Bilinen, bilinmeyen Diyarbakır – Şeyhmus Diken

Kürtçe adı sîsalik (otuz yıl) olan “meymenetsiz” bir kuş varmış. Otuz sene yaşadığına inanılırmış. Leyleğinse onca göçerliğine rağmen ömrünün hepi topu bir yıl olduğuna inanılırmış. Bu sîsalik denilen “mahlukat” ömrünün bereketine böbürlenip birgün dayanmış leyleğin kapısına; “Seninkisi de hayat mı arkadaş? Bir yıllık hayat! Bak bana, otuz yıl yaşıyorum” demiş. Leylek, bilge bir edayla karşısındaki kuşu süzmüş; “Bir yıl da yaşasan, bin yıl da yaşasan görüp göreceğin dört mevsimdir, o kadar” demiş ve göçüp gitmiş.

Diyarbakır’a öyle beş bin yıldan başlayıp on iki bin yıla kadar ömür biçenler haklı olsa da; görüp göreceği(niz) dört mevsimdir işte! O yazlarında “güneşin tutuştuğu”, baharında “sümbül hava”nın yaşandığı, kışında dondurucu soğuğun ben buradayım dediği şehir. Ya da doğuya, en doğuya açılan devasa bir kadim “başkent” iken; tekçi cumhurluğun retçi ve inkârcı politikasıyla “taşralaştırılan” rol ve kimliğe, inadına karşı duruşla alternatif muhalif bir metropol olmaklığın şehridir Diyarbakır…

Doğrusu yıllar evvel, Diyarbakır’a sıkça gidip gelen ve bir gazetede köşe de yazan biri demişti ki; “Şeyhmus Diken, Diyarbakır’ı yaza yaza bitiremedi.” Ben de cevaben demiştim ki; “Daha nesini yazdık ki! Diyarbakır yazılmaz, yaşanır bir şehirdir.”

Böyle mi girilmeliydi sesini aşk ve şevkle dinlediğim naif sesli Kürdi sanatçı Mehmet Atlı’nın Hepsi Diyarbakır kitabına, sahiden bilmiyorum. Ama kitabı okuyacak ve dahi okumuş olanlar bağışlasın içimden böyle amiyane tabiriyle “bodoslama” dalmak geldi.

İletişim Yayınları üzerine bir gün sohbetimizde sevgili dostum arkadaşım Tanıl Bora demişti ki; “İletişim illa satsın diye kitap basmaz. Bu kitap mutlaka İletişim Yayınları arasında çıkmalı dediğimiz kitaplar da basar.” Bana göre Tanıl’ın gözü gibi koruduğu ve üzerine titrediği Memleket Kitapları aslında tümüyle böyle kitaplardan. Memleket Kitapları dediğimiz şehir monografileri, otobiyografileri, şehrengizleri kolay yazılan kitaplar değil. O şehirde yaşamış ve yaşıyor olacaksanız. O şehrin ruhuna, sokaklarına, meskenlerine, ibadethanelerine, bağlık bahçelik mekânlarına, varsa nehrine, dağına, taşına, bağına merhaba demiş olacaksınız. Sonra da derdine, tasasına ortaklıkla merhem olacaksınız. Ancak böylelikle içselleşilir ve yeteneğiniz varsa da yazılır. Bu aslında ham tabiriyle “gözlem ve tanıklık”tan öte bir şeydir. Hem her gözlemci ve tanık da yazamaz zaten! Gözlem ve tanıklık olarak yazdığı da sadece anı olur. Ama yetenekle yazılırsa da kitap olur. İşte İletişim’in Memleket Kitapları Mehmet Atlı’nın Hepsi Diyarbakır kitabıyla yirmi yedinci kitabını yayımlayarak geleceğe böylesine kıymetli bir külliyatla katkı sunuyor.

Mehmet Atlı’yı neredeyse tanıyan herkes, onu bir Kürt müzisyen-sanatçı olarak tanır bilir. Ama Mehmet’in bir yanı da mimarlık, Mardin Artuklu Üniversitesi’nde hem öğretim görevlisi hem de doktora öğrencisi. Atlı bu kez karşımızda doktora öğrenciliğinin eskizleri diyebileceğimiz şehrin mimarisinin, mekânsal hikâyelerinin kent insanına düşen / değen izdüşümlerini, hatta dışarıdakilere de yansıyan algılarını ve o algıların bilinen bilinmeyen arka planlarını metinsel ve akademik veriler, fotoğraflar, çizimler eşliğinde farklı zaman aralıklarında yazılmış metinlerden oluşmuş bir kitap olarak paylaşmış.

On bölüm halinde sunulan metinlerin hikâyeleri okunduğunda fark edilen şu ki; birçok Diyarbakır anlatısında eleştiri konusu olan, “kent tarihlerinin yazılabilmesi için Milliyetçiliklerin” mesela Diyarbakır için sıkça ve vurguyla Türk-İslam, Artuklu vurgusu, ya da “folklorik-nostaljik” dil ve tahayyüllerin aşılması lazım. Eğer bir şehrin insanını anlatmaya yeltendiğiniz o mekânlarla birlikte anlatamıyorsanız o şehrin anlatısı hayli eksik kalır.

Bu sebeple Mehmet Atlı’nın Bağlar’ı anlatırken “Şeytan Pazarı” vurgusu! Göçmenler ya da Mehdi Zana Caddesi, oraların ruhuyla birlikte şehri anlamakta ehemmiyet ifade ediyor. Tıpkı kimilerinin Çarşîya Şewitî’yi anlattığı gibi. Hepsi Diyarbakır kitabını, yakın zamanda Türkçeye çevrilip basılan Albert Louis Gabriyel’in Diyarbakır kitabı ile birlikte okuyup dikkate aldım. Eski ve kadim kentlerin ruhu yapı taşlarıyla kendini ele veriyor ve tabii insanın derdi kelamıyla birlikte.

Karpuzun, güvercinin hikâyeleri! Güvercin “bok”unun kente simge bir nesne olan karpuza, nasıl mana biçtiğine! Dicle kıyısındaki bağ, bahçe ve bostanlarda yazarın tabiriyle “modern yazlık pratik” olarak telakki edilen “hülle” kültürünün, aslında ortaçağ gezginlerinin hatta Evliya Çelebi’nin anlatılarında da hep var olduğuna! Ya da Diyarbakır Kadayıfı’nın 1900’lü yılların başında Bingöl’den Diyarbakır’a göç eden bir Bingöllünün Diyarbekirli bir Ermeni ustadan sanatı öğrendiği için Bingöllülere “Bingöl Kadayıfı” adı altında mal edilemeyeceğine, mal edilmemesi gerektiğine! Ve daha neler nelere…

Kitap, Mehmet Atlı’nın ironik, mizahi üslubu sayesinde rahatça okunuyor. Bu durum, sanatçı kimliğinin dışavurumu olarak anlaşılmalı. Ve sanırım kentin ruhuna nüfuz etmiş Qırıx kültüründen bir vurguyla meramı nihayetine erdirmek en doğrusu!

“Havada uçar teyyare
Dört eyaxlî Mınare
Yaza yaza yorıldım
Bitsın artıx Eware
Çal kekê çaaaal…”

ŞEYHMUS DİKEN
(26.09.2014,http://kitap.radikal.com.tr/)

HEPSİ DİYARBAKIR,
Herkesin Bildiği Kimsenin Bilmediği,
Mehmet Atlı,
İletişim Yayınları,
2014, 247 sayfa,

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir