Casanova’nın karşı çıktığı tek şey

KÜLTÜR VE YETENEK
-Bilgili, okumuş bir kimse olduğu söyleniyor, ama gizli bilgiler ve hünerler bakımından da zengin bir kafası var; İngiltere’de ve Fransa’da bulunmuş, kibar beylerden ve hanımlardan yasadışı menfaatler sağlamış, çünkü onun yaşama biçimi her zaman başkalarının zararına yaşamak ve çarçabuk inananları kandırmaktı. Casanova’yı iyice tanıdığınız zaman, onda, inançsızlığın, yalanın, utanmazlığın ve sefihliğin korkunç bir şekilde bir araya geldiğini görürsünüz.- (Venedik Engizisyonunun gizli raporu, 1755) (Bütün vatandaşlar üzerinde araştırma, soruşturma, yargılama ve her türlü cezaya çarptırma yetkisine sahip olan üç kişilik bir mahkeme, Kilise Engizisyonunun bir Devlet Engizisyonuna dönüşmesini ifade eden bu kurum, Venedik’te XVİİİ’inci yüzyılın sonuna kadar devam etmiştir.)

Casanova, bir maceracı olduğunu hiçbir zaman inkar etmemiştir; tam tersine, Romalıların daha o zaman fark etmiş oldukları gibi, her zaman aldanmaktan hoşlanan bir dünya içerisinde aldanan biri olmaktansa aldatan biri olmayı, kırpılmaktansa kırpmayı tercih ettiğini söyleyerek övünmüştür. Karşı çıktığı tek bir şey vardır: Meyhanelerde rastlanan dolandırıcılar güruhundan biriyle, sıradan bir bayağı adamla karıştırılmak; birtakım budalalardan ince ve zarif bir şekilde ve ustalıkla para sızdıracak yerde, insanların ceplerini kaba saba bir şekilde ve açıkça soymaya kalkan kürek mahkumları ve darağacını boylayacak kişilerle karıştırılmak… Hatıralar’ında, kağıt oyunlarında hile yapan Afflisio ya da Talvis’le herhangi bir yerde (aslında, ortak olarak çevirdikleri işlerde) karşılaşmış olduğunu itiraf etmek zorunda kaldığı zaman, kendini onlardan ayrı tutmaya özen gösteriyor; çünkü o ve onlar aynı planda iş görmekle birlikte, her şeye rağmen, farklı dünyalardan geliyorlar. Casanova yukarıdan –kültürden–geliyor, ötekiler ise aşağıdan –hiçlikten–.

Schiller’de, ahlaki bir görüş-açısından hareket eden o eski öğrenci –haydutların elebaşısı olan Karl Moor– suç ortakları olan Spiegelberg ve Schufterle’yi hor görür; çünkü kendisinin, dünyanın alçaklığından öç almak için, büyük bir ruh coşkunluğu içerisinde yaptığı şeyi, ötekiler kaba saba ve kanlı bir meslek haline getirmişlerdir. Casanova da, kendisiyle, o parlak ve tanrısal macera mesleğini her türlü güzellikten sıyıran, yol yordam nedir bilmeyen hilekarlar güruhu arasındaki farkı her zaman kuvvetle vurgulamaya çalışır. Çünkü, aslında, dostumuz Giacomo, burjuvaların onur kırıcı olarak niteledikleri, dürüst insanların ise isyan ettikleri böyle bir meslek için bir çeşit soyluluk ünvanının, felsefi bir ayrımın gerekli olduğunu öne sürmektedir. Şarlatan bir insandaki komedi aşkının, kirli bir iş olarak değil de, ince bir sanat olarak görülmesini ve bu şekilde değerlendirilmesini istemektedir. Eğer ona kulak verecek olursak, filozofun, yeryüzünde, bütün sersemlerin zararına olmak üzere eğlenmekten, kendini beğenmişleri kandırmaktan, saf kimseleri dolandırmaktan, cimrilerin yükünü hafifletmekten, kocaları kızdırmaktan, kısaca tanrısal adaletin gönderdiği biri olarak bu dünyanın bütün çılgınlıklarını cezalandırmaktan başka bir ahlaki yükümlülüğü yoktur. Aldatmak, onun için, yalnızca bir sanat değil, yüksek bir ahlaki görevdir ve bu görevi o, yasa-dışı yaşayan cesur bir prens olarak, temiz bir vicdan ve eşsiz bir içtenlikle yerine getirmektedir.

Ve Casanova bize, paraya ihtiyaç duyduğu ve çalışmaktan korktuğu için değil de, yalnızca yaradılışı bakımından ve karşı konulmaz bir deha ile maceracı olduğunu söylediği zaman ona inanmak gerekir. Babasının ve annesinin tarafından geçen bir kalıtımla, komedyen olarak, bütün dünyayı bir sahne, Avrupa’yı ise kulis gibi görüyor; blöf yapmak, aldatmak, başkalarını kafese koymak, Casanova için, daha önce Eulenspiegel’de (Till Eulenspiegel: XİV’üncü yüzyılda yaşamış, şakacılığı ve hazır-cevaplılığı ile ün yapmış bir kişi. Fıkraları aşağı Almanya’da hemen herkesçe bilinen bir kitapta toplanmıştır. Almanya’nın Nasrettin Hocası olarak görülmektedir.) olduğu gibi yerine getirilmesi gereken tabii bir fonksiyondur; Casanova, bir maskenin altına gizlenmenin ve soytarılığın karnavallara özgü neşesi olmadan yaşayamaz. Dürüst mesleklerde, iyi gözle bakılan, rahat mevkilerde yer alma fırsatı yüz kere geçmiştir eline; ama en çekici şey bile onu tuttuğu yoldan caydıramaz, hiçbir şey onu ayartıp burjuva hayatına alıştırmayı başaramaz. Ona milyonlar veriniz, meslekler ve yüksek mevkiler sununuz, kabul etmeyecek ve her zaman ilk ve tabii ortamına dönmeyi tercih edecektir: Vatansız olarak kalmak ve kuş gibi hafif olmak isteyecektir.

Böylece, haklı olarak, kendini bir çeşit gururla öteki dolandırıcılardan ayırt edebilir, çünkü hiçbir zaman umutsuzluk yüzünden değil, her zaman sırf eğlence olsun diye bu yolu seçmiştir; üstelik, gerçekten de, ne Cagliostro gibi pis kokulu bir köylü evinden çıkmıştır, ne de Kont Saint-Germain gibi kim olduğu, nereden geldiği bilinmeyen biridir (o da herhalde pek iyi kokmuyordu).

Messer Casanova, her ne olursa olsun, yasal bir şekilde dünyaya gelmiştir ve oldukça saygıdeğer bir ailedendir; annesi -La Burunella-, Avrupa’nın bütün opera sahnelerinde başarılı olmuş ve hatta sonunda Dresden Krallık Tiyatrosu’ndan ömür boyu emeklilik aylığı almaya hak kazanmış ünlü bir şarkıcıdır. Erkek kardeşi Francesco’nun adını Raphael Mengs’in parlak öğrencisi olarak, her sanat tarihi kitabında bulmak mümkündür: O zamanlar kendisi -tanrısal- olarak niteleniyordu ve o büyük savaş -makineleri-ne bugün bile her Hıristiyanlık müzesinde rastlanmaktadır. Bütün akrabalarının çok onur verici meslekleri vardı; avukat, noter ve papazların saygıdeğer giysilerini taşımışlardı sırtlarında. Görülüyor ki, Casanova’mız, hiç de çirkeften gelmiş değildir: O da Mozart ve Beethoven gibi sanatla içli dışlı olan aynı burjuva sınıfından gelmektedir.

O da, onlar gibi, klasik dillerde ve Avrupa dillerinde kusursuz bir eğitim görmüştür; bütün tuhaflıklarına, çılgınlıklarına ve kadınları vaktinden önce tanımasına rağmen, parlak zekası ile, Latinceyi, Eski Yunancayı, Fransızcayı, İbraniceyi kusursuz bir şekilde öğrenmiştir, bir parça İspanyolca ve İngilizce de bilmektedir; yalnızca Almancayı, hatta otuz yıl sonra bile, konuşmayı bir türlü başaramamıştır. Matematikte olduğu kadar felsefede de başarılıdır; teolog olarak, ilk defa on altı yaşındayken bir Venedik kilisesinde vaaz vermeye başlamıştır ve bir yıl boyunca da San Samuele Tiyatrosu’nda kemancı olarak ekmeğini kazanmıştır. Padua’daki hukuk doktorası (bunu on sekiz yaşındayken aldığını iddia ediyor), gerçek midir, yoksa bize bir oyun mu oynamıştır, bilemiyoruz? Bu önemli problem üzerinde, bugün bile, ünlü Casanova’cılar saç saça baş başa gelmektedirler; her ne olursa olsun, üniversitelerde okutulan birçok konuyu öğrenmiştir, çünkü kimyada, tıpta, tarih, felsefe ve edebiyatta, özellikle astroloji, altın yapma sanatı, simya gibi daha gizli kapaklı oldukları için daha çok kazanç getiren bilgiler alanında oldukça tecrübesi vardır. Ayrıca, bu yakışıklı ve çevik delikanlı dansta, eskrimde, binicilikte ve kağıt oyunlarında, kibar beylerin arasında en çok dikkati çeken biri olarak parlamaktadır; bu derece çabuk ve iyi bir şekilde kazanılmış bu sayısız bilgilere bir de gerçekten eşi benzeri görülmemiş bir hafızayı –yetmiş yıllık bir ömür boyunca hiçbir yüzü unutmayan, işittiği, okuduğu, söylediği ya da gördüğü şeylerden hiçbirinin silinip gitmesine fırsat vermeyen olağanüstü bir hafızayı– ekleyin, bütün bunların bir araya gelmesi öyle bir entelektüel birikim yaratmıştır ki, bu birikim sayesinde Casanova nerdeyse bir bilgin, nerdeyse bir şair, nerdeyse bir filozof ve nerdeyse kibar bir bey haline gelmiştir.

Evet, ama ancak -nerdeyse-; ve bu -nerdeyse- kelimesi, Casanova’nın çeşitli yetenekleri içerisindeki boşluğu acımasız bir şekilde ortaya koyar. Gerçekleştirebildiği her şey, ancak belli bir ölçü içerisinde kalmıştır; şairdir, ama tam bir şair değil; hırsızdır, ama meslekten bir hırsız değil. En yüksek düşünce alanına dokunup geçer, kürek mahkumluğuna da dokunup geçer, ama hiçbir yeteneği, hiçbir mesleği tam olarak gerçekleştiremez. Akla gelebilecek her konuda tam bir amatör, bir hevesli olarak, bütün sanat ve bilim dallarında pek çok şey bilir; inanılamıyacak kadar çok şey bilir; gerçekten yaratıcı olabilmesi için küçük bir şey eksiktir onda: İrade, kararlılık ve sabır. Bir yıl ciddi bir şekilde çalışsaydı, ondan daha iyi bir hukukçu, daha akıllı bir tarihçi olamazdı; bu ünlü kafa öylesine bir açıklık ve seçiklikle, öyle hızlı işliyordu ki, herhangi bir bilim alanında profesör olabilirdi; ama Casanova hiçbir şeyi tam olarak yapmayı düşünmemiştir hiç bir zaman; ciddi olan her şey, onun oyuncu tabiatına aykırı düşmektedir; tatsız ve monoton olan her türlü faaliyet, yaşama sarhoşluğu ile bağdaşamamaktadır.

Hiçbir şey olmak istemiyor, her şeymiş gibi görünmek ona yetiyor: Görünüş, gerçekten de, insanları yanıltır ve yanıltmak ona her şeyden daha çok zevk vermektedir. Budalalara herhangi bir şeyi gerçekmiş gibi gösterebilmek için, pek fazla bilimsel derinliğe ihtiyaç olmadığını biliyor; şu ya da bu gibi bir konuda bir parçacık bir şeyler bildiği zaman hemen imdadına koşacak olağanüstü bir yardımcısı var: O çok büyük soğukkanlılığı, utanmak nedir bilmeyen bir dolandırıcının pervasızlığı. Casanova’ya herhangi bir problemden söz edin, hiçbir zaman bu konuya yabancı olduğunu itiraf etmeyecektir; hemen en ciddi ve en usta tavrını takınacaktır. Bir şarlatan olarak dünyaya geldiği için, esen rüzgara göre ustalıkla yön değiştirecektir; oyun kağıtlarını çok iyi karıştırmasını bilen biri olarak, çarçabuk her şeyin altını üstüne getirecek ve en tehlikeli işten bile hemen her zaman yüzünün akı ile çıkacaktır.

Paris’te Kardinal Bernis ona piyango düzenlemekte biraz bir şeyler bilip bilmediğini soruyor. Tabii, en ufak bir fikri bile yok, ama –yine tabii olarak– her şeye dokunup geçen bu adam ciddi bir şekilde -evet- diyor ve bir komisyonun önünde, kendinden emin bir şekilde uzun uzun konuşarak, sanki yirmi yıllık tecrübeli bir bankermiş gibi mali projeler hazırlıyor. Valencia’da, bir İtalyan operası metni yazması isteniyor: Casanova çarçabuk yazıp bitiriyor. Müzik bestelemesi istenseydi, hiç şüpheslz ustalıkla eski operalardan parçalar alarak onu da yapabilirdi. Rus İmparatoriçesine kendini takvimde yeni düzenlemeler yapan biri ve astronomi bilgini olarak tanıtıyor; Kurland’da hemen oracıkta teknisyen oluvermiş biri gibi madenleri denetliyor; Venedik Cumhuriyeti’nde, kendini kimyager olarak gösterip, ipeği boyamak için yeni bir yöntem tavsiye ediyor; İspanya’da, bir tarım uzmanı ve bir sömürgeci imiş gibi boy-gösteriyor ve İmparator İİ’inci Joseph’e tefecilikle savaşmak için geniş bir çalışma sunuyor. Waldstein Dükü için komediler yazıyor; Urfe Düşesi için bir Diana ağacı ve simya alanında başka birtakım şarlatanca şeyler yapıyor; Bn. Roumains’in evinde, Süleyman’ın anahtarı ile kasayı açıyor; Fransız hükümeti için tahviller satın alıyor; Augsbourg’da kendini Portekiz elçisiymiş gibi gösteriyor; Fransa’da bazen bir sanayici, bazen Krallık Hayvanat Bahçesine yiyecek sağlayan biri olarak görünüyor; Bolonya’da tıbba karşı hicivler yazıyor; Trieste’de Polonya Krallığı tarihini yazıyor ve İlyada’yı ottavarima (Ottavarima: Sekiz mısradan oluşan ve üç kafiyenin kullanıldığı şiir kıtası. İlk altı mısra bir bütün oluşturuyor: 1, 3, 5’inci mısralarla 2, 4, 6’ıncı mısralar, kendi aralarında ayrı ayrı kafiyeli. 7 ve 8’inci mısralar bir beyit olarak birbiriyle kafiyeli.) halinde tercüme ediyor. Kısaca, bütün atlara binebildiği halde, belli bir atı yok, ama hepsinin üstünde durabiliyor; ne attan düşüyor, ne de alay konusu oluyor.

Bıraktığı yazıların listesini karıştıracak olursak, evrensel bir filozofla, bir ansiklopedistle, yeni bir Leibniz’le karşılaştığımızı sanırız. İşte Odysseus ve Kirke operasının yanında kocaman bir roman; işte küpün iki katının alınmasıyla ilgili bir deneme ve işte Robespierre’le politik bir konuşma; ve biri çıkıp da ondan, teolojik olarak Tanrının varlığını kanıtlamasını ya da ruh temizliğini övmek için bir ilahi yazmasını isteseydi, bir dakika bile tereddüt etmezdi.

Her ne olursa olsun, ne kadar çok yetenek var onda! Bu yetenekler herhangi bir yönde, bilimde, sanatta, diplomaside, iş alanında tam olarak gerçekleşebilseydi, olağanüstü sonuçlar çıkabilirdi ortaya. Ama Casanova, kendi isteğiyle, bu yeteneklerini anlık şeyler için har vurup harman savurmuştur ve her şey olabilecek olan bu adam hiçbir şey olmamayı, ama hür kalmayı tercih etmiştir. Hürlük, bağımsızlık, başıboş bir serserilik ona, yerleşmiş bir hayattan, herhangi bir meslek içerisinde oturup kalmaktan çok daha büyük –son derece büyük– bir mutluluk vermiştir. -Herhangi bir şeyde donup kalma düşüncesi bana her zaman can sıkıcı gelmiştir ve akla uygun bir hayat sürmek, bana öyle geliyor ki, tamamen tabiata aykırıdır.-

Sürekli olarak ne Fransa kralının hizmetinde iyi ücret alan bir piyango tahsildarı, ne iş adamı, ne kemancı, ne de yazar olmayı ister; bir yerde bir atın sırtına atlar atlamaz günlük tırıs gidişten hemen canı sıkılır; debdebesinden cesurca vazgeçip, yere atlayarak, yolun üzerinde karşısına çıkacak ilk arabaya –kaderinin arabasına– binmeyi bekler. Gerçek mesleğinin hiçbir mesleğe sahip olmamak, bütün işleri ve bilimleri yüzeyde kalacak şekilde denemek ve sonra tıpkı rol ve kılık değiştiren bir komedyen gibi başka bir alana geçmek olduğunu hisseder. Niçin bir yerde donup kalsın ki? Hiçbir şeye sahip olmak ve hiçbir şeyi saklamak istemiyor, hiçbir şey olmak ve hiçbir şey edinmek istemiyor, çünkü onun şiddetli tutkusunun istemiş olduğu şey, tek bir hayat değil, bir tek hayat içerisinde yüz tanesini yaşamak. Bunun içindir ki, hür olmak istiyor ve zenginliği, zevkleri, kadınları, ne güvenliğe ne de sürekliliğe gerek duymadan, ancak bir an için arzu ediyor. Grillparzer’in o kadar iyi ifade etmiş olduğu şeyi belli belirsiz hissederek evlerin ve bu dünyanın nimetlerinin önünden gülerek geçebiliyor (çünkü bütün bunlar her zaman bir bağımlılığın ifadesidirler):

Çünkü tuttuğun şey seni bırakmaz

Ve efendiyim derken, olursun uşak.

Oysa Casanova, kutsal tesadüfün dışında kimsenin uşağı olmak istemiyor; evet, bu kutsal tesadüf bazen onu sert bir şekilde sarsıyor, ama her şeye rağmen, ona her zaman ve bol bol yeni sürprizler hazırlıyor; o da ona sadık kalabilmek için, basit bir doktrinin sınırları içerisinde kalan hür düşünceden çok daha fazlasına sahip olacak şekilde, en gevşek bağları bile hor görerek bir yana itiyor. -En büyük hazinem, diyor gururla, kendi kendimin efendisi olmam ve felaketten korkmamam-. Bu cesur adama, kendisine taktığı Seingalt Şövalyesi ünvanından daha çok onur veren bir düşünce biçimini dile getiren erkekçe bir deyiş! Başkalarının kendisi hakkında ne düşündüklerini umursamıyor; onların ahlaki engellerini görülmemiş bir kayıtsızlıkla aşıyor, geride kalanların öfkesine ve saygısız çizmeleriyle çiçek bahçelerini çiğneyip geçtiği durmuş oturmuş kimselerin kızgınlığına aldırış etmiyor.

Yaşama sevincini, hiçbir zaman dinlenmede ve rahat bir tembellikte değil, yalnızca hareketin itici gücünde ve atılımda buluyor; böylece her türlü engelden kolayca ve en ufak bir rahatsızlık duymadan sıyrıldığı ve daldan dala uçmaktan başka bir amaç gütmeyen bir görüş-açısını benimsemiş olduğu için, hep aynı mesleğin sıcacık kozası içerisinde oturan dürüst insanlar ona çok gülünç geliyor: Küstahça kılıçlarını şakırdatan, ama generallerinden azar işittikleri zaman ezilip büzülen kumandanlar da, bir kitaptan ötekine geçerek, kağıtları, kağıtları ve yalnızca kağıtları kemirip duran kitap kurtlarından başka bir şey olmayan bilginler de, para çantalarının üzerinde endişeli bir şekilde oturan ve kasalarının önünde nöbet tutan para-babaları da onda saygı uyandırmıyor; hiçbir mevki, hiçbir ülke, hiçbir üniforma ona çekici gelmiyor. Hiçbir kadın onu kolları arasında tutamaz, hiçbir prens onu kendi sınırları içerisinde alıkoyamaz, hiçbir mesleğin monotonluğu içerisinde sıkışıp kalamaz: Burada da, bütün kurşun damları delip geçer; (Zweig burada, Casanova’nın, damı kurşunla kaplı dükalık sarayının altındaki Venedik zindanlarından kaçışını hatırlatıyor bize.) çürüyüp kalmaktansa, hayatını tehlikeye atmayı tercih eder. Bu ateşli ve dayanıklı bedenin içerisinde, yetenek, güç, cüret ve düşünce olarak insanı yakıp tutuşturan ve kamçılayan her ne varsa, her zaman ve hepsini, ne idiği belirsiz olan Kaderin –bu oyun ve değişiklik Tanrıçasının–önüne fırlatır; böylece hayatı hiçbir zaman tek bir kalıp içerisinde donup kalmayacaktır; basınç altındaki bir su gibi şekil değiştirecek, bazen berrak bir fışkırma ile göklere doğru yükselecek, güneş ışınlarıyla ve sevinçle parlayacak, bazen bir çağlayan gibi uğuldayarak bir uçurumun karanlıklarına dökülecektir. Emniyet Sandığı’na başvurmak zorunda kalan bu müsrif adam, prenslerin masasından hapishaneye düşerek, kadınları baştan çıkaran biriyken basit bir koruyucu (Kumarhane ya da genelev koruyucusu.) haline gelerek, bir şimşek hızı ile düşmeye devam edecek, ama tekrar yükselecek ve bir elektrik akımının bütün gücü ile yeni bir atılım yapacak, mutlu olduğu zaman parıltılar saçacak, felaketle karşılaştığı zaman serinkanlılığını yitirmeyecek, her zaman ve her yerde cesaret ve güvenle dolup taşacak.

Gerçekten de, cesaret, Casanova’nın uyguladığı yaşama sanatının gerçek temelidir, ona verilmiş en iyi yetenek budur: Hiçbir şeyi güvenlik altına almaz, hayatını tehlikeye atmakla yetinir; Casanova ile birlikte, bir gün, tedbirli kimselerden oluşan kalabalığın ortasında, cüret gösteren birinin –her şeyini tehlikeye atma cesaretini gösteren birinin– ortaya çıktığını görüyoruz: Kendini ve karşısına çıkan her türlü şansı ve fırsatı tehlikeye atmaktan çekinmeyen biriyle karşılaşıyoruz. Ama kader kendisine meydan okuyan cüretli kişileri sever, çünkü oyun onun tabii ortamıdır. Küstahlara çalışkanlardan, atak kişilere sabırlılardan daha çok şey verir; aynı şekilde, bu ölçüsüz adama da, genellikle bütün bir nesle verdiğinden çok daha fazla şey bağışlamıştır; onu yakalar ve dört bir yana sürükler, bütün ülkeleri dolaştırır, çarçabuk yükseklere çıkarır ve atılımlarının en güzelini yapmaya hazırlandığı bir sırada da ayağına çelme takar. Kadınlarla ödüllendirir ve oyun masasında onunla alay eder; tutkularını harekete geçirir ve tam gerçekleşecekleri anda ona oyun oynar. Ama hiçbir zaman onu bırakmaz ve can sıkıntısına kapılmasına fırsat vermez; yorulmak nedir bilmeyen bu adam için, bu kusursuz ve uysal oyun arkadaşı için, bıkıp usanmadan yeni yeni heyecanlar ve tehlikeler bulup icat eder. Böylece bu hayat geniş, renkli, zengin, çeşitli değişikliklerle dolu, olağanüstü ve alaca bulaca bir hale gelir. Eşine ancak birkaç yüzyılda bir rastlanabilecek bir hayat! Ve yalnızca bu hayatı anlatmakla, hiçbir zaman bir şey olmak istemeyen ve olmayan bu adam, hayatın eşi benzeri görülmemiş bir şairi olmuştur ve bu aslında kendi isteğiyle değil de, hayatın isteğiyle gerçekleşmiştir.

Stefan Zweig

Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar: Casanova, Stendhal, Tolstoy
Türkiye İşbankası Kültür Yayınları
Çevirmen: Gülperi Sert

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir