Brecht bizimdir!
Brecht’in sanat ve edebiyata ilişkin görüşleri, çeşitli makalelerinin ve notlarının toplandığı “Edebiyat ve Sanat Yazıları”nda ve görüşlerini netleştirmenin de bir aracı olarak tuttuğu “Çalışma Günlükleri”nde yeralmaktadır.
Özelde Çalışma Günlükleri Brecht’in farklı ilgi alanlarını, çok yönlülüğünü, yeni fikir ve önerilerinin hangi süreçlerden ve inatçı çalışmalardan geçerek olgunlaştığını göstermesi açısından önemlidir. Bu nedenle, Brecht’in sanat anlayışını değerlendirirken, çoğunlukla o yaşarken yayınlanmamış olan bu notlara başvuracağız.
Genç yaşlarda sosyalizm düşüncesiyle tanışan Brecht, antifaşist, sosyalist edebiyatçı-sanatçı olmaya karar verdikten sonra, yaşamı boyunca bunun için uğraştı.
1919 yılında Alman komünistlerinden Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in katledilmesi Brecht’i derinden etkiledi ve onu antifaşistlerin/komünistlerin saflarına daha da yakınlaştırdı. 1920’li yıllarda artık Brecht, sanat ve edebiyat alanında sınıf savaşımına kendini vermiş, Marksizmi öğrenmeye ve uygulamaya çalışan bir sanatçıydı. 1920’li yılları, Brecht kendisi açısından, Marksizmi öğrenme yılları olarak değerlendirir. Bu yıllar diyalektiğe ilişkin kavrayışının temelini attığı, sanat ve edebiyat alanlarındaki birikimini geliştirdiği ve yenilikler denediği yetkinleşme dönemidir.
Brecht, zamanının tüm antifaşist, devrimci, komünist sanatçıları gibi Sovyetler Birliği’nden esen “sanatta büyük atılım” rüzgârından etkilenmişti. Bu dönem Tretyakov, Meyerhold, Eisenstein, Mayakovski, Lissitzkii, Vertov ve diğerlerinin çalışmaları Avrupa’daki sanatçılar üzerinde de etkide bulunmaktaydı. Sanatın her alanında, resimde, müzikte, film, fotoğraf ve tiyatroda yeni üretim yöntemleri (örneğin kolektivizm) ve yeni teknikler gelişmektedir (örneğin fotomontaj). Brecht, 1930 başında Berlin’e gelen Meyerhold’la tanıştı. 1929’a kadar Mayakovski sık sık Almanya’ya geliyordu. 1930’da Eisenstein birçok kez Almanya’ya gelmişti. Eisenstein’in “Potemkin Zırhlısı” ilk kez 1926’da Almanya’da gösterilmiş, daha sonra “Grev” (1927) ve “Ekim” (1928) gösterime girmişti. Kısacası, sanatçılar arasında karşılıklı tartışma, görüş alışverişi ve etkilenme sözkonusuydu.
1920’lerin sonundan itibaren Brecht’in sanat ve estetik anlayışında büyük dönüşümler gerçekleşir. O kendi sanatının toplumsal yaşamdaki işlevini yeniden tanımlama çabasına girişir. 1929’da sahnelediği “Mahagony Kentinin Yükselişi ve Düşüşü”, “Üç Kuruşluk Opera”, “Kural ve Kuraldışı” (1930) Brecht’in ilk epik tiyatro denemeleridir.
Nasıl bir sanat?
Brecht, eskiye karşı amansız bir mücadele içinde yeniyi bulmaya çalışır. Eskiye tepki! Yeniyi ararken onda ağır basan şey budur. Sanat ve edebiyatın çeşitli alanlarıyla ilgilenir. Her alanda “eski”yle “yeni”yi çatıştırır. Ve bu çatışma içinde burjuvazi ile proletarya arasındaki çizgiyi tüm netliğiyle çekebilmek için uğraşır. Bu mücadelede onun dili kılıç kadar keskindir.
“Daha iyi anlaşılmak için, kendimi biraz açık olmayan bir biçimde ifade edeceğim: Karşıtlarımdan burjuvazi beni hiç ilgilendirmiyor – tüm çabalarına rağmen. Buna karşın proletarya beni ilgilendiriyor – umarsızlığına rağmen.
Her halükârda, burjuvazinin ‘düşünce’ tarihindeki o dev deliğin dolgusu olmadık, olmayacağız. O, hiçbir zaman doldurulamayacak da, ve en azından bize düşen rolü söylemek gerekirse, bu (o deliği) daha da genişletmek için çalışmaktır. Bütün o idesiz ve çaresiz avam takımı gün batmadan şunu anlayacak: Düşüncelerin yeniliğinin bir ölçütü varsa eğer, o da, köhneleşmiş burjuvazinin bunu anlayamayacağıdır. (“Edebiyat ve Sanat Yazıları”, cilt 1, sayfa 15, Suhrkamp Verlag)
Brecht’e göre yeni, yükselen sınıfın saflarında aranmalıdır. Burjuvazi ve onunla birlikte burjuva sanat ve edebiyatı miadını doldurmuştur. Sanat ve bilimdeki gelişmeler “Batı kültürü”nün hızlı çöküşünü engellemekten uzaktır. Dahası, bizzat bu çöküş sürecinde aktif rol almaktadır. Burjuvazinin sanat ve bilimi “insani değerlerin yokedildiği yerde güçlü ve başarılı, insani değerleri inşa etmeye veya korumaya çalıştıkları yerde ise çaresiz ve başarısızdır.” (“Edebiyat ve Sanat Yazıları”, cilt 1, sayfa 85)
Brecht genç sanatçılardan eskiyle aralarındaki bağları koparmalarını, proletaryanın saflarında yerlerini almalarını talep eder.
“Eski ustaların kötü çalıştığını ya da görevlerini yapmadıklarını söylemiyorum. Hatta, onların görevlerini tam yerine getirdiklerine inanıyorum ve size utanın diyorum, eski sorulara yeni yanıtlar aramak yerine, yeni sorular sorun. (…)
Bizim alışkanlıklarımızı çizmelisiniz. Yüzyıllar boyunca resmini çizdiklerinizin alışkanlıklarını çizdiniz. Son modanız kendi alışkanlıklarınızı çizmekti. (Sonuçlar doktorlara ve masoşistlere epey yaradı!) Size tavsiyem: resimlerinize bakmak zorunda olanların alışkanlıklarını çiziniz.” (“Edebiyat ve Sanat Yazıları”, c. I, s. 11)
“Kime yarıyor?”
Brecht’in tüm sanat ve edebiyat eserlerine yaklaşımda temel sorusu budur. Brecht’e göre örneğin şiir de “yarar/lılık” açısından ele alınıp değerlendirilmelidir. Ekspresyonistlerin yazdıkları türde tüm içeriği “güzel imgelerden ve aromatik kelimelerden” oluşan şiirler “yararlılık” ölçütüne vurulduğunda değersizdir. Bunlar çoğunlukla ne şarkılaştırılıp kitlelere yaygınlaştırılabilir, ne de okunduğunda insana güç katar.
“Başlangıçtaki jestten, bir düşüncenin ya da bir yabancı için de faydalı bir duygunun anlatılmasından çok uzaklaşmışlardır.” (“Edebiyat ve Sanat Yazıları”, c. I, s. 55)
Brecht’in “yararlılık” noktasındaki vurgusu, burjuvazinin herşeyin üstünü örten “güzellik” (estetik) anlayışına tepki olarak kavranmalıdır. O sanat eleştirmenlerinden estetiği ikinci plana atmalarını talep eder. İlk planda gelmesi gereken “yararlılık”tır ya da “Kime yarıyor?” sorusudur.
“Parlak bir estetik biçime sahip olanın yanlış olabileceği bir durumda yaşıyoruz. Güzel olan gerçek kabul edilmemelidir, çünkü gerçek olan güzel kabul edilmemektedir. Güzel olana esasen kuşkuyla bakılmalıdır.” (“Edebiyat ve Sanat Yazıları”, c. I, s. 113)
Bu satırlardan yola çıkarak, Brecht’in estetiğe önem vermediği sanılmasın. Ya da Brecht’in “slogan sanatından” yana olduğu, kaba bir sanat anlayışına sahip olduğu çıkarılmasın. Brecht, sanatına içerik ve biçimde son derece yüksek taleplerde bulunmuş ve bunu pratikte gerçekleştirmiştir. Estetiği herşey gören, kendi saptadıkları biçimler uğruna içeriği kaybedenlere karşı mücadeleetmiştir. Önce içerik! Brecht’in vurgusu buydu. Brecht’e göre sanat “kendinden şeyi, kavranılmaz olanı inşa etmelidir. Ama, sanat ne şeyleri kendiliğinden anlaşılır (duygusal olarak kabul edilen) ne de kavranılmaz olarak göstermelidir, tersine kavranılabilir, ama henüz kavranılmamış olarak.” (“Edebiyat ve Sanat Yazıları”, c. I, s. 22)
1933 yılında Almanya’da Hitler faşizmi iktidardadır. Reichstag’ın yakılmasından bir gün sonra, 28 Şubat 1933’te Brecht, eşi Helene Weigel ile birlikte Almanya’yı terkeder. Uzun sürgün yılları başlamıştır. Çekoslovakya, Avusturya, İsviçre, Fransa, Danimarka, İsveç, Finlandiya, Sovyetler Birliği ve son olarak Amerika sürgün yıllarının çeşitli duraklarıdır. Brecht, tiyatrosunu yitirmiş, en önemlisi çalışma arkadaşlarından, kolektifinden kopmuştur. Caspar Neher, Kurt Weill, Hans Eisler… her biri başka bir ülkeye dağılmıştır. Daha sonraki yıllarda dostlarıyla belirli süreler için buluşma ve birlikte çalışma imkanına sahip olsa da, artık eskisi gibi değildir.
Sürgün yıllarının bu ilk dönemindeki yalıtılmışlığında Brecht, kendini sanat ve edebiyatını gözden geçirmeye verdi. Çalışma biçimi olarak kolektivizmi tercih eden, görüşlerini arkadaşlarıyla tartışma içinde sınayan Brecht için bu yıllarda, çeşitli düşüncelerini, önerilerini, plan ve notlarını kapsayan Çalışma Günlükleri önemli bir rol oynuyordu. Brecht’in biçim ve biçimcilik tartışması, gerçekçilik, epik tiyatro, diyalektik vb. üzerine görüşleri çoğunlukla polemiksel biçimde kaydettiği bu notlarında dile gelmektedir.
Kimin için sanat?
Bertolt Brecht, yaşamı boyunca, sanat dünyası ile gerçek dünyayı birbirinden ayıran ve hatta onları karşı karşıya koyan burjuva-idealist yaklaşıma karşı mücadele etti. Fakat o, hiçbir zaman salt gerçekliği olduğu gibi yansıtmakla yetinmedi ya da basit bir “uyumluluk” peşinde koşmadı. “Sanat için sanat” ve “sanata özgürlük” gibi burjuva akımlara karşı onun tavrı daima açıktı. O proletaryanın cephesinde yerini alıyordu. Brecht’in “Salt sanat”a ilişkin yaklaşımı en güzel biçimiyle kendisiyle tartıştığı şu satırlarda dile geliyor:
“Salt sanat üzerine
Me-ti, şöyle dedi: Yakınlarda ozan Kin-yeh, bana bu sıralarda doğadan kaynaklanan izlenimler konusunda şiirler yazıp yazamayacağını sordu. Ben de kendisine evet karşılığını verdim. Bir süre sonra onunla yeniden karşılaştığımda, doğa izlenimlerini getiren şiirleri yazıp yazmadığını sordum. Hayır, dedi. Neden, diye sordum. Şöyle dedi: Düşen yağmur damlalarının sesini okur için zevkli bir yaşantıya dönüştürmeyi kendime görev edindim. Bu konuda düşünürken ve arada sırada birkaç satır çiziktirirken, yağmur damlalarının sesinden herkesin, bu arada başlarını sokacak evleri bulunmayanların da, uyumaya çalışırken yağmur damlaları yakalarından içeri süzülen kişilerin de zevk almasını sağlamam gerektiğini düşündüm. Bu görev, gözümü korkuttu.
Kin-yeh’i denemek için, sanat yalnızca bugüne ilişkin değildir, dedim. Bu tür yağmur damlaları her zaman olacağından, böyle bir şiir de kalıcı olabilir. Kin-yeh, üzgün bir ifadeyle, evet, dedi, yağmur damlaları insanların yakasından içeri akmadığında, böyle bir şiir de yazılabilir.” (Me-ti’nin Özdeyişler Kitabı, sayfa 90)
Brecht, sanat ile sanatsever, sanatçı ile seyirci arasındaki ilişki bağlamında da başından itibaren gerçekçi bir yaklaşıma sahiptir. Yenilikçilik mi, biçimcilik mi tartışmasında ileri sürülen argümanlardan biri, “anlaşılırlık”tır. Komünist saflardaki bu tartışmada, sanat kitleler içinse, o zaman kitleler tarafından anlaşılır olması gerektiği ileri sürülerek, bazı yeni biçimlere karşı çıkılıyordu. “Kitleler anlamıyor”, “halk anlamıyor” gerekçesiyle kimi sanatçılara kolaylıkla dekadan damgası yapıştırılabiliyordu.
Bu bağlamda Brecht, kendini iki yanlıştan ayırmaya dikkat etmiştir. Sanat, sınıf savaşımının bir aracıysa, proleter ve emekçi kitleleri düşünmeye, çelişkileri/gerçekliği görmeye ve değiştirmeye sevketme görevine sahipse, elbette ki, seslendiği kitle açısından anlaşılır olmayı hedeflemelidir. Fakat, halkın anlamak için çaba sarfetmesi de talep edilmelidir. “Halka dönüklük” adına, halk tembelliğe alıştırılmamalıdır.
Brecht, bazı sanat eleştirmenlerinin “halk adına” karar vermesine kızmaktadır:
“Sanatçılar için faydasız, hatta kızgınlık yaratıcı olan tavır, biçimciliğe karşı mücadele eden bazılarının halk ile kendileri arasında açık ya da açık olmayan bir fark görmeleridir. Onlar hiçbir zaman bir sanat eserinin kendileri üzerindeki değil, daima halk üzerindeki etkisinden sözederler. Fakat onlar, halkın ne istediğini gayet iyi bilirler ve halkı, kendilerinin istediğini isteyende görürler. ‘Halk bunu anlamaz’ diyorlar. ‘Sen anladın mı?’ diye soruyor sanatçı. ‘Eğer anlamadınsa, o zaman ben anlamadım de ki, ben de seni şahit gösterebileyim.’ Aslında halka çok değer verdiklerini söyleyen böylesi insanlar onu utanmazca küçümsemektedirler.” (“Edebiyat ve Sanat Yazıları”, c. II, s. 528)
Halk tarafından anlaşılır olmak, ölçülerden biridir, ancak yegane ölçü değil. Çünkü halkın beğenisinin de eğitilmesi gerekir. Sanat alanında da öncü yeniyi arayıp bulacak ve onu kitlelere mal etmek için çaba gösterecektir. Ve bu bir süreçtir. Sanat ile sanatseverin/seyirci kitlesinin buluşmasında doğru ile yanlışın, eski ile yeninin derhal seçilmesi herzaman kolay değildir.
“Bu büyüklükteki altüst oluşlarda sanatın, bizzat en önde gittiği yerlerde zorluklar içine gireceği öngörülebilir: Sanatın geri kalmışlığı ve yeni seyirci kitlesinin geri kalmışlığı çarpışıyor. Bazı sanatçılar, burjuva estetiğini (ve burjuva sanat kurumlarını) protesto ederek yeni biçimler geliştirdiler: Şimdi proletarya tarafından bunların yeni içeriğe uygun olmadığına dikkatleri çekiliyor. Bu bazen doğru ve bazen de doğru değil. Çünkü yeni içerikler egemenlik kazanan sınıfta henüz hiçbir şekilde genel kabul görmediğinden, bazen eski biçimler talep edilmektedir ve yeni içerik ve yeni biçimi kabul ettirmenin, bunlardan birini kabul ettirmekten daha zor olduğu yanlış görüşü var.” (Çalışma Günlüğü, Almanca, s. 492-493)
İşçi sınıfının özelde resim dalında sanat eserlerini anlamakta zorluk çektiğini tespit eden Brecht, bunun nedenini ortaya koymaya çalışıyor. Brecht, modern resim etrafında yaratılan esrarengizliği ve ancak belirli bir kesimin anladığı “Maillols’un plastik patosu, …, Van Gogh’un inanılmaz en güçlü mavisi vesaire vesaire gibi” eleştirilere dikkat çekerek, “bana öyle geliyor ki, bu sınıfın tümünün girebileceği bir dernek değil” diyor.
Bir sanat eserini anlamak için belirli bir temel bilgi elbette gereklidir. Diğer taraftan sanatın bu alanında da ille tüm sınıf tarafından anlaşılırlığı beklemek de yanlıştır. Buna rağmen, resimler işçiler tarafından anlaşılır olmayı hedeflemelidir. İşçiler ile sanatçılar arasında ihtiyaç ve zevk konusunda bir yakınlaşma hedeflenmelidir. Ve belirli bir yaşam koşulunda işçiler de belirli sanat dallarında bilgi sahibi olabilirler. Bu koşulların yaratılması için çalışılmak zorundadır.
Brecht, proleter-devrimci bir ressamdan beklentisini Me-ti şöyle ifade etmektedir:
“Resim sanatı ve ressamlar üzerine
Bir gün Me-ti’ye genç bir ressam geldi. Ressamın babasıyla erkek kardeşleri mavna sürücüsü olarak çalışıyorlardı. Aralarında şu konuşma geçti: “Mavna sürücüsü olan babanı görmüyorum resimlerinde.” – “Yalnız babamın resmini mi yapmam gerekir?” – “Hayır, başka mavna sürücüleri de olabilir, ama ben senin resimlerinde hiç mavna sürücüsü görmüyorum.” – “Neden hep mavna sürücüleri olsun? Başkalarının resmini yapamaz mıyım?” – “Yapabilirsin hiç kuşkusuz, ne var ki, ben senin resimlerinde çok çalışmalarına karşın az para alan başka insanlar da göremiyorum.” – “Peki özgür değil miyim istediğim şeyin resmini yapmakta?” – “Özgürsün, ama ben senin ne yapmak istediğini anlayamadım. Mavna sürücülerinin durumu çok kötü. Onlara yardım etmek isteyenler var. Ya da onlara herkes yardım etmek zorunda. Sen ise durumu biliyorsun, resim yapabiliyorsun, ama kalkmış ay çiçeklerinin resmini yapıyorsun! Bağışlanır davranış mı bu?” – “Ben ay çiçeği resmi yapmıyorum, bir takım çizgiler çiziyorum, lekeler yapıyorum ve bu arada içimden gelen duyguları resme döküyorum.” – “Peki bunlar hiç olmazsa mavna sürücülerinin kötü durumlarıyla ilgisi olan duygular mı?” – “Belki.” – “Demek ki unuttun onları. Yalnızca duyguların anımsatıyor sana mavna sürücülerini.” – “Ben resim sanatının gelişmesine katkıda bulunuyorum.” – “Mavna sürücülerinin gelişmesine katkıda bulunmayı düşünmüyor musun?” – “İnsan olarak sömürüye ve insanların ezilmesine son vermek isteyen Mi-en-leh’in (Lenin -BN) derneğinin bir üyesiyim, ama bir ressam olarak resim sanatının biçimlerini geliştiriyorum.” – “Bu söylediğin, birinin kalkıp da, aşçı olarak yemeklere zehir katıyorum, ama bir insan olarak ilaç satıyorum, demesine benziyor. Mavna sürücülerinin durumu, artık beklemeleri olanaksız olduğu için bu denli kötü. Sizin resim sanatınız gelişene değin onlar açlıktan ölecekler. Sen onların elçisisin, buna karşın konuşmayı öğrenebilmek için çok uzun bir süreyi gereksiniyorsun. Duyguların çok genel nitelikte, oysa seni yardım isteyesin diye göndermiş olan mavna sürücülerinin duydukları çok somut, çünkü açlık çekiyorlar. Sen bizim bilmediğimizi biliyorsun, buna karşılık bize bildiklerimizi anlatıyorsun. Somut bir amacın yokken fırça ve boya kullanmayı öğrenmek ne anlam taşıyor? Fırça kullanmak, ancak fırçayla çok belli bir şey dile getirilecekse güç olur. Sömürücüler bin türlü şeyden söz ediyorlar. Sömürülenlerin sözünü ettikleri ise yalnızca sömürü. Sen de mavna sürücülerinden söz et!” (Me-ti’nin Özdeyişleri Kitabı, s. 68-69)
Diyalektikçi Brecht
Brecht, diyalektik ile bir kere tanıştıktan sonra, bu yönde kendisini yetiştirmeyi ve sanatını diyalektik üzerine kurmayı aklına koymuştur. Disiplinli bir özçalışmayla, klasiklerin eğitimi ve incelenmesi üzerinde yoğunlaşmıştır. Bunun yanısıra 1929/1930 yıllarında Çin felsefesiyle yoğun olarak ilgilenmiştir. Çin felsefesinde Mohizm akımıyla bu dönem tanışır. Daha sonraki dönemde diyalektik konuşmalarını toparladığı “Me-ti’nin Özdeyişleri Kitabı”na esin kaynağı olan Me-ti, Mohizm felsefesinin kurucusudur.
1933 yılında sürgüne gittiğinde Brecht, devrimci işçi örgütleriyle ilişkileri kopmuş ve bunlara ulaşmak oldukça zorlaşmıştı. Siyasette bilgili ve tecrübeli kişilerle görüşme ve tartışma da oldukça zorlaşmıştı. Brecht’in ama böylesi tartışmalara ihtiyacı vardı, bu nedenle karşısına çıkan imkânları kesinlikle kaçırmıyordu. Ne yazık ki, bunun sürekliliği sağlanamıyordu. Brecht, bu noktada yaşadığı eksikliği kısmen günlüklerinde yürüttüğü tartışmalarla ve Me-ti yazılarıyla doldurmaya çalışıyordu.
Brecht’in Me-ti yazıları, zamanının önde gelen kişileriyle -siyasi yandaşları ve karşıtlarıyla- felsefi ve siyasi düşünülmüş tartışmaları içermektedir. Örneğin, Leninizm ile Troçkizm arasındaki tartışmayı Ni-en (Stalin) ve To-çi (Troçki) arasında tartışma olarak işlemekte ve tüm eleştirilerine rağmen sonuçta Stalin’i savunmaktadır.
“Me-ti (Brecht) Ni-en’den yana
Me-ti, Ni-en’den yana çıkmıştı. Bir ülkede düzenin kurulup kurulamayacağı sorulduğunda, ülkede düzenin kurulmasına başlanılması ve başka ülkelerdeki aynı amaca yönelik çabalarla bunun tamamlanması gerektiği görüşünü savundu. Me-ti’ye göre, bir ülkede düzenin kurulmaya başlanması nasıl başka ülkelerdeki düzene bağlıysa, başka ülkelerdeki düzeni kurma çalışmaları da söz konusu ülkedeki çalışmaların tamamlanması koşuluna bağlıydı.”
Başka bir notunda Troçki ile Stalin’in pozisyonları arasındaki farkı çok basit ama çarpıcı bir biçimde ifade ediyor:
“To-çi, bir ülkede düzenin kurulmasının olanaksız olduğunu söyledi. Ni-en ise bu düzeni kurmaya girişti. To-çi, hep şunun ya da bunun eksik olduğundan yakındı. Ni-en ise bu eksikleri gidermeyi başardı. To-çi’ye göre düzenin sağlanması ancak bütün ülkelerde bu iş aynı zamanda girişildiği takdirde düşünülebilirdi. Ni-en ise bir ülkede düzen kurulduktan sonra öteki ülkeler açısından da aynı olasılığın düşünülebileceği görüşündeydi. To-çi’ye göre önce tüm ülkelerde köklü bir değişim yapılmalı, bunun ardından da bütün ülkelerde düzenin kurulmasına girişilmeliydi. Ni-en, düzeni kurmaya kendi ülkesinde girişti ve bu girişime öteki tüm ülkeler açısından bir devrim gözüyle baktı. Ni-en, Ka-meh’in (Marx) öğrencisi olarak, devrimin bütün ülkelerde gerçekleşebilmesi için ekonominin, endüstrinin, ekonomiye verilecek yeni düzene dayanılarak da büyük kitlelerin sıkı biçimde örgütlendirilmesinin önem taşıdığına inanıyordu.” (Me-ti Özdeyişleri, sayfa 85)
Me-ti yazılarında Brecht’in Lenin’e olan hayranlığı da dile gelmektedir. Lenin büyük diyalektikçi, devrimci, kurnaz ve bilgedir. 1930’lu yıllardan itibaren Lenin’in eserlerini ciddi bir biçimde incelemiş ve onu kendisine örnek almıştır. En sevdiği yazılarından biri “Lenin’in yüksek dağlara tırmanmaya dair” yazısıdır. Brecht, bu pasajı “realist sanatın tipik örneği” (Günlük sayfa 95) olarak değerlendirir. Brecht’e göre Lenin’in en önemli kazanımı, onun reformizm ve sosyaldemokrasinin ihanetiyle dumura uğratılmış “büyük yöntem”i yeniden gerçekliği görmenin ve toplumu değiştirmenin aracına dönüştürmesidir. Lenin’in en önemli özelliği, onun “eyleme geçirmeyi mümkün kılan sorular sormasını bilmesi”ndedir.
Brecht “diyalektiğin gerçek hizmeti”ni şöyle tanımlar:
“Çelişki dolu birliklerle hareket etmeye izin vermek. Yani salt relativist olmamak. Diyalektik insanı tüm süreçlerde, kurumlarda, görüşlerde, çelişkiyi bulmaya ve onu kullanmaya zorlar.” (Çalışma Günlüğü, sayfa 220)
Brecht, diyalektik materyalizmi sanat alanına, somutta tiyatroya taşıma üzerinde çalışır. Bu bağlamda eğitim oyunlarının önemli bir yeri vardır. Bu oyunların karakteristik özelliği şudur: Eğitim oyununda, oynanarak öğrenilir, seyretme yoluyla değil. İlke olarak eğitim oyununda seyirciye gerek yoktur. Belirli tutumları bizzat alarak, belirli konuşmaları tekrarlayarak vs. oyuncunun toplumsal olarak etkilenmesi hedeflenmektedir. Oyuncu ile seyirci, salon ile sahne arasındaki ayrım tamamen kalkmıştır. Pasif seyirci kitlesi yoktur.
Eğitim oyunları, çeşitli sanat eleştirmenleri tarafından “geleceğin tiyatrosu” olarak da tanımlanmıştır. Fakat Brecht, eğitim oyunlarının eksikliğini görüyordu. Bunlar geniş kitlelere “tiyatro gösterisi” olarak uygun değildi. Ve şöyle yakınıyordu Brecht:
“Diyalektiğin olanaklı kılabileceği tarzda bir gerçekçiliğin olabileceği dönem ne zaman gelecek? Durumları, iç içe geçmiş çelişkilerin saklı dengeleri olarak sergilemek bile son derece büyük güçlüklere gelip dayanıyor. Yazarın amaç tutarlılığı, sergilenecek durumlardaki pek çok eğilimi dıştalıyor. Sürekli taraf tutmak ve dolayısıyla propaganda yapmak zorunda kaldığımızdan sürekli idealize etmemiz gerekiyor.” (31.1.41 tarihli not. Çalışma Günlüğü, sayfa 76, Türkçe)
Tiyatrosundaki dönüşüm, Brecht’in bulgusu olan “V-effekt” (“yabancılaştırma efekti”) ile gerçekleşti. “Yabancılaştırma efekti” Brecht’in sahnedeki diyalektik dönüşüm yöntemidir:
“Kesinlikle doktrin alanının ‘üstünde’ görülmemesi gereken estetik alanında, didaktik sorunu, deyim yerindeyse kendi kendine yeterli bir biçimde çözülen mutlak estetik bir sorun haline gelir. Faydacıl olan burada garip bir şekilde yokolur: yararlı olan güzeldir ifadesinden başka bir şekilde ortaya çıkmaz. Gerçekliğin pratik imgeleri sadece çağımızın güzellik duygusuna tekabül eder. Şairlerin ‘rüyaları’, pratiğe eskisinden farklı bir şekilde bağlı olan yeni izleyicilere hitap eder, ve bunlar bu çağın insanlarıdır. Bu, MESSINGKAUF’un dördüncü gecesindeki diyalektik dönemeçtir. Orada, filozofun sanatı eğitim amacıyla kullanma planı, sanatçının bilgisini, deneyimini ve toplumsal nitelikli sorularını sanata aktarma planına karışır.” (Çalışma Günlüğü, Almanca, sayfa 155, 25.2.41 tarihli not)
“Epik tiyatro” ya da “Aristocu olmayan tiyatro” ya da “diyalektik tiyatro” diye adlandırılan Brecht tiyatrosunda temel özellik yabancılaştırma tekniğidir. Yabancılaştırma tekniğiyle sergilenen oyun karşısında seyircinin araştırıcı, eleştirici bir tavır almasını sağlamak hedeflenir. Araçlar sanatsal-estetikseldir.
Brecht “yabancılaştırma efekti” ile eğitim oyunlarındaki estetik yetmezliği aşmıştır. Eğitim oyunlarında düşünmek, tartışmak ve kolektif refleksiyon gibi didaktik unsurlar ağır basarken, epik tiyatroda estetik unsurlar egemendir (başkalaşma, zevk ve eğlendiricilik, üreticilik, naiflik). Eğitim oyunlarında mantık önplandayken, epik tiyatroda duygu ile aklın birliği amaçlanmaktadır.
“Epik tiyatro duygulara karşı mücadele etmez, onları inceler ve duyguların yaratılmasından korkmaz.” (Çalışma Günlüğü, sayfa 76)
Epik tiyatroda seyirci yeni bir tavır kazanır.
“O insanlık dünyasının sahnedeki yansımaları karşısında, aynı bu yüzyılın insanının doğa karşısındaki tavrını alır. Tiyatroda da o, doğa süreçlerine ve toplumsal süreçlere müdahale edebilen büyük değiştirici olarak karşılanır.” (Çalışma Günlüğü, sayfa 110-111)
Biçimcilik ve gerçekçilik tartışması
Sovyet Yazarları Birliği Kongre’sinde -1934 yılında-, Gorki, yolgösterici şiar olarak “Sosyalist Gerçekçilik” şiarını ileri sürer. Aynı yıl Moskova’da çıkan “Uluslararası Edebiyat” dergisinde, G. Lukács’ın “Ekspresyonizmin Büyüklüğü ve Çöküşü” başlıklı yazısı yayınlanır. Bunu izleyen yıllarda, özellikle de 1936-1938 yılları arasında, komünist saflarda, ilk büyük “gerçekçilik” tartışması başlar.
Tartışmanın çıkış noktası, sanat ve edebiyatın siyasetten bağımsızlığını savunan burjuva anlayışlara karşı mücadeledir. Bu çerçevede biçimciliğe, ekspresyonizme ve natüralizme karşı tavır alınır ve bunların karşısına “sosyalist gerçekçilik” konulur.
Buraya kadar Brecht’in Sovyet Yazarlar Kongresi’nden ayrılığı yoktur. Brecht sanatında sosyalist gerçekçidir. O, “sanat için sanat” savunusuna geçen burjuva sanat ve edebiyatçılarından kendisini açıkça ayırarak, pozisyonunu “proletarya için sanat” olarak belirlemiştir. Brecht, ekspresyonizm, futurizm, natüralizm vb. akımlara karşı ideolojik mücadeleyi gerekli görmüştür. Fakat, o bu tartışmada, esasta haklı olanların saflarındaki yanlışları, sapmaları da görmüştür.
1936-1939 yıllarında Brecht, Willi Bredel ve Lion Feuchtwanger “Söz” dergisini yayınlıyorlardı. Dergi, özelde Almanya’dan kaçmak zorunda kalan ve eserleri Almanya’da yasaklanan yazarların yazılarını yayınlayarak onları desteklemeyi amaçlıyor ve sanat alanında tartışma ve fikir alışverişini sağlamaya çalışıyordu.
1937 yılında, 15 yazarın birden (Lukács, Ernst Bloch, Alfred Kurella, Franz Leschnitzer, Rudolf Leonhard, Klaus Mann, Gustav von Wangenheim, Herwart Walden, Heinrich Vogeler ve diğerlerinin) konuyu ele almasıyla birlikte, büyük bir ekspresyonizm tartışması başlatılır. Bu tartışmada başı çeken Lukács’dır. Tartışmada Lukács, “Sözkonusu olan realizmdir!” şiarını öne sürer.
Brecht, daha tartışmanın başında, ekspresyonizme, futurizme, biçimciliğe karşı bayrak açanların pozisyonlarının sağlam olmadığını görür. Ancak bu tartışmaya açıktan katılmaz. Konuyla ilgili görüşlerini Çalışma Günlükleri’ne not ederek, esasta kendisine saklar. (Bu günlükler, ilk defa 1977’de Brecht’in ölümünden sonra, 21 yıl sonra tarafından, Suhrkamp yayınevinde yayınlanmıştır.)
Brecht, notlarında, bir taraftan ekspresyonistlerden, biçimcilerden vb. kendisini ayırmaya dikkat ederken, diğer taraftan da başta Lukács olmak üzere “gerçekçiler”in saflarındaki hatalı ve kaba yaklaşımlara karşı görüşlerini ortaya koyar.
“Ekspresyonizm Tartışması” başlıklı 1938 yılına ait bir notunda örneğin şöyle der:
“Bu sanat yargıcında beni kızdıran ne? (Lukács’ı kastediyor. / BN) Şu: Savunduğunun şu olduğu hissinden bir türlü kurtulamıyorum: Kilise köyde kalmalı. Demek istediği şu: Bu ekspresyonistler kiliseyi tamamen kaldıracak yerde, alıp başka yere koydular. Fakat dediği şu: Kilise köyde kalmalı. Ben hiçbir zaman ekspresyonist olmadım, ama böylesi sanat yargıçları beni kızdırıyor.
(…)
Bazı fütüristlerin yanlışları ve sapmaları apaçıktır. Onlar dev bir küpün üstüne dev bir hıyar oturttular, sonra hepsini kırmızıya boyadılar ve buna “Lenin’in resmi” dediler. Yapmak istedikleri şuydu: Lenin, herhangi bir yerde görülmüş hiçbirşeye benzememeliydi. Ulaştıkları ise şu oldu: Lenin’in resmi şimdiye kadar görülmüş hiçbir resme benzememişti. Resim, eski, lanet olası dönemden bilinen hiçbir şeyi anımsatmamalıydı. Ne yazık ki, resim Lenin’i de anımsatmıyordu. Bunlar korkunç şeyler. Fakat bundan dolayı, resimleri şimdi Lenin’i hatırlatan, fakat onların çizme tarzı kesinlikle Lenin’in mücadele tarzını hatırlatmayan sanatçılar hiç de haklı olmuyorlar. Bu da açıktır.” (“Edebiyat ve Sanat Yazıları”, cilt 2, s. 290-292)
“Biçimciliğe karşı mücadeleyi gerçekçiler ve sosyalistler olarak yürütmeliyiz!” 1937’den itibaren Brecht’in notlarında vurguladığı düşünce bu olmuştur. Bu tartışmada Brecht, esas tehlikeyi biçimciliğe karşı mücadele eden saflardaki bir başka biçimcilikte, eski biçimlerde saplanıp kalan, alışılmış olana sarılan ve bunu sosyalist gerçekçilik olarak dayatmaya çalışan akımda görüyordu. Ekspresyonistleri, futuristleri yeren gerçekçi sanat eleştirmenlerinin, eleştirilerini çoğunlukla, ‘ama siz gerçeği farklı anlatıyorsunuz’ ya da ‘farklı bir üslupla anlatıyorsunuz’ şeklinde getirdiklerini ve mücadele çizgisinin tam da bu noktada karıştığını düşünüyordu.
Brecht’e göre biçim ile içerik uyum içinde olmalıdır. Yeni içerik eski biçimlerle anlatılamaz. Yeni içeriği anlatmak için, yeni biçimler de bulmak gerekir. İçinde bulunulan anda sanat ve edebiyatın görevlerinden biri budur. Bu anlamda, yeni biçim ve teknikler arayışına yönelik her adım “biçimcilik” çığırtkanlığıyla engellenmemelidir.
Brecht, bu görüşleri salt teorik olarak savunmakla kalmayıp, bizzat pratiğinde buna uygun davrandığından, biçimcilik eleştirisinin bizzat hedefi de olmuştur. Çalışma Günlüğü’ndeki 3.8.1938 tarihli not şöyledir:
“Kendi alanımda ben bir yenilikçi olduğum için, bazıları durmadan benim bir biçimci olduğumu bağrışıyorlar. Çalışmalarımda eski biçimleri bulamıyorlar, daha da kötüsü, yenilerini buluyorlar ve beni biçimin ilgilendirdiğini sanıyorlar. Oysa ben biçimselliği küçümsediğimi bile saptadım. Şiir, anlatı, dram ve tiyatronun eski biçimlerini çeşitli zamanlarda inceledim ve onlardan ancak söylemek istediğimi engelleyecekleri zaman vazgeçtim. Hemen hemen bütün türlerde işe geleneksel olarak başladım.” (Çalışma Günlüğü, Almanca, sayfa 12)
Biçim ile içeriğin uygunluğunu hedefleyen Brecht, sosyalist sanat ve edebiyat eleştirmenlerine somut önerilerde bulunuyor. O sosyalist gerçekçiliğin bir biçim meselesine indirgenmesine karşı çıkıyor ve eleştirmenlerin bizzat kendilerini gerçekçi olmaya davet ediyor. Brecht’e göre, yapılması gereken, yapıtın mümkün olduğunca somut eleştirisidir:
“Falan romandaki şu bölümde anlatılan gerçekliğe uygun değildir, çünkü… Ya da: x işçinin y ortamındaki tavrı, özellikleri verilen bir işçinin gerçek tavrına uygun değildir, çünkü… veya: Bu romanda veremin ele alınışı tamamen yanlış bir anlayışa yolaçıyor, çünkü (…) Bir meseleyi anlatırken ona az sayfa ayrılmış ve böylece reel bir izlenim bırakmamış olabilir. Bu somut durumda somut olarak kanıtlanabilir. Diğer taraftan gerçeklikten yeni yanlar çıkarmayan eserler büyük realist eser olamazlar: Hiçbir realist herkesin bildiğini sürekli yinelemekle yetinmez; bu gerçeklikle canlı ilişkiye delalet etmez. Bu da somut durumda somut olarak kanıtlanabilir. Bir gerçekçi anlaşılır biçimde yazar, çünkü o gerçek insanları gerçekten etkilemek ister. Neyin anlaşılır, neyin anlaşılmaz olduğu somut olarak gösterilebilir, tek tek durumlarda.” (s. 295)
“Gerçekçilik nedir?” ya da daha doğrusu “Sosyalist gerçekçilik nedir?” sorusuna Brecht’in verdiği cevap gayet nettir. O herşeyden önce, gerçekçiliğin bir tarz, bir stil değil, bir tavır olduğunu öne sürer. Aslına bakılırsa;
“Hem idealist, hem de realist, gerçekliğin ve düşüncelerin resmini vermektedirler. Fakat idealist, bir güzellik ya da sanat idealinden yola çıkar, realist ise ideal olanı sürekli gerçeklikle ölçer ve onu sürekli düzeltir. Realizm salt idealizmin karşıtı olmakla kalmaz, bu mücadele anlamına da gelir. O salt gerçekliğin resmedilmesini beraberinde getirmez, idealleştirmeye karşı gerçekliği dayatır. O aynı idealizm gibi stil unsurları geliştirir, onun gibi kanaatleri teşvik eder, fakat aynı zamanda gerçekliğin kaybolup gittiği ve kanaatlerin gerçekliği iğfal ettiği bir stilizasyona karşı muhalefet de eder (ve bu muhalefet onun özünü oluşturur). O bir relativizm unsurunu taşır. Anlatımları eğer deyim yerindeyse, relatif realisttir, yani eğer anlaşılmışsa, gerçekliği “isabete götürür”. (Çalışma Günlüğü, sayfa 95)
Brecht, gerçekçiliği bir sanat eserinde gerçekliğin kolay farkedilebilirliği ile ölçmeye kalkışan görüşün karşısına “bir sanat eserinde gerçeklik ne kadar ustaca işlenmişse, eserin o kadar gerçekçi” olduğu tanımını koyuyor. Ona göre, bir sanatçının gerçekçi olup olmadığını, yani gerçekçi tarzda yazıp yazmadığını tespit ederken, “dikkat, onun tüm sis perdelerine ve yanıltmalara rağmen gerçekliği ortaya çıkarıp çıkarmadığı ve seyircisinin gerçek davranışına müdahale edip etmediği noktasına vermelidir.” (Çalışma Günlüğü, Almanca, sayfa 95)
Tartışma Yöntemi
Bu “tartışma” bağlamında önemli bir nokta Brecht’in yöntemidir. Brecht, Lukács’a yönelik eleştirilerini esasta Çalışma Günlüğü’ne kaydetmekle kalmış, bu bağlamda açıktan bir tartışma yürütmekten kaçınmıştır. Bu tartışmada, Lukács’a ne kadar kızdığı günlüğündeki notlardan ortaya çıkmaktadır:
“Bütün önemi, Moskova’dan yazmakta oluşundan ibaret olan Lukács, realizm için baştan sona biçimsel özellikler ileri sürerek, öğrenmeye aç okurlarını sonuçta, biraz utangaçça da olsa büyük komplimanlarla andığı, bu biçimsel özelliklere sahip, zamanımızın ünlü burjuva romancılarına teslim etmektedir (büyük eski zamanların eski ustaları kadar “mutlu”, “saf”, “yaratıcı” olmasalar da)” (Çalışma Günlüğü, Almanca, s. 16, 18.8.38 tarihli not)
ya da:
“… Fakat biçim sorunlarına da biçimsel yaklaşılabilir ve Lukács bunu yapıyor. Bu murksistlere (Brecht kelime oyunu yapıyor. Almancada Murks üstünkörü yapılmış iş, gaf anlamına gelir) göre olan şudur: Burjuva gerçekçilerin gerçekçiliği tam değildi, çünkü onlarda idollar vardı, bunları atarsak herşey düzelir. Onların olguları kabul ediliyor ve yeniden düzenleniyor. Öyleyse, Marx doğru sonuçlarla donatılmış Ricardo’dur, başka bir şey değil. Şolohov, bir takım at gözlüklerinden arındırılmış Balzac’dır. Gerçekte Şolohovlarda Balzac’ın materyalizminin izi yoktur (romantizm, veri hırsı, koleksiyonculuk çılgınlığı, spekülasyon vb.nden tuhaf bir karmaşa) ve sayısız fazladan at gözlüğü vardır. Burjuva realistlerini inceleme tavsiyesi de tamamen biçimseldir, çünkü bu onların derinlemesine eleştirisiyle birlikte alınmamaktadır.” (age, sayfa 25)
Brecht, Lukács’ın tartışma yöntemlerinden de rahatsızdır:
“Gerçekçilik tartışması eğer böyle giderse üretimin yolunu kapatır…” (Çalışma Günlüğü, Türkçe, s. 19)
Willi Bredel’e yazdığı bir mektupta, Lukács’ın kendisine saldırmasından şikayetçi olur ve tartışmanın kapatılmasını önerir. Brecht’e göre bu tartışmada “doğru tarafta yanlış gerekçeler ve yanlış tarafta doğru gerekçeler” vardır ve bu tartışmayı zorlaştırmaktadır. Brecht, bu tartışmaya ilişkin tavır ve konumunu “Ekspresyonizm Tartışmasına Pratik Öneriler” yazısında “iki seyirci” bünyesinde şöyle karakterize eder:
“Eski yaralar deşiliyor, yeni yaralar açılıyor, zamanaşımına uğramış düşmanlık ve dostluklar yeniden tartışılıyor, pişman olunuyor ve pişman ediliyor. Fakat hiç kimse, kendi görüşünden başka görüşe ikna edilemiyor. Buraya kadar herşey yolunda, yani taraflar çürük uzlaşmalara yanaşmıyorlar, bütün güçle silahlanıyorlar. Yalnız iki seyirci, yazar ve okur biraz sarsılmış biçimde kenarda duruyor. İkincisi, üzerine kavga edilen şeyleri gördü ve okudu, birincisinin daha yazacak şeyleri var. Omuzlarını kısmış, topyekûn silahlanmaya bakıyor ve bıçakların nasıl bilendiğini duyuyor.”
Ve Brecht sözünü şöyle bitiriyor:
“Böylece teoriden vaz mı geçiyoruz? Hayır, onu inşa ediyoruz… Sadece eleştiride biçimcilikten kaçınıyoruz. Sözkonusu olan realizmdir.” (“Edebiyat ve Sanat Yazıları”, s. 292-296)
Brecht, daha başından tartışmanın tıkandığı yargısına vardığından ve diğer taraftan içinde bulunulan anda antifaşist saflarda bir ayrılığı göze alamadığından, tartışmaya açık ve kamuoyu önünde katılmamıştır. Kendi sözüyle ‘tartışmayı ertelemiştir’. Bu tartışmalar, Almanya’da Hitler faşizminin egemen olduğu, savaşın yaklaştığı günlerde yürümektedir. Bu ortamda antifaşistlerin, komünistlerin saflarındaki birliği koruma kaygısı her ne kadar anlaşılır olsa da, bu gerekçelerle eleştirilerini kendine saklamak ve yanlışlara karşı açıktan mücadele etmemek son derece yanlıştır. Bunun yanlış olduğunu ve son tahlilde getirdiği zararın yarardan fazla olduğunu bugün çok daha açık bir biçimde görmekteyiz. Brecht’in Çalışma Günlüğü’nde yeralan notlar, onun biçimcilik ve gerçekçilik tartışmasında esasta doğru pozisyonlarda durduğunu göstermektedir. Brecht, bu görüşleri doğrultusunda tartışmaya açıktan müdahale etseydi, belki onun doğru görüşleri kabul edilecek ya da en azından yanlış pozisyonlar belirli ölçüde geriletilebilecekti. Tartışmanın gidişatı her ihtimalde değişecekti. Ne yazık ki, Brecht bu ihtimali boşlamıştır. Bu, komünist bir sanatçıdan beklenen sorumluluğun yerine getirilmemesi anlamında, önemli bir hatadır.
Brecht ve Komünist Partisi
Brecht yaşamı boyunca komünizm davasına sadık kaldı. O kendisini komünizmin hizmetinde bir sanatçı olarak görüyordu. Güncel siyaseti, bulunduğu ülkelerdeki komünist partilerini ve tabii ki, Almanya ve Sovyetler Birliği’ndeki gelişmeleri yakından izliyor ve onların çalışmalarına katılıyordu. O bir partili gibi davranıyordu. Ancak komünist partisi üyesi değildi.
Komünist Partisinin değerine ve önemine en çarpıcı biçimiyle dikkat çeken bizzat Brecht’in kendisiydi (Bkz. “Parti kimdir?” şiiri). Me-ti’nin Özdeyişleri’nde de birçok kez birey ile parti ilişkisini işlemektedir:
“Mi-en-leh (Lenin -BN), şöyle dedi: İnsan iyi satranç hamleleri yapabildiği gibi, yanlış hamle yapmasını da bilmelidir. Kedi yanlış adım atıp damdan yuvarlandığında, dört ayağı üzerine düşmesini bilebilmelidir. Birey tek başına olduğunda yıkılması için çoğu kez bir tek yanlış davranış yeter. Derneğin yıkılması ise o denli kolay değildir. Dernek tek bir yanlış yüzünden yıkılamayacağından, daha kapsamlı girişimleri göze alabilir.” (age, sayfa 19)
Bu satırları yazan Brecht’in komünist partisine üye olmaması, bu gerekli adımı atmaktan hayatı boyunca kaçınmış olması, onun bir zaafı olarak değerlendirilmek zorundadır. Anlaşılan, Brecht, komünist partisine üye olduğu takdirde, istediği gibi üretemeyeceğinden çekinmekteydi. Fakat, bu tam da “sanat özgürlüğü” isteyenlere karşı mücadelesinde çok doğru biçimde yerdiği bir pozisyondu. Onun bu çekincelerini bir kenara atıp, sorumluluğu üstlenmesi ve açık ideolojik mücadeleyle komünist partisinin hatalarına tavır alması gerekirdi. Fakat, Brecht’in bu zaafı, partiye ve komünizm davasına yürekten bağlı bir kişinin zaafı olarak değerlendirilmek zorundadır.
Brecht’in Sovyetler Birliği ve Demokratik Almanya Cumhuriyeti’ne ilişkin tutumu
Brecht, Sovyetler Birliği’ni proletaryanın anavatanı olarak değerlendirmiş ve tüm benliğiyle onu faşistlere, burjuva ve küçük-burjuvalara karşı savunmuştur. Onun gözünde, Lenin ve Stalin önderliğindeki Sovyetler Birliği, tüm “sevap ve günahlarıyla” burjuvazinin karşısında proletaryanın kalesidir.
Brecht, Troçkizmin Sovyetler Birliği’ne saldırıları karşısında Stalin yönetimini savunmuştur. Ancak, bu dönemde Sovyetler Birliği’nde halk düşmanlarını temizlemek için büyük girişimde, gereksiz sertliklere ve hatalara düşüldüğü kanısındadır. O, bu noktada, Sovyetler Birliği’ne ilişkin tavrını “pozitif eleştirici” olarak tanımlamıştır.
Paris’te bulunduğu günlerde Günlüğüne yazdığı Şubat 1939 tarihli notu, onun Sovyetler Birliği’nde olup bitenlerle ilgili rahatsızlık duyduğunu ve arkadaşlarının akibeti bağlamında huzursuz olduğunu göstermektedir. Brecht, yanlış bulduğu uygulamaları eleştirmekte ve çalışma arkadaşları hakkındaki “ajan” suçlamalarına kuşkuyla bakmaktadır. Fakat, bu noktada da görüşlerini salt kendisine saklamaktadır.
“Koltsov da Moskova’da tutuklanmış. Orayla son bağlantımdı. ‘Japon ajanı’ olduğu söylenen Tretyakov’un ne olduğunu kimse bilmiyor. Prag’da kocası için Troçkist ilişkiler kurduğu iddia edilen Neher’den de kimsenin haberi yok. Reich ve Asya Lacis bana artık yazmıyorlar, Grete Kafkaslar’daki ve Leningrad’daki tanıdıklarından cevap alamıyor. Görmüş olduğum tek politikacı Béla Kun da tutuklandı. Meyerhold tiyatrosunu kaybetti, ama opera rejisörlüğü yapabilirmiş. Edebiyat ve sanat boktan görünüyor, siyasi teori iflasta, memurvari bir biçimde propaganda edilen kansız bir proleter hümanizmi var. Vokresenski diye biri resmi bir makalede (Lenin ve Stalin’in Sosyalizmin Zaferi Teorisi Sovyetler Birliği’nde Zafer Kazanıyor!) Stalin’in teorisini şöyle açıklıyor: “Devletin sönmesi onun çokyönlü sağlamlaştırılmasıyla olur” ve: “Sosyalist devlet kitlelere yeni sosyalist çalışma disiplinini öğretmek için(!) gereklidir” ve: “En iyi Stahanov normlarını bütün ülkenin ortalaması yaptığımızda, sosyalizmden komünizme geçişin tayin edici önkoşullarını yaratmış olurduk.” İşçilerin (farklı ücret veren fabrikalar arasında) ondan ona dolaşması yasayla durdurulmuş ve grevlerin olduğu söyleniyor. Siyasi “demokrasi” hakkında boş laftan öte birşey duyulmuyor, ve üretimin sosyal örgütlenme biçimi hakkında haber yok. Dışardaki Marksistler açısından Marx’ın Alman sosyaldemokrasisine karşı tutumuna benzer bir tavır kalıyor. Pozitif eleştirici.
Bu arada kapitalizm emperyalizm ve tekelci kapitalizm olarak ekonomik mücadelelerini ulusal birimlerde yürütüyor. Bu ulusal biçim, miadını doldurmadan (şimdi yokedici güçlere dönüştürdüğü üretici güçlerin gelişmesi için de) elinden geleni yapmadan sahneyi terketmeyecek.” (Çalışma Günlüğü, Almanca, sayfa 23)
Brecht’in bu notunda herşeyi kendi deyimiyle “boktan” görmesi, şüphesiz dostlarının durumuna duyduğu üzüntüyle ilgilidir. Aynı döneme ilişkin diğer notlarında buradaki karamsarlığı yoktur. Diğer taraftan ama eleştirilerinden vazgeçmemiştir. İçlerinde Brecht’in çalışma arkadaşlarının da yeraldığı bir dizi sanatçı/edebiyatçının “ajanlık”la suçlanarak tutuklanması, “öğretmenim” dediği Meyerhold’un 1940’ta idam edilmesi onu yakından etkilemiştir. Brecht’in “Halk Yanılmaz mı?” şiiri doğrudan Meyerhold’un idamı ile ilgilidir.
Brecht, Sovyetler Birliği yönetiminin içte ve dışta yığınla düşmanı olduğunu bilmekte ve iç ve dış düşmanlara karşı mücadeleyi meşru görmektedir. Diğer taraftan “Halk Yanılmaz mı?” şiirinde de dile getirdiği gibi, halk düşmanlarına karşı mücadelede yanlışlara düşülebileceğini, aşırılıklara kaçılabileceğini savunmaktadır. Her ihtimalde Meyerhold’a ve diğer bazılarına haksızlık yapıldığı konusunda kuşkusu vardır. Bu kuşkusu, “Me-ti’nin Özdeyişleri”nde de dile gelmektedir:
“Nİ-EN’in davaları
Me-ti (Brecht), Ni-en’i (Stalin) dernek içersindeki düşmanlarına karşı açtığı davalarda halktan çok güven beklediği için suçlar ve şöyle derdi: Benden kanıtlanabilir bir şeye inanmam (kanıtlanmaksızın) istenirse, bunun, benden kanıtlanması olanaksız bir şeye inanmamın istenmesinden farkı yoktur. Böyle bir şey yapmam. Ni-en, dernekteki düşmanlarını uzaklaştırmakla halka yararlı olmuş olabilir, ama yaptığının kanıtını getiremedi. Kanıtlayamadığı davalarının halka zararı dokundu. Ni-en’in asıl yapması gereken, kanıt istenmesini öğretmekti.” (“Me-ti’nin Özdeyişleri Kitabı, sayfa 114, 1977, Alan Yayıncılık)
Brecht’in “Halk yanılmaz mı?” sorusu elbette haklıdır. Ve “halk” bazı durumlarda yanılmıştır da. Partinin devrim düşmanlarından temizlenmesi ve Sovyet devletini karşıdevrimci yıkma girişimlerinin ortaya çıkarılması harekatı içinde kimi hataların da yapıldığını bizzat Parti de tespit etmiştir.
Tam da böyle olduğu için, Brecht ve onun gibilerin zamanında susmaması, tavır takınması gerekirdi. O bu noktada kendisinden talep ettiği “pozitif eleştirici” rolünü yerine getirmeliydi. Brecht bunu yeterince yapmamıştır. Çünkü o, Hitler faşizmine karşı savaş arifesinde ve sırasında Sovyetler Birliği yönetiminin zayıflatılmasının son derece zararlı olduğu kanısındadır. Onun tavrını son tahlilde belirleyen, soğuk savaş dönemine ait bir notunda ifade ettiği şu pozisyon olmuştur:
“Dostlar ve Düşmanlar
1. Yoksullar ve sanatçılar Ruslardan yanadır, çünkü Ruslar yoksulluğa karşı ve sanattan yanadır. Amerikalılar ise sanata karşı ve kârdan yanadır.
2. Rusların hataları dostların hatalarıdır, Amerikalıların hataları ise düşmanların hatalarıdır.” (“Edebiyat ve Sanat Yazıları”, sayfa 502)
Brecht, susmayı seçmiş ve “dostlarının hataları”na ilişkin görüşlerini Günlüğüne kaydetmekle yetinmiştir. Niyeti ne olursa olsun, onun bu tavrı sonuçta proletaryanın zararına olmuştur. Çünkü, bugün, her renkten komünizmin düşmanları, Brecht’in suskunluğunu ve notlarını komünizm davasına karşı kullanmaya çalışmaktadır.
Brecht, savaş ertesinde çeşitli zorlukları aşarak Doğu Berlin’e yerleşti ve hayatının geri kalan bölümünü Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nde geçirdi. Burada Berliner Ensemble tiyatro kolektifini kurdu.
Brecht, Demokratik Almanya rejimini ve onun kimi uygulamalarını eleştiriyordu. Fakat ona yine de -anda daha iyisi yok, anlayışıyla- sahip çıkıyordu. 17 Haziran 1955’te Demokratik Almanya rejimine karşı ayaklanan işçiler ve bu ayaklanmanın bastırılmasının ardından yazdığı notlar, onun bu çelişkisini gayet açık göstermektedir:
“17 Haziran, tüm varlığı yabancılaştırdı. Bütün yönsüzlükleri ve zavallıca çaresizlikleri içinde işçilerin gösterileri, gene de burada işçilerin yükselen sınıf olduğunu göstermektedir. Eyleme geçenler küçük burjuva değil, işçiler. (…) Şimdi ise, büyük bir terslik olarak büyük bir fırsat doğdu işte, işçileri kazanmak için. Bu nedenle ben, o felaketli 17 Haziran’ı hiç de salt olumsuzluk olarak almadım. Proletaryayı, gene sınıf düşmanının eline, gene o faşist dönemin kuvvetlenen kapitalizminin eline düşmüş gördüğüm anda -bu noktada beni kurnazca ve rahatlatıcı hafifletmeler yapmaktan hiçbir şey alıkoyamaz- gene de faşizmin hesabını görebilecek tek gücü gördüm orada.” (Çalışma Günlüğü, Türkçe, sayfa 234)
Brecht, haklı olarak, ayaklanmayı rejimin hatalarını ortaya çıkarma ve düzeltme noktasında bir şans olarak görürken, bütün dikkatini koltuğu kurtarmaya toplamış olan revizyonistlerin tavırlarıyla da şöyle alay ediyordu:
“Çözüm
17 Haziran halk ayaklanmasından sonra
Yazarlar Birliği sekreteri
Stalin bulvarında
üzerinde
halkın hükümetin güvenini kaybettiğini
ve ancak iki misli çaba harcayarak
bu güveni yeniden kazanabileceğini
yazan bildiri dağıttırdı.
Hükümetin halkı dağıtması
ve kendisine yeni bir halk seçmesi
daha kolay olmaz mıydı?”
Brecht, Berlin’deki olayların hemen ertesinde “örgütlü faşist unsurlara karşı mücadeleyi hep birlikte desteklemek üzere” tiyatrosundaki çalışanları topladı. Pek çok kişiye, olaylara ilişkin tutum belirleyen mektuplar yazdı. Erwin Leiser’e yazdığı bir mektupta şunları söylüyordu:
“Sosyalist Birlik Partisi’ne üye değilim. Ama onun pek çok tarihsel kazanımlarına saygı duyuyorum ve savaş tezgâhlayıcısı faşist takımı ona -hatalarından dolayı değil, doğru ve iyi yaptıklarından dolayı- saldırdığında, ben Sosyalist Birlik Partisi’ne bağlı olduğumu hissettim” (Çalışma Günlüğü, Türkçe, sayfa 235)
Brecht, Sovyetler Birliği’ni ve Demokratik Almanya Cumhuriyeti’ni savunması nedeniyle Batı basınında ağır bir biçimde suçlanmıştır. Özellikle, 21.12.1955’te, Moskova’ya giderek “Stalin Barış Ödülü”nü alması, şahsına yönelik saldırıların yoğunlaşmasına yol açmıştır. Brecht’in bu tavırlara yanıtı açıktır:
“Burada olduğum için bu fikirleri taşıyor değilim, bu fikirleri taşıdığım için buradayım ben!” (Çalışma Günlüğü)
Sonuç
Bertolt Brecht, sanat ve edebiyat alanında Marksizm-Leninizmi uygulamaya çalışmış, taraflı bir sanatçıdır. O proletaryadan yana saf tuttuğunu, taraflı sanatın savunucusu olduğunu açıklamaktan hiçbir zaman çekinmemiştir. O sanatı, kitleleri bilinçlendirmenin, onları eğitmenin bir aracı olarak görmüştür.
Brecht, gerçekçiliği, sosyalist gerçekçiliği sanatsal tutumu olarak görmüştür. Sosyalist gerçekçi bir sanat anlayışı gerçekliği kavramak/kavratmakla yetinmemeli, bizzat gerçekliği değiştirmeyi hedeflemelidir. Sanat, ezilen kitleler içindir. Böyle olduğu için de hem en geniş kitleler tarafından anlaşılır olmayı hedeflemeli, bunu yaparken ama, onların ‘tüketiciliğiyle’ uzlaşmamalıdır. Sanat, kitleleri dürtmeli ve hatta eyleme geçirmelidir. Kendi sanatında, özelde tiyatroda bu yüksek talep peşinde koşan Brecht, diyalektiği tiyatroya taşımış ve adıyla birlikte anılan “Yabancılaştırma” tekniğini geliştirmiştir.
Brecht, yenilikçidir. O hiçbir zaman biçime takılmamış, içeriği en iyi şekilde verebileceği yeni şekiller aramaktan ve denemekten çekinmemiştir. Bu yönüyle Brecht, Sovyetler Birliği’nde başlayıp uluslararası alana yayılan “biçimcilik mi gerçekçilik mi?” tartışmasında “biçimcilik” suçlamasının da hedefi olmuştur. Konuyla ilgili notlarında ve sanat pratiğinde doğru pozisyonda olduğunu kanıtlayan Bertolt Brecht, partili olmaktan ve açık ideolojik mücadeleden kaçtığı noktada bir komünist mücadeleciden beklenen tutumu sergilememiştir. Bunlar, bir komünist açısından önemli zaaflardır. Bu zaaflarına rağmen, o proletaryanın en değerli sanatçıları arasında anılmaktadır. Eserleri bugün de bizleri eğitmektedir.
“Bence gerek yok mezar taşına, ama
Eğer gerekliyse sizce
Şunlar yazılsın isterdim o taşa:
‘Öneriler getirmişti. Aldık
Önerilerini.’
Böylesi
Onurlandırırdı hepimizi.”
Alıntı: http://gkm.guneydergisi.com/gueney-dergisi/dosyalar/bertolt-brecht.html?showall=1