını konuk ederken ?mahcup? olmaması gerektiğine inanıyordu. Eskibaraj?ın piknik alanı içinde kalan Kışla Mahallesi?nin geniş bahçelerinin birinin önündeki, yüzünü nehre dönmüş dükkâna girdiğimizde ilk sorduğumuz şey şarabın soğuk olup olmadığıydı. Yaz ortasında, hem de bu sıcakta, şarap içmenin saçmalık olduğunu düşünen ?bakkalcı? dolaba şarap koymamıştı. ?Sen iki şişe şarabı buzdolabına koy; soğuyana kadar birer bira içeriz biz de? diyerek buz gibi biraları kaptık Duran?la. Feyyaz ve Mustafa Hoca çınar ağacının altına giderek en koyu gölgeyi seçmiş bizi bekliyorlardı. İkişer boş bira kasasını alarak onlara yöneldik. ?Soğuk şarap yokmuş. Başlangıcı bunlarla yapacağız? dedi Duran. Gazeteyi yere serdikten sonra, sarı leblebileri de onun üstüne döktük. Önceden yıkanmış, naylon poşetteki şeftalileri de koyduk yanına. Onlar sırasıyla bira açacağıyla kapakları açarken, ben çakmağımla patlattım kapağı. Böylesi hoşuma gidiyordu açıkçası. Feyyaz?ın geldiğimizden bu yana ?hadi başlayalım? sabırsızlığı, bira kapaklarının fora edilmesiyle bitti. Maviş gözlerindeki gölge kalkıverdi bir anda. Her zamanki coşkusu ve içtenliği içinde bira şişesini tokuşturdu. ?Birlikteliğimize ve Çağdaş Yaşam?a.? Aslında bizim esin kaynağımızdı Feyyaz. Savruk yaşamı, çelişkileri, içtenliği, yaşadıklarını, düşündüklerini yapmacıksız, olduğu gibi ortaya dökmesi bizim de üzerinde konuşacağımız konuların başlangıcını oluşturuyordu. Günün ilginç ve önemli sözlerinden biri olan ?sözcüklerin pasını almak? gerektiğini vurgulayan Duran?ın bunu söylemesinin nedeni oydu. Şimdi olduğu gibi, çekinmeden, sakınmadan, aklına gelen, duygu imbiğinden geçen ne varsa ?face?de paylaşıyordu Feyyaz. Aceleye getirilmiş yazıları, belki de o anda yazdığı dizeleri paylaşıyordu hemen. ?Sana da yakışmıyor Hocam!? demişti Duran. ?Hatalı yazıp az sonra da ? şöyle olacaktı? diyerek paylaşmak aslında doğru değil.? ?Yazarken hepimiz hata yaparız. Bu normal bir şey. Yayınlamadan önce gözden geçirmek gerek aslında? dedim ben de. ?Bir de yazdıklarını demlenmeye bırakmak, bir süre sonra yeniden üzerinde çalışırken sözcüklerin seçiminden, kurduğun dizelere kadar belki de yeniden yazmak gerekir şiirleri.? ?Kuyumcu titizliği içinde ince işçilik gerektiren bir şeydir şiir? diye tamamladı Akyürek. ?Demir gibi, sözcükler de oksitlenir, paslanır? dedi Duran. ?Şair, sözcüklerin de pasını almalı, zımparalamalı.? Aslında hepimizin de bildiği, yeteneklerimiz ve yetkinliğimiz ölçüsünde uygulamaya çalıştığı şeydi söylenenler. Bir şeyi bilmek yetmiyordu. Bildiğin şeyi iyi bir kurguyla, özgün bir dille, yeniden yaratarak, üreterek sunmalıydı şair. Belki de bu özeni göstermediğimiz için çuvallıyorduk çoğu zaman. Biralarımızı yudumlarken bir süre çevreyi izledik. Gün batıya dönmüş, gölgeler uzamıştı. Yine de altında oturduğumuz çınar ağacının yaprakları arasından sızan güneş ışıkları benekli gölgeler oluşturuyordu yüzlerimizde. Hemen yanı başımızda arabalarını durdurmuş, hem ağaçların hem de arabaların gölgelerine sığınmış, kimilerinin yerlere uzandığı, kimilerinin getirdiği taburelere tüneyen üçlü beşli gruplar halinde oturan, belki de ortam gereği içinde hiç kadın olmayan insanlara baktı Duran. ?İddia ediyorum? dedi. ?Şu bir buçuk milyonluk kentte yaşayanların hiç biri, hele de şurada oturup demlenen insanların tümü şu konuştuklarımızı konuşmuyor. Umurlarında bile değil? dedi. ?Ama biz konuşacağız? dedim. ?Dışarıdan bakıldığında, nehir kenarında şaraplarını yudumlayan serseriler gibi görünsek de bizim gerçeğimizi değiştirmez bu.? ?Gel de bunu anlat insanlara? dedi Duran. Yüzünde düş kırıklığı değil de bir gerçeğin acıtıcı çıplaklığını görmenin öfkesi vardı. ?Gerçi biz kendi ailemize bile anlatamıyoruz kendimizi? Bunu da zaman zaman konuşuyorduk. Yayınlanmış kitabımızı, çıkardığımız dergileri, bir yerde yayınlanmış yazı ya da şiirleri kendi ailelerimize bile okutamıyorduk. Okuma zahmetine girseler bile onların yüzlerinde bir şeyi başarmış ve bir değer ortaya koymuş birine duyulan sevgi, hayranlık, yoktu. Oysa en azından kendimden biliyordum. Bir öyküyü bitirmek, bir yazıya son noktayı koymak en büyük mutluluk kaynağımızdı. Birinin ?eline, yüreğine sağlık? demesinin bizim için ne kadar değirli ve anlamlı olduğunun bilincindeydik. ?Bizim yazgımız bu!? dedim. ?Ama ne olursa olsun Rüştü Onur?un dediği gibi; ?Sizi düşünüyorum, beni düşünmediğinizi bildiğim halde? demek zorundayız. Biz yalnızca kendimizi değil, bütün insanları, doğayı ve içinde yaşayanları düşünmek zorundayız. Onlar farkına varmasalar da, değerini bilmeseler de.? Feyyaz ikinci kadeh için sabırsızlanıyordu. Bir anlık suskunluğumuzu ve belki de yüzümüze yerleşen hüznü dağıtmak için: ?Hadi şiire? dedi. Akyürek, belki de şu söylediklerimize ve acıtan gerçeğe inat olsun diye elindeki dosyanın içinden bir şiir seçip uzattı. Son yazdığı şiirlerin bir bölümünü dosyalamış bizimle paylaşmak istiyordu. İyi şiirleri vardı Akyürek?in. Hasan Hüseyin?in ?Şiir söz tasarrufudur? sözüne (kendisi pek uymasa bile) gereğinden fazla özen gösteriyordu. Belki de bu yüzden benim gibi şiir yazamayan okuyuculara fazlasıyla bir sorumluluk yüklüyordu. Duran için de böyleydi belki ama gerçekten kötü bir alışkanlık oluşmuştu son zamanlarda. Okuduğumuz her yazıyı elbette anlamaya çalışarak okuyorduk, ama şu dergiyi çıkardığımızdan bu yana bir de ?hata?yı görme kaygısıyla okuma alışkanlığı yerleşmişti ki; okuduğunun tadına varmayı zorlaştırıyordu çoğu zaman. En azından benim için böyleydi. Söz döndü dolaştı yine şiire, şiirin yapısına geldi. ?Aklımıza geldiği gibi değil, her sözcük üzerinde çalışarak oluşturmalıyız şiiri? dedi Akyürek. ?Gereksiz ayrıntılardan kurtarmalıyız. Şiir, pamuk hararına benzer. Bakınca dolu sanırsın. Ama bastıkça dibe çöker pamuklar.? Benzetme hoşuma gitmişti. ?Ben köy çocuğuyum? dedim. Bizim kuşaklar bilir, yeni kuşaklar açısından hem bilinmez, hem de artık gelişen teknoloji içinde yok olup gitmiştir anlatacaklarım. Eskiden biçer döverler yoktu. Olsa da bizim dağlık köylerde çalışması olanaksızdı. Ekinler biçildikten sonra harman yerine taşınırdı saplar. Sonra bölüm bölüm yere serilirdi. Genellikle atların çektiği altlarına çakmak taşlarının çakıldığı ?gem?lerle (döven? olarak bilinir genelde) sapları saman haline getirirdik. Sonra yabayla onları savurur sapla buğdayı ayırırdık. O zamandan anımsıyorum. Ben saman hararını doldururdum. Abim benim yaptığımı beğenmezdi. Sonra babam gelir, ikimizin de yaptığını beğenmezdi. Benim doldu sandığım hararı yumruklayıp yarıya indiren abimin yaptığını beğenmeyen babam, kollarını çemrer öyle bir basardı ki samanların üstüne? Doldu sandığımız harardaki samanlar bastırdıkça dibe kadar inerdi. Şimdi anlıyorum ki; ben romandım, abim öykü, babam da şiir.? ?Yine öyküsünü yazdı Allahsız!? dedi Duran. Hepimiz gülüştük. Yeniden kadehlerimizi kaldırırken ?Başlarım lan şiirinize!? dedim. ?Ben öykücüyüm, her karşılaştığımızda şiirinize kafa yormak zorunda kalıyorum.? ?Sen de öykücü getirirsin? dedi Feyyaz. ?Nereden bulayım öykücüyü. Ama şair bulmak kolay. Elini sallasan ellisi.? ?Sorunumuz da bu? dedi Duran. ?Ülkemizde tırnak içinde söylüyorum ?şair? enflasyonu var. Hırsızlar da cabası.? ?Biz gerçek şairden bir şiir dinleyelim o zaman? dedi Feyyaz. Topu Duran?a attı.
Mehmet Taşar
Değerli Dostlar;
Mehmet’in anlttığı çınar ağacın altında yanınızda olmayı ne çok isterdim.Neyse o geçmişte kaldığı için geçiyorum.
Fakat anlaşılmama konusuna gelince,sizlere katılıyorum.
Yaşadıklarınızı ben de yaşıyorum.Bu da bizim gibi insanla-
rın kaderi olsa gerek.Bir aforizmamda şöyle seleniyordum anlaşılmayan aydın insanlara.Aforizmam şöyla:düşünürler,/
her çağda anlaşılmamaktan yakınırlar./anlaşılmış olsalardı,/ kendilerine ihtiyaç olmazdı.