Dünün Dünyası, Zweig’ın ve aslında tüm insanlığın kaybettiği Avrupa’ya bir ağıt, bir tür kültür tarihi, bir dönemin biyografisi…
Dünün Dünyası Stefan Zweig’ın otobiyografisi: Zweig içinde doğup yetiştiği Habsburg İmparatorluğu’nun çöküşünü, Birinci Dünya Savaşı’na kadar her bakımdan coşku dolu olan Avrupa’yı, savaştan sonra Avrupa’nın bütün düzeninin altüst oluşunu, Hitler’in usul usul ama göz göre göre Avrupa’yı esir alışını, dostların birbirine düşman oluşunu içten, trajik, melankolik ve hasret dolu bir bakışla anlatıyor. Zweig, Avrupa’yı kültürel-sosyal hayat, ahlâki ortam, savaş ve siyaset üzerinden ele almakla kalmıyor çarpıcı Rusya seyahatine, Amerika ve Güney Amerika izlenimlerine de yer veriyor. Üstelik Rilke, Joyce, Rolland, Freud, Rodin, Gorki, Rathenau, Verhaeren gibi birçok arkadaşına dair ilginç bilgiler ve gözlemler de sunarak.
“Dünya vatandaşı” Zweig’dan değişen, dönüşen, başkalaşan, o inandığı, kendi Avrupası olmaktan çıkan Avrupa’ya renkli ve bir o kadar da hüzünlü bir tanıklık, bir tür kuşaklar arası köprü…
“Dünün Dünyası’nı okuduğunuzda, Zweig’ın hayatına yaptığı yatırımlara dair her şeyi görüyorsunuz; güvenlik dünyası demeyi tercih ettiği bu dünyanın, kendisi için çok şey ifade eden, gittikçe daha rafine ve özgür hale gelen bu hayatın bir anda geride iz bırakmadan yok edildiğini de.”
Wes Anderson
KİTAPTAN
Önsöz
Kendimi, başkalarına hayat hikâyemi anlatacak kadar önemsememiştim hiç. Beni ana kahramanı yapacak ya da –daha doğrusu– odak noktasına koyacak bir kitaba, bir kuşağın yaşayabileceği ne kadar çok olay, felaket ve sınav varsa hepsiyle karşı karşıya kaldıktan sonra cesaret edebilecekmişim demek. Kendimi
öne çıkartıyorsam, beni görsel bir sunumun konuşmacısı gibi
kabul edin; resimleri belirleyen zaman, bense sadece onları seslendiriyorum ve aslında anlatacağım kendiminkinden çok, yazgı yoğunluğunda tüm tarih boyunca eşi örneği az bulunur bir
kuşağın, bizim kuşağın yazgısı. Avrupa’mızda ardı arkası kesilmeyen volkanlara benzeyen sarsıntıların etkilerini her birimiz
varlığımızın en derinliklerinde hissettik; sayısız mağdurla karşılaştırınca kendime mal edebileceğim tek ayrı özellik, Avusturyalı, Yahudi, yazar, hümanist ve pasifist biri olarak, bu sarsıntıların en şiddetli sonuçları nereyi vurduysa her defasında
orada bulunmuş olmam. Beni üç kez evimden ve işimden ederken anılardan, geçmişten koparıp ayırdı, beni korkunç şiddetiyle boşluğa, bana zaten bildik olan “nereye gidiyorum”a savurup attı. Ama şikâyet etmiyorum; vatansız kişi bir başka boyutta özgürleşir. Hiçbir bağı kalmamış insanın artık bir şeylere saygı gösterme, bir şeyleri gözetme yükümlülüğü de ortadan kalkar. Bu anlamda umarım ben de her adil tarih anlatımının
dürüstlük ve tarafsızlık diye niteleyeceğim ana kurallarına uymayı başarabilirim.
Zira tüm köklerinden, hatta bu kökleri besleyen topraktan
bile koparılmış birisiyim – gerçekten de o dönemler için ender insanlardanım. 1881’de koskoca ve güçlü bir imparatorlukta, Habsburg monarşisinde dünyaya geldim. Ama onu haritada aramaya kalkmayın. Silinip gideli çok oldu, en ufak izi kalmadı. İki bin yıllık uluslarüstü metropol Viyana’da büyüdüm.
Viyana’yı, kent Almanya’nın bir taşra kasabası yapılmadan önce adeta kaçak bir suçlu gibi terk etmek zorunda kaldım. Eserlerim, onları yazdığım dilde, milyonlarca dost okur tarafından sevildiği ülkede yakılıp kül edildi. Hiçbir yere ait değilim artık, her yerde yabancı, olsa olsa misafirim. Asıl vatanım, gönlümün yeğlediği vatanım Avrupa’yı ise ikinci kez içinde düştüğü kardeş savaşında intihara kalkışınca yitirdim. Çok kısa süre içerisinde, istemeden, aklın en korkunç yenilgisine, zorbalığın en vahşi zaferine tanık oldum. Bizden önceki hiçbir kuşak –bunu gururla değil, utanarak kaydediyorum– bizim kuşağın
yaşadığı ahlâki çöküntüyü yaşamadı. Sakalımın yeni yeni çıkmasıyla ağarması arasındaki kısacık zaman diliminde, bu yarım
yüzyıl zarfında on kuşağa tekabül edecek radikal dönüşüm ve
değişimler yaşadık ve her birimiz de şunu hissettik: Gerçekten
çok fazla! Dünümle bugünüm, inişlerim ve çıkışlarım arasında
öyle farklılıklar var ki, sanki sadece bir değil, birbiriyle hiç ilişkisi olmayan birkaç yaşamdan geçmiş gibiyim. Çünkü ağzımdan düşünmeden “yaşamım” sözü çıksa, “Hangi yaşamım?” diye sorarken yakalıyorum kendimi sık sık. Dünya Savaşı’ndan
önceki mi, birincisinden mi, ikincisinden mi önceki, yoksa bugünkü yaşamım mı? Yine “evim” dediğimde, hangisini kastettiğimi bilmiyorum bazen, Bath’dakini mi, Salzburg’dakini mi yoksa Viyana’daki ana-baba evini mi? Ya da “bizim orada” deyince birden ürpererek kendi ülkemdeki insanların gözünde bir İngiliz’den veya Amerikalı’dan farkım olmadığını, çoktan oraya ait sayılmadığımı, ülkemle organik bir bağımın olmadığını düşündüklerini ya da zaten hiçbir zaman uyum sağlamadığımı anımsıyorum ister istemez; içinde büyüdüğüm dünya ile bugünkü dünyanın ya da ikisi arasındaki çeşitli dünyaların birbirinden ne kadar farklı olduğunu hissediyorum. Benden genç arkadaşlara Birinci Dünya Savaşı öncesiyle ilgili hikâyeler anlattığım her defasında onların şaşkınlıkla sorduğu sorularından, benim için doğal olan birtakım gerçekliklerin kendileri için tarih olmuş ya da zihinlerinde canlandırmakta güçlük
çektikleri şeyler olduğunu çıkartıyorum. İçimden bir his onlara
hak veriyor: Bugünümüz dünümüz ve daha önceki günümüz
arasındaki köprülerin tamamı göçmüş durumda. Son derece sıkıntılı ve tehlike altındaki daracık yaşamımıza sıkıştırdığımız
o hacim ve çeşitlilik karşısında, hele hele onu bir de geçmiştekilerin yaşam biçimleriyle karşılaştırdığımda ben kendim bile
hayrete düşüyorum. Babam ya da büyükbabam ne görmüş olabilirler örneğin? Yaşamları tekdüze olmuştu onların. Başından
sonuna yalnızca bir tane, inişsiz, çıkışsız, sarsıntısız, kazasız,
belasız, sırf küçük heyecanlar ve belli belirsiz geçişler içeren bir
yaşamdı onlarınki; zaman denen dalga onları beşikten mezara
aynı ritimde yavaş yavaş taşımış. Yaşamlarını aynı ülkede, aynı
kentte, çoğunlukla da aynı evde geçirmişler; dünyada olup bitenler gazetede sayfalarında kalmış, gelip kapılarını yumruklamamış. Onların zamanında da savaşlar oluyordu olmasına ama bugünkü boyutlarla karşılaştırırsak savaşçıktı onlar, sınırın berisindeydiler, top tüfek sesleri duyulmuyordu ve altı ay geçmeden de bitip unutuluyor, kuru bir tarih yaprağı oluyorlardı ve
yaşam, aynı yaşam yeniden başlıyordu. Biz ise her şeyi geri dönüşü olmadan yaşadık, eskiyle ilgili arda kalan, eskiden bugüne kalan hiçbir şey yok; tarihin tek bir ülkeye, tek bir yüzyıla idareli idareli paylaştırdığı şeylerin en yoğununu, en fazlasını
yaşamak bizim payımıza biçildi. Bir kuşak fazla fazla bir devrim
yaşardı, öbürü bir darbe, üçüncüsü bir savaş, dördüncüsü bir
kıtlık, beşincisi ise bir devlet iflası – bunlardan hiçbirini yaşamamış şanslı ülkeler ve şanslı kuşaklar da var. Ya bugün altmış
yaşındaki ve önünde de jure1 biraz daha zamanı olduğunu düşündüğüm bizlerinse görmediğimiz, karşı karşıya kalmadığı
1 (Lat.) Hukuki olarak, kanuna göre.
mız, yaşamadığımız ne kaldı? Akla gelebilecek tüm felaketlerden oluşan bir katalogu baştan sona geçtik (ve son sayfaya da
gelmiş değiliz hâlâ). Tek başıma ben bile insanlık tarihinin en
büyük iki savaşına tanık oldum, hatta birini Alman, öbürünü
ise Alman karşıtı olmak üzere iki ayrı cephede yaşadım. Savaş
öncesi bireysel özgürlüğün en yüksek aşamasını gördüm, sonrasındaysa onun yüzyıllardır içinde bulunduğu en dibe vurmuş
haliyle yüz yüze geldim; göklere çıkarıldım ve aforoz edildim,
özgür oldum ve hürriyetim kısıtlandı, zengin oldum ve yoksul
da. Devrim ve kıtlık, enflasyon ve terör, salgın hastalıklar ve
göç olmak üzere mahşerin dört soluk atlısı geçti yaşamımdan;
büyük kitle ideolojilerine, İtalya’da faşizme, Almanya’da nasyonal sosyalizme, Rusya’da Bolşevizme, özellikle de Avrupa kültürü dediğimiz taze çiçeğimizi zehirleyerek onun solmasına neden olan koyu milliyetçilik vebasının palazlanmasına, yaygınlaşmasına tanık oldum. İnsanlığın, hümanizm karşıtlığının bilinçli ve programatik dogmalarıyla beslenen ve çoktan tarihe
karıştığını sandığımız barbarlığa kayışını aciz, eli ayağı bağlı bir
tanık olarak izlemek zorunda kaldım. Aynı şekilde ilan edilmemiş savaşları, toplama kamplarını, işkenceleri, kitlelerin soyup
soğana çevrilmesini, savunmasız kentlere yapılan bombalı saldırıları, yani bizden önceki elli kuşağın hiç yaşamadığı, bizden
sonrakilerin de karşı karşıya kalmayacağını ümit ettiğimiz tüm
bu canavarlıkları görmek bize nasip oldu. Ama dünyamızın ahlâk açısından bin yıl geriye savrulduğu bu dönemde paradoksal
biçimde yine aynı insanlığın, milyonlarca yılda sağlamış olduğu birikimin bir çırpıda bir adım önüne geçerek teknik ve düşünsel alanda beklenmedik, umulmadık şeyler gerçekleştirdiğini de gördüm: Uçakla gökyüzüne hâkim olması, fani bir sözcüğün saniyede yeryüzünün öbür tarafına aktarımıyla uzayın alt
edilmesi, atomun parçalanması, en sinsi hastalıkların yenilmesi, dün olanaksız olanın günbegün olanaklı kılınması. İnsanlık
bizim zamanımıza dek ne bu kadar kötü ve yıkıcı olmuş, ne de
bu kadar tanrısal işler kotarmıştı.
Bu gergin ve dramatik sürprizlerle dolu yaşamımızı belgelemeyi kendime görev addediyorum. Çünkü –tekrar söyleyeyim– herkes bu korkunç dönüşümlerin tanığı oldu ya da tanığı olmaya zorlandı. Bizim bizden önceki kuşaklarda olduğu gibi sıvışma ya da kenara çekilme olanağımız yoktu; eşzamanlılığın yeni düzenlemesi sayesinde sürekli zamanın içerisinde olduk. Bombalar Şanghay’ı yerle bir mi etti? Avrupa’daki oturma
odamızda daha yaralılar evlerden çıkarılmadan haberimiz oldu bundan. Denizin binlerce mil uzağında olup bitenler anında
gözümüze sokuldu. Sürekli karşı karşıya kaldığımız bilgilendirilme ya da olayların içine dahil edilme olgusuna karşı korumasız, çaresizdik. Ne kaçabileceğimiz bir ülke vardı ne de sükunete kavuşma olanağı; kaderin pençesi her yerde kolumuzdan çekip bizi ısrarla her defasında kendi dalaverelerinin içerisine sürükledi.
Ne kadar direnirsen diren sürekli devletin istemlerine boyun
eğmek, en aptalca siyasetin önüne yem olarak atılmak, fantastik değişikliklere ayak uydurmak zorundaydın ve istesen de istemesen de birlikteliğe, sürüye itiliyordun. Bu dönemden geçen ya da daha doğru bir deyimle dörtnala koşturulan –soluklanma imkânı çok azdı– herkes, büyüklerinden çok daha fazla
şey gördü geçirdi. Bugün yine bir dönüm noktasında, bir sonda
ve bir başlangıçta bulunuyoruz. O yüzden yaşamıma ilişkin geriye dönük yazdıklarımı şimdilik bilerek belirli bir tarihle sonlandırıyorum. Çünkü 1939’un o Eylül günü, biz altmışlarındakileri şekillendirip eğitmiş olan devre, kesin ve nihai biçimde
nokta konulmuştur. Ama tanıklığımızla bizden sonraki kuşağa
paramparça olmuş gerçeklikten bir nebze olsun bir şeyler aktarabiliyorsak, çabalarımız boşa gitmiyor demektir.
Anılarımı uygunsuz ama dönem göz önünde bulundurulduğunda “olağan” denebilecek koşullarda derlemeye çalıştığımın farkındayım. Yaşadıklarımı savaş süregiderken, yurt dışında ve yanımda belleğime destek olacak en ufak bir malzeme olmadan yazıyorum. Otel odamda, yanımda ne bir kitap, ne icabında başvurabileceğim bir not, ne de bir arkadaş mektubu var.
Bilgi edinebileceğim bir yer de yok, zira uluslararası posta servisi çalışmıyor ya da sansür boyunduruğu altında. Tıpkı daha
vapurun, trenin, uçağın ve postanın bulunmadığı yüzyıllar öncesinde olduğu gibi, birbirimizden ayrı yaşıyoruz. Geçmişimle ilgili olarak kafamın içindekiler hariç hiçbir şeye sahip değilim. Bunun dışındaki her şey de şimdilerde kayıp ya da ulaşılamaz. Ama bizim kuşak yitirdiği şeylerin arkasından üzülmemeyi çok iyi öğrendi; belge ve ayrıntı eksikliği kitabım için bir
kazanç dahi olabilir, kim bilir. Zaten ben belleğimizi bazı şeyleri tesadüfen saklayıp diğerlerini de tesadüfen kaybeden bir unsur değil, bilerek derleyen ve akıllıca tasfiye eden bir güç olarak görüyorum. Yaşamla ilgili unutulan her şey, içgüdüsel olarak çoktan unutulmaya mahkûm olmuştur aslında. Sadece benim unutulmasını istemediğim şeyler başkaları tarafından unutulmama hakkına sahiptir. Anılar, o zaman benim yerime siz
konuşun, siz seçin, ebedi karanlığa gömülmeden önce biraz olsun bir şeyler yansıtın yaşamımdan!
Güven Dünyası
Sakin ve yan yana ve huzur içinde büyürken
Fırlattılar bizi günün birinde dünyaya;
Çarpıyor bize yüz binlerce dalga,
Tahrik ediyor her şey bizi, türlü türlüsü hoşumuza gidiyor,
Keyfimizi kaçırıyor türlü türlüsü ve anbean
Hafifçe huzursuzluk dalgalanıveriyor;
Hissediyoruz ve hissettiğimiz şeyler,
Götürüveriyor o renkli dünya hissini uzaklara.
– GOETHE
Birinci Dünya Savaşı’ndan önceki, içinde büyüdüğüm o zamanlarla ilgili en uygun tasvir ne olabilir dediğimde, en özlüsü şu gibi geliyor bana: Güvenliğin altın çağı. Yaklaşık bin yıllık Avusturya monarşisinde her şey ilelebet baki kalacak gibi
bir düşünce hâkimdi ve devlet de bu istikrarın baş garantörü
konumundaydı. Vatandaşlarına tanıdığı haklar, halkın özgürce seçtiği temsilcilerinden oluşan parlamento tarafından onanmış ve görevler titizlikle sınırlanmıştı. Para birimimiz Avusturya kronu tedavülde çil altın olarak dolaşıyor, değerinin değişmezliğine garanti gözüyle bakılıyordu. Herkes ne kadar parası
var, ne kadarına hakkı var, yasak nedir, ne değildir, bilirdi. Her
şeyin bir kuralı, ölçüsü, saptanmış bir değeri vardı. Servet sahibi yıllık faiz getirisini kuruşu kuruşuna hesaplayabiliyor; memur, asker terfi edeceği ya da emekliye ayrılacağı yılı net olarak biliyordu. Her aile belirli bir bütçeye sahipti; bunun kaçta kaçının kira ve yiyeceğe gideceği, tatil ve eğlenceye ne kadar
harcanacağı bilinir, öngörülmesi zor hastalık ve doktor masrafları için mutlaka bir kenarda para bulundurulurdu. Evi olanlar onu çocuklar ve torunlar için bir güvence olarak görür, konut ya da dükkânlar miras olarak kuşaktan kuşağa geçerdi; beşikteki bebek için kumbarasına veya bankaya istikbali için “rezerv” anlamında ufak bir miktar konurdu. Bu geniş imparatorlukta hiçbir şey yerinden oynatılmaz, tepede yaşlı kayser olmak
üzere her şey yerli yerinde dururdu; o da ölecek olursa yerine
başkasının geçeceği, bu kurulu düzende kolay kolay hiçbir değişikliğe gidilmeyeceği bilinir (ya da öyle sanılırdı). Savaş, devrim, darbe gibi şeyleri kimse aklının ucundan geçirmezdi. Radikal olan her şey, şiddete dair her şey akıl çağına yakışmayan
öğeler olarak görülürdü.
Bu güven duygusu milyonlarca insan için vazgeçilmez bir
servet, ortak bir idealdi. Yaşam yalnızca bu güvenceyle yaşanası sayılıyor, her geçen gün daha fazla insan bu servetten pay almak istiyordu. Bu avantajdan ilk başlarda sadece mal mülk sahipleri, sonraları ise gitgide daha geniş kitleler yararlanmaya
başlayınca güvence yüzyılı sigortacılığın altın çağı haline geldi. Evler yangın ve soyguna, tarlalar sağanak ve fırtınadan doğabilecek zarara, bedenler kaza ve hastalığa karşı güvence altına alındı; yaşlılık için özel emeklilik sigortaları yaptırıldı, kızların beşiklerine çeyizleri için poliçeler konuldu. Sonunda işçiler de örgütlenerek standartlaştırılmış ücret ve hastalık sigortası sistemlerine kavuşurken hizmetliler yaşlılık sigortası için para biriktirmeye, cenazeleri için ölüm sigortalarına tedbiren para yatırmaya başladılar. Bugünün tadını çıkarmak istiyorsan geleceğe ilişkin endişen olmamalıydı.
İnsanların yaşamlarını yazgının türlü çeşitli müdahalesine
karşı bu denli sağlama almak istemelerinin altında sadece yaşama bakışlarındaki o temkinlilik, o kanaatkârlık değil, aşırı ve
bir o kadar da tehlikeli bir kibir yatıyordu. 19. yüzyıl, o liberal idealizmiyle “tüm dünyaların en iyisi” olmak için çıktığı yolun şaşmaz doğruluğuna ciddi ciddi inanmıştı. Savaş, kıtlık ve
ayaklanmaların hâkim olduğu eski çağlara, insanlığın daha ergenliğe ulaşmadığı, yeteri kadar aydınlanmadığı zamanlar olarak küçümsenerek bakılıyordu. Oysa şimdi birkaç onyıl içinde kötülük, zorbalık ilelebet son bulacaktı ve “ilerlemenin” hiç
aksamayacağına, kesintiye uğramayacağına duyulan inanç, o
dönem için neredeyse din gibi bir güce sahipti; hatta insanlar
bu “ilerlemeye” İncil’den daha fazla inanıyor, bilim ve teknikte
her gün ortaya çıkan yeni mucizelerle ilerlemenin kutsallığı kanıtlanmış gibi görünüyordu. Gerçekten de bu barışçı yüzyılın
sonuna yaklaşırken görünürlüğü, hızı ve çeşitliliğinde giderek
artış kaydedilen genel bir yükseliş gözlendi. Geceleri sokakları
artık soluk ışıklar değil, elektrikli lambalar aydınlatıyor, dükkânların o yeni büyüleyici parıltısı ana caddelerden dış mahallelere kadar uzanıyordu; insanlar artık telefon sayesinde uzaklarla konuşabiliyor, atsız arabalarla uzaklara yepyeni hızlarla
varabiliyor, havada uçup İkarus’un rüyasını gerçekleştiriyorlardı. Konfor aristokrasinin tekelinde olmaktan çıkıp sade vatandaşın evine girmişti; insanlar artık kuyulardan ya da kanallardan su taşımak, ocakta eziyet çekerek ateş yakmak zorunda değildi; Hijyen koşulları iyileşmiş, pislik ortadan kalkmıştı. İnsanlar vücutlarını spor sayesinde geliştirdiklerinden beri
güzelleşmişler, güçlenmişler, daha sağlıklı olmuşlardı; sokaklarda kötürüm, guatrlı, özürlü insan azalmıştı ve tüm bu mucizeler bilim, ilerlemenin baş meleği sayılan bilim sayesinde gerçekleşmişti. Toplumsal alanda da büyük adımlar atılarak bireylere yeni haklar tanınmış, hukuk sisteminde daha yumuşak,
daha hümanist bir uygulamaya geçilmiş, kitlesel yoksulluk denen ana sorun dahi üstesinden gelinemeyen bir olgu olarak görülür olmaktan çıkmıştı. Seçim hakkının daha geniş kesimlere
tanınmasıyla, çıkarların yasal yollarla savunulması olanağı sağlanmıştı. Proletaryanın yaşamını daha sağlıklı, hatta onu daha
da mutlu kılmak isteyen profesörlerle sosyologlar birbirleriyle yarışa girmişlerdi – dolayısıyla başardıklarıyla gurur duyan
bu yüzyılın, sona eren her bir on yılı, sadece ondan sonraki daha iyi bir on yılın hazırlık aşaması olarak görmesinde şaşılacak
bir şey var mıydı? Avrupa halkları arasında savaş gibi, barbarlığa geri dönüş sayılabilecek bir olguya, ancak cadılara ve hayaletlere inanıldığı kadar inanılıyordu; büyüklerimizin hoşgörü, karşılıklı saygı ve iyi niyetin bağlayıcı gücüne sarsılmaz bir
güvenleri vardı. Uluslar ve mezhepler arasındaki farklılıkların
zamanla insancıllık, barış ve güvence, tüm insanlığa mal olmuş
bu en yüce ortak değerler içinde eriyip gideceğine canı gönülden inanmışlardı.
İdealizmle yoğrulan o kuşağın, insanlığın teknik alandaki
ilerlemesinin kendiliğinden ahlâki yükselişi de getireceğine dair hayalperestliğine bakıp da alaycı bir tutum içerisine girmek,
“güvenlik” sözcüğünü bir hayalmiş gibi sözcük hazinemizden
çıkarmış bizler için bugün kolaydır. Yeni yüzyılda kolektif vahşetlerin patlak vermesine artık şaşırmamayı öğrenmiş, her geçen gün bir öncekine göre daha fazla habisleşme bekleyen bizler, insanların ahlâki açıdan yola getirilebilirliklerine artık kuşkuyla bakıyoruz. Kültürümüzü, uygarlığımızı her an delinebilir incecik bir zar gibi gören Freud’a hak vermemiz gerek; bizler hak, özgürlük ve güvenceden yoksun, ayaklarımızın altında bir zemin olmadan yaşmaya alışmak zorunda kaldık. Kendi varlığımızı korumak adına, büyüklerimizin hümanizmin süratle ve duraksamadan yükselişine dair adeta dine çevirdikleri
inanca uzun zamandır inanmıyoruz; bu aceleci iyimserlik, hümanizmle ilgili çabaları bir çırpıda bin yıl geriye atmış bir felaket yüzünden bize artık iyice banal gözükür oldu. Büyüklerin bu umudu belki bir hayaldi ama kendilerine hayrı olmuş,
güzel, asaletli bir hayaldi bu; en azından bugünkü söylemlerden daha insancıl, daha değerliydi. Tüm yaşadıklarıma ve hayal kırıklıklarıma karşın benim de bir tarafım nedense tam olarak vazgeçemiyor bundan. İnsan, zamanın havasından kanına
nüfuz eden şeyi bir daha atamıyor. Ne olursa olsun, başıma ne
gelirse gelsin, arkadaşlarımla ben hangi haysiyet kırıcı durumla yüz yüze gelip, hangi sınavlardan geçmek zorunda kalırsak
kalalım her şeyin yine doğru yola gireceğine dair gençlik inancımı yadsıyamıyorum. Yılgın ve dağılmış ruh halimizle, bugün içerisinde yarı kör yalpaladığımız dehşet uçurumundan arada kafamı kaldırıp çocukluğumu aydınlatan o eski yıldızlara bakıyor, günün birinde bu çöküşün ilerlemenin o hiç aksamayan
ritminde sadece bir ara olarak görüleceğine duyduğum güvenceyle avutuyorum kendimi.
Büyük felaket tarafından çoktan yerle bir edildiği için o güvence dünyasının bir düşler âleminden ibaret olduğunun bugün artık bilincindeyiz. Ancak annemle babam o âlemde kale gibi bir evde oturmuştu. Huzur ve refah içindeki yaşamlarına bırakın fırtınayı, azıcık bir cereyan bile nüfuz etmemişti;
yaşamları rüzgârlara karşı zaten dirençliydi, epeyce hali vakti yerinde insanlardı ve bu durum o dönemlerde kapıdan pencereye her yeri kaplıyordu. Yaşam biçimleri, Viyana kültürüne önemli katkıları olmuş, mükafat olarak da yok edilen “iyi Yahudi burjuvazisi” için o denli tipik özellikler taşıyordu ki, onların huzurlu ve rahat yaşamlarından söz ederken, aynı zamanda güvence altındaki değerlerin yüzyılında Viyana’da annemle
babam gibi yaşayan on bin, yirmi bin aileyi de kastediyorum.
Baba tarafım Moravya kökenliydi. Oranın küçük kırsal yerleşimlerindeki Yahudi cemaatleri, köylüler ve küçük burjuvaziyle dostluk ve uyum içerisinde yaşamışlardı; dolayısıyla ne
bir bezginlik hali ne de Doğu Avrupa Yahudileri, Galiçyalılara özgü o bilinen yersiz sabırsızlık gözlenirdi. Yaşamlarını, tıpkı yöredeki köylülerin tarlalarını arşınladıkları gibi güçlü, sakin, emin adımlarla sürerlerdi. Ortodoks dindarlıktan tez sıyrılıp kurtulmuşlar, “ilerleme”nin ateşli savunucuları, siyasal liberalizm çağının parlamentodaki en saygıdeğer temsilcileri olmuşlardı. Yurtlarını terk edip Viyana’ya göç edenler şaşırtıcı bir
hızla yüksek kültüre adapte olmuş, özel yaşamlarındaki yükselme, genel anlamdaki kalkınmayla derhal iç içe geçmişti. Söz
konusu geçiş aşaması ailemizde de tipikti. Babamın babası manifaturacılık yapıyordu. Avusturya’da yüzyılın ikinci yarısında
endüstriyel konjonktür başlamış, İngiltere’den ithal edilen mekanik dokuma tezgâhlarıyla bükme makineleri, rasyonalizasyon sonucu geleneksel el dokumasına oranla fiyatlarda müthiş bir düşüşe yol açmıştı. Sanayi üretimine geçmenin kârlılığının ve gerekliliğinin ilk farkına varanlar, ticari gözlem ve uluslararası perspektiften bakabilme yetenekleri sayesinde Yahudi
tüccarlar olmuştu. Çoğunlukla düşük sermayeyle kurdukları,
ilk başta su gücüyle çalışan el yordamı fabrikalar, giderek tüm
Avusturya’yı ve Balkanları kapsayan devasa Bohemya tekstil sanayine dönüşmüştü. Başka bir deyişle dedem eski zamanların
tipik temsilcisi olarak aracı tüccarlara hazır ürün satarken, babam daha otuz üç yaşında Kuzey Bohemya’da küçük bir dokuma fabrikası kurmuş, onu temkinli adımlarla, yavaş yavaş hatırı sayılır bir işletme haline getirirken kararlılığı ve azmiyle yeni
çağa ayak uydurmuştu.
Uygun konjonktürün cazipliğine karşın böyle temkinli büyüme, zamanın koşulları gereğiydi. Ayrıca bu, özellikle babamın çekingen, açgözlülükten uzak yapısına da uyuyordu. Kendisi çağının genel yaklaşımı olan “safety first”ü1
düstur edinmiş birisiydi; onun için, kendi sermayesinin gücüne dayalı “sağlam” –o zamanın sevilen bir sözcüğü– bir kuruluşa sahip olmak, banka kredisi ya da ipotekle büyük boyutlu işlere soyunmaktan çok daha önemliydi. Yaşamı boyunca adının herhangi
bir borç senedinde, bir bonoda görülmemesi, bankasında –tabii ki en ciddi olanında, Rothschild’de– her zaman artıda bulunması, yaşamının biricik gururuydu. Kazanç, en ufak bir risk içermemeliydi ve iş yaşamı boyunca hiçbir ortaklığa girmedi.
Yine de gittikçe zenginleşmesini pervasız spekülasyonlara değil, o temkin döneminin genel kuralına uygun olarak, gelirinin
yalnızca cüzi bir bölümünü harcayıp böylelikle her yıl daha da
büyümekte olan diğer bölümünü sermayesinin üzerine koymasına borçludur. Gelirinin yarısını fütursuzca harcayanlar, kendi kuşağındaki birçokları gibi babamın gözünde de “geleceğini
düşünmeyen” –bu da güvence çağının ağızlardan düşürülmeyen bir söylemiydi– tutumsuz, savurgan kişilerdi. Kârların sürekli bir kenara konması o dönemi giderek bir refah çağı haline getirirken, devlet en büyük gelirlerden bile yüzde oranı çok
düşük vergiler kesmekle yetiniyor, diğer yandan devlet ve özel
sektör tahvilleri yüksek faizler getirirken varlıklılar oturduk
1 (İng.) Önce güvenlik.
ları yerden giderek daha çok para sahibi oluyordu. Zaman henüz enflasyon dönemlerindeki gibi tasarruf sahiplerinin soyup
soğana çevrildiği, namuslunun dolandırıldığı bir zaman değildi; tam tersine hesabını bilenler, spekülasyona yanaşmayanlar epeyce kazanıyordu. Dönemin bu genel sistemine uyan babam için daha ellili yaşlardayken uluslararası kavramlara göre
bile çok varlıklı denebilirdi. Buna karşın ailemizin yaşam standardı, gittikçe artan serveti pek yakından takip etmiyordu. Yaşamı kolaylaştıran refah unsurlarını zaman içerisinde yavaş yavaş edinmiştik; küçük bir evden daha büyücek bir eve taşınmıştık, ilkbaharda öğleden sonraları araba kiralar ya da ikinci
mevki kuşetli kompartımanda tren yolculukları yapardık. Babamın ilk gerçek lüksü, ancak elli yaşına geldiğinde, annemle bir aylığına Nice’e gitmek olmuştu. Her durumda, zenginliğin tadını onu göstermeden çıkartmak, tavır olarak hiç değişmedi; babam milyonerken bile ithal tütün kullanmadı –Kayser Franz Joseph’in ucuz Virginia’sı gibi– beylik marka Trabuco’yu içerdi ve oynadığı iskambil oyunlarında ortaya konan
miktar da hep cüzi olurdu. Alçakgönüllü, rahat ama gösterişsiz
bir yaşam konusunda ısrarını yılmadan sürdürdü. Birçok meslektaşından kat kat zarif ve eğitimli olmasına karşın –mükemmel piyano çalardı, okunaklı ve güzel yazardı, Fransızca ve İngilizce konuşurdu– yaşamı boyu şan ve şöhretin her türlüsünü reddetti, büyük sanayici olma konumu nedeniyle kendisine
sık sık teklif edilen paye ve unvanları kabul etmediği gibi onların peşinde de koşmadı. Kimseye yalvarmamak, hiçbir zaman
“lütfen” ya da “teşekkür ederim” laflarıyla kendini bağlamamış
olmak, bu gizli gurur onun için her türlü dış görünüşten daha
fazla önem taşımıştı.
Gelgelelim herkesin yaşamında kendisinde birden babasını gördüğü bir zaman geliyor. Kişiyi lanse etme gibi bir özelliği bulunan mesleğimle çelişiyor olmasına karşın özel ve pek bilinmeyen biri olarak yaşama eğilimi bende de yıldan yıla güçleniyor. Ama aynı gizli gurur beni de her tür onurlandırma girişimini reddetmeye itip durdu, hiçbir kurum ve kuruluşun nişanlarını, unvanlarını ya da başkanlık koltuklarını kabul etmediğim gibi hiçbir akademi, jüri ya da yönetim kurulunun üyesi
de olmadım; bir ziyafet sofrasında oturmak bile zül olur bana,
birisinden –üçüncü bir kişi için bile– bir şey rica etmeye kalksam daha konuşmaya başlamadan dilim damağım kurur. Biliyorum, bu tür tutukluklar, şeytana pabucunu ters giydirme çağında ve Goethe Baba’nın bilgece “Nişan ve unvanlar kalabalıklar içinde biraz nefeslenmeye yarar” dediği dünyada çağdışı kalıyor. Ancak beni bundan alıkoyan gerek içimdeki babam gerek
onun gizli gururu ve buna da karşı çıkmıyorum; çünkü yaşamda gerçek anlamda sahip olduğum tek şeyi, iç özgürlük duygusunu ona borçluyum.
Kızlık soyadı Brettauer olan annemin soyu ise farklıydı, uluslararası kökenliydi. Doğum yeri güney İtalya’daki Ancona’ydı
ve İtalyanca da Almanca gibi çocukluk diliymiş; büyük annemle veya kız kardeşleriyle hizmetçilerin duymaması gereken şeyler hakkında konuşurken hemen İtalyancaya geçebiliyormuş.
Küçüklüğümden risottoya, o zamanlar nadir bulunan enginara güney mutfağının başka spesiyaliteleri gibi alışkın olduğumdan, ne zaman İtalya’ya gitsem hâlâ kendimi evime gelmiş gibi hissederim. Aslında annemin ailesi İtalyan değildi, bilakis bile isteye farklı ulusların bireylerinden oluşmaktaydı; çok eskiden bankacılıkla uğraşan Brettauer’ler –onların boyutlarına sahip olmamakla birlikte büyük Yahudi bankacı ailelerini kendilerine örnek alarak– İsviçre sınırındaki küçük yerleşim birimi Hohenems’i vakitlice terk ederek dünyanın çeşitli ülkelerine dağılmışlardı. Kimisi St. Gallen’i, kimisi Viyana’yı ya da Paris’i seçmiş, büyükbabam İtalya’ya, bir dayım New York’a gitmişti; uluslararası temas kendilerini daha görgülü ve uygar kılmış, onlara daha büyük bakış açıları ve belirli ölçüde de bir aile kibri kazandırtmıştı. Bu ailede esnaf veya komisyoncu diye
bir şey yoktu sırf bankerler, müdürler, profesörler, avukatlar
ve doktorlar vardı ve herkes birkaç dil bilirdi. Paris’teki teyzemin sofrasında toplanan akrabaların bir dilden diğerine ne kadar kolay geçtiklerini anımsıyorum. Özenle “birbirine bağlı” bir aileydi ve yoksul akrabalardan birinin kızı evlenme çağına
geldiğinde bütün aile hatırı sayılır bir drahomayı bir araya getirir, böylelikle kızın “aşağı tabakadan” birisiyle evlenmesi önlenmeye çalışılırdı. Büyük sanayici olduğundan babama saygıda kusur edilmiyordu ama annem, kendisiyle çok mutlu bir evliliği olmasına karşın, babamın akrabalarının kendilerini onun
ailesiyle aynı kefeye koymalarını kesinlikle kaldıramazdı. “İyi”
bir aileden geliyor olma kibri bütün Brettauer’ler için üzerlerinden atabilecekleri bir şey değildi, yıllar sonra onlardan biri bana olumlu duygularını göstermek adına lütufta bulunurmuşçasına “Sen aslında gerçek bir Brettauer’sin” derken aslında şunu
ifade etmek istiyordu: “Doğru tarafa çekmişsin.”
Kimi Yahudi ailelerin mutlak egemenlikleri sayesinde kendilerine yakıştırdıkları asilzadeliğin bu türüne, çocukken erkek
kardeşimle bazen güler bazen de sinir olurduk. Sürekli onun
“asil”, bunun “asil olmadığı” gündeme gelir, arkadaşlarımızın
‘’iyi” ailelerden gelip gelmediklerine bakılır, soyları ve servetlerinin kaynağı enine boyuna araştırılırdı. Aslında her aile içi sohbetin ya da işle ilgili konuşmanın ana temasını oluşturan bu bitmek tükenmek bilmez sınıflandırma bize daha o zamanlar gülünç ve ukalaca gelirdi, çünkü sonuçta her Yahudi ailenin geçmişi aynı Yahudi gettosuna dayanıyordu, aralarındaki tek fark birinin orayı elli, bir diğerinin ise yüz yıl önce terk etmiş olmasıydı. Biz çocuklara yapay, sözde aristokrasinin bir parodisi olarak yansıyan bu “iyi” aile kavramının Yahudiliğe özgü en içselleştirilmiş, en gizemli eğilimlerden birini ifade ettiğini çok sonraları kavradım. Genellikle Yahudi insanının tek ve en belirgin
yaşam amacının zengin olmak olduğu düşünülür. Bundan daha yanlış bir şey olamaz. Onun için zengin olmak hiçbir şekilde
ana amaç olmayıp bir ara basamak, gerçek hedefe varmada bir
araçtır. Bir Yahudi’nin asıl arzusu ve varlığının bir parçası haline gelmiş ideali, manevi aşamaya yükselme, daha yüksek bir
kültürel tabakaya ulaşmadır. Manevi aşamaya olan arzunun salt
maddiyata karşı üstünlüğü, tüm ırkın zayıflıklarının yanında eşsiz özelliklerinin de belirgin olduğu doğunun ortodoks Yahudiliği’nde bile en çarpıcı ifadesini bulur: Dini bütün olanın, kutsal
kitabı bilenin cemaatteki yeri zenginden bin kat daha önemlidir; en varlıklısı bile kızını bir tüccarla evlendirmektense yoksul bir
düşünce insanına vermeyi tercih eder. Yahudiler’de düşünce insanlarının önde gelmesi, tüm sınıf ve katmanlar için aynı oranda
geçerlidir; yokluk içindeki bir seyyar satıcı dahi en azından bir
oğlunu okutmak için her türlü güçlüğü göze alır, aralarından
bir tanesinin profesör, bilim insanı ya da müzisyen olması, tüm
aile için adeta bir şeref unvanı yerine geçer; onun başarısı adeta hepsine birer asalet payesi kazandırır. Yahudi insanı farkında
olmadan, ticareti ve iş yaşamını derinden sarmış ahlâki açıdan
şüphe götürür, tekinsiz tutum ve tavırlardan, mal ve para canlısı olma ve maddecilik ruhundan sıyrılıp kurtularak, daha duru,
daha temiz, paranın geçmediği tinsel alanlara erişmeye çalışır;
–Wagnerci bir söyleyişle– kendisini ve tüm ırkını adeta paranın
lanetinden arındırmak ister. Bu yüzden bir ailedeki zengin olma
güdüsü Yahudilik’te iki, taş çatlasa üç kuşak sonra tükenir ve
çoğunlukla da nüfuzlu sülalelerin oğulları, bankaları, fabrikaları, gelişmiş işletmeleri, bol kazanç getiren işleri babalarından
devralmaları söz konusu olduğu an isteksiz bir tavır sergilerler.
Bir Lord Rothschild’in ornitolog,2
bir Warburg’un sanat tarihçisi, bir Cassirer’in filozof ya da bir Sassoon’un şair olması rastlantı değildir; hepsi aynı, bilinçsiz dürtüyle Yahudiliği dar kalıplara sokan, sırf para kazanma düşüncesinden kendilerini sıyırmaya yönelmiştir ve bunda düşünceye sığınma yoluyla salt Yahudi olandan genel anlamda insan olana geçerek orada çözülmeye dair gizli özlem de rol oynamıştır belki de. Yani “iyi” aile tanımı toplumsal boyutu aşan bir anlam taşır; bu, başka bir kültüre, mümkünse evrensel bir kültüre uyma yoluyla kendisini gettonun ona empoze ettiği tüm arızalardan, tutuculuktan ve dar
kafalılıktan kurtaran ya da kurtarmaya başlamış bir Yahudiliği
ifade eder. Düşüncenin önem kazanmasıyla entelektüel mesleklerde ortaya çıkan oransız artış, Yahudiliğe aynen o maddeciliğe
sıkışıp kalınmış dönem kadar uğursuzluk getirmiştir ya, bu da
onun ebedi paradokslarından biridir.
Viyana’da kültüre karşı olan ilgi ve eğilim, Avrupa’nın başka
hiçbir kentinde görülmediği kadar tutku doluydu. Tam olarak
2 Kuş bilimci.
monarşi, yani Avusturya, yüzyıllar boyu kendisini siyasi alandaki azmi ya da askerî eylemlerinin başarısı açısından kanıtlayamayınca, ulusal gurur sanatsal alanda üstünlüğe yönelme yolunu seçmişti. Zamanında Avrupa’ya hükmeden Habsburg
İmparatorluğu’nun en önemli, en değerli Alman, İtalyan, Flaman ve Valon eyaletleri birer birer düşerken, kraliyet merkezi ve bin yıllık geleneğin koruyucusu olan başkent yine de tüm ihtişamıyla ayakta kalmıştı. Kentin temelleri Romalılar tarafından Latin uygarlığını barbarlara karşı korumak amacıyla bir kale, bir ileri karakol olarak atılmış, kuruluşundan bin yıl sonra ise Osmanlılar Batı’ya saldırırken bu duvarlarda paramparça olmuşlardı. Nibelungen Destanı buradan geçmiş, müziğin yedi
ölümsüz yıldızı Gluck, Haydn ve Mozart, Beethoven, Schubert,
Brahms ve Johann Strauss dünyaya ışıklarını buradan saçmıştı,
Avrupa kültürünün tüm kolları burada kavuşmuştu; sarayda,
aristokraside ve halkta Alman kültürü Slav, Macar, İspanyol,
İtalyan, Fransız ve Flaman kültürüyle iç içe geçmiş, bu müzik
kentinin asıl dehası, tüm bu karşıtlıkları bir uyum içinde ortadan kaldırarak yeni ve özgünü, Avusturya’ya, Viyana’ya özgü
olanı yaratmasıyla ortaya çıkmıştı. Kent, özümsemeye yatkın,
almaya son derece hazır, birbirleriyle çelişip çatışan unsurlara
çekim gücü olmuş, onları eğmiş, yumuşatmıştı. İnsanlar burada, bu ruhsal ahenk atmosferinde yaşamaktan büyük haz duymuş, farkında olmadan uluslarüstü, kozmopolit ve dünya vatandaşı olma tezgâhından geçirilmişlerdi.
Bu adaptasyon, bu zarif ve müzikal dönüşümler, kentin dış
yapısında da kendini göstermekteydi. Yüzyıllar boyu ağır ağır
büyüyen, içten dışa doğru bir gelişme sergileyen kent, doğayla ilişkisi kalmamış Londra veya New York gibi devasa boyutlara sahip olmadığı halde barındırdığı iki milyonluk küçümsenemeyecek nüfusla, bireylere refah ve büyükşehre özgü her
tür renk ve çeşitliliği sağlamıştı. Tuna’nın sularında yansıyan,
uçsuz bucaksız ovalara bakan kentin dışındaki evler, bahçe ve
tarlaların içerisinde adeta eriyip yok olmuş ya da Alplerin yemyeşil eteklerindeki irili ufaklı tepelere tırmanıyormuş görüntüsü sunmaktaydılar; doğanın nerede bitip, kentin nerede başladığı belli olmuyor, sorgusuz sualsiz birbiriyle iç içe geçiyorlardı. İçerilerde ise kentin bir ağaç gibi halka halka büyümüş olduğu gözleniyor, çekirdeği, artık eski kale surları yerine şatafatlı binalarıyla Ring Caddesi çevreliyordu. İçlerindeki kraliyet
ve aristokrasinin eski sarayları donmuş bir tarihi anlatırdı; Beethoven, Lichnowsky’lere burada çalmış, Esterházy’ler Haydn’ı
misafir etmiş, Haydn’ın “Yaratılış”ı ilk kez ilerideki eski üniversitede seslendirilmişti. Hofburg Sarayı sayısız kaysere tanıklık
etmiş; Schönbrunn, Napoléon’u görmüş; Stefan Katedrali’nde
Hıristiyanlığın birleşmiş prenslikleri Türklerden kurtuldukları için şükran duası etmiş; üniversite duvarları çok sayıda eşsiz
bilim insanının parıltılarına tanıklık etmişti. Bunların arasında
şıkır şıkır caddeleri ve pırıltılı mağazalarıyla gurur ve ihtişamla yeni mimari yükseliyordu. Fakat burada yeniyle kavga, işlenmiş taşın el değmemiş doğayla çekişmesi kadar önemsizdi. Her yabancıya kapısını açıp onu adeta şımartarak, ona Paris’teki tasasız atmosferin verdiği hazzın aynısını tattıran bu kentte yaşamak harikulade bir şeydi. Viyana’yı herkes zevkine düşkündür diye bilir; gerçekten de kültür dediğimiz şeyin, yaşamın kaba maddesinin içinden en ince, en güzel, en narin olanı sanat
ve sevgi aracılığıyla süzüp almaktan başka bir ifadesi olabilir
mi? Lezzetli yemek anlamında ağzının tadını bilen Viyanalı’nın
iyi şaraba, keskin tatlı taze biraya, hamur işine ve pastaya düşkünlüğünün yanında daha ince zevklere merakı da vardı. Müzik yapmak da, dans etmek de, uzun derin sohbetler etmek de, şık ve zarif davranışlı olmak da aşırı bir özenle, adeta sanatmışçasına uygulanırdı. Tek tek bireylerin ve toplumun ilgi alanını oluşturan ne askeriye, ne politika ne de ekonomiydi; ortalama bir Viyanalı sabah gazetede ilk önce ne parlamento, ne de dünya haberlerine bakar, göz attığı ilk şey, başka kentlerin sosyal yaşamında o kadar da önemli yeri olmayan, tiyatro programları olurdu. Çünkü devlet tiyatrosu Burg, Viyanalı ya da Avusturyalı için salt oyuncuların tiyatro oyunları sergilediği bir sahne değil, aynı zamanda bir mikrokozmos, toplumun kendisini seyrettiği bir ayna ve estetik zevkin gerçek “cortigiano”suydu.3
3 (İta.) Saraylı, saraya yakışır.
KÜNYE
Dünün Dünyası
Bir Avrupalı’nın Anıları
Stefan Zweig
Çeviri: Gülçin Wilhelm
2. baskı – Ocak 2020
412 sayfa
STEFAN ZWEIG 28 Kasım 1881’de bir tekstil fabrikatörünün oğlu olarak Viyana’da
doğdu. İlkgençlik günlerinden itibaren çeşitli gazetelerde şiirleri ve yazıları yayımlandı. 1899’da Viyana’daki Neuen Freien Presse gazetesinin kültür sanat sayfasında
çalışmaya başladı. 1901’de şiirlerinden oluşan ilk kitabını çıkardı: Silberne Saiten
(Gümüş Teller). Baudelaire, Verlaine ve Verhaeren’den çeviriler yaptı. Berlin ve
Viyana’da Germanistik, Romanistik ve felsefe eğitimi gören Zweig, Viyana Üniversitesi’nde Hippolyte Taine üzerine yaptığı çalışmasıyla 1904’te felsefe doktoru
unvanını aldı. Hikâye, novella, tiyatro gibi çok çeşitli türlerde birbiri ardına eserleri
yayımlanmaya başladı. Avrupa’nın çeşitli ülkelerine yaptığı geziler yanında Hindistan’a, Amerika’ya ve Küba’ya da gitti. Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla Avusturya Savaş Bakanlığı Savaş Arşivleri’nde, bir yandan da Donauland gazetesinde çalıştı.
Savaş karşıtı, pasifist açıklamalarıyla dikkat çekti. Savaş sonunda bakanlıktaki görevinden ayrılıp kısa bir dönem İsviçre’de yaşadı. 1919’da Salzburg’daki evine döndü,
ertesi yıl Friederike von Winternitz’le evlendi. Üretkenliğini hiç kaybetmeden yazan
Zweig’ın 1928’e kadar Korku, Üç Usta, Amok Koşucusu, Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu, Kendileriyle Savaşanlar gibi kitapları yayımlandı. Aynı yıl Tolstoy’un 100. yaş
kutlamaları dolayısıyla Sovyetler Birliği’ne gitti. Romain Rolland, H.G. Wells, Rainer
Maria Rilke, Hermann Hesse, Sigmund Freud, Franz Werfel, Richard Strauss, Paul
Valery, Arthur Schnitzler gibi isimlerle yakın dostlukları oldu. 1933 yılında Nazilerin yaktığı binlerce yasak kitap arasında Yahudi asıllı Zweig’ın kitapları da vardı.
1934’te Salzburg’daki evinin Naziler tarafından aranması üzerine İngiltere’ye göç etmeye karar verdi. Ardından ilk kez Güney Amerika’ya gitti. Bu dönemde Roterdamlı
Erasmus-Zaferi ve Trajedisi, İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar, Castellio Calvin’e
Karşı ya da Bir Vicdan Zorbalığa Karşı gibi kitapları yayımlanan Zweig, 1937’de
Salzburg ve Viyana’ya son kez gittikten sonra Paris, Londra gibi şehirlere uzun süreli
seyahatler yaptı. 1938’de karısından boşandı, bir yıl sonra sekreteri Charlotte “Lotte”
Altmann’la evlendi. Çift, önce Londra’ya daha sonra Bath’a yerleşti; Zweig, İngiliz
vatandaşlığını aldı. Çeşitli konferanslara ve etkinliklere de katılarak New York’tan
Şili’ye, Venezuela’dan Rio de Janeiro’ya birçok ülkeyi gezmeye devam etti, kısa süreli
de olsa buralarda yaşadı. 1941’de otobiyografisi Dünün Dünyası yayımlandı. Aynı yıl
Brezilya’da Petropolis şehrine taşındı. Savaşsız, birleşik bir Avrupa ideali peşindeki
Zweig, İkinci Dünya Savaşı ve Nazi vahşeti karşısında büyük bir bunalıma girmişti.
Avrupa’nın barbarlığa tamamen teslim olduğu yönündeki düşüncesini kafasından
atamayan Zweig, üzerinde çalıştığı son eseri olan Satranç’ı tamamladıktan kısa süre
sonra, 22 Şubat 1942’de karısıyla birlikte yüksek dozda veronal alarak intihar etti.