Dünyanın ilk süper yıldızı Tolstoy

Tolstoy1910 yılının Kasım ayı… Rusya’daki küçük bir demiryolu istasyonu olan Astapovo, basın tarafından ablukaya alınmış durumdadır. Büyük yazar Lev Tolstoy burada ölüm döşeğindedir. Üstelik ailesinden kaçtığı için bir aile skandalıyla, ölüm döşeğinde bile günah çıkarıp tanrının varlığını kabul etmediği için de bir dini skandalla çevrelenmiş durumdadır. Tolstoy ağır ağır ölürken tüm dünya da belki ilk defa o günün şartlarıyla olabildiğince evrensel bir ünlünün, bugünün deyimiyle bir ‘celebrity’nin ölümünü izlemektedir.

8 Kasım 1910 günü, Büyük Rusya’nın dört bir yanındaki günlük gazeteler, Kont Lev Nikolayeviç Tolstoy’un bir gün önce sabaha karşı saat 6’yı beş geçe Astapovo demiryolu istasyonunda öldüğünü bildirir. Yayımlanan fotoğraflarda, o sırada belki de bütün dünyanın en ünlü insanı olan kişi vardır.

Evet, medya çağı olarak adlandırılacak 20. yüzyılın ilk 10 yılına damga vuran bir medya olayı olarak yaşanan bu cenaze, kuşkusuz Tolstoy’un sağlığındaki yaşa-mına dair de pek çok ipucu veriyordu. Tolstoy, daha o zamanlarda medyanın gücünü ve sihrini sezmişti. Bu büyük deha, yalnızca edebiyatla ilgilenmekle kalmıyor, politika ve felsefe üstüne de hem kafa yoruyor hem de durmaksızın yazıyordu. Tüm dünyadan gazeteciler evine taşınıyor, Tolstoy röportaj üstüne röportaj veriyordu.

Pırıltılı biriydi
O; yaşadığı dönemin belki de en ünlüsü, ilk efsanevi ‘süper yıldız’ıydı. Üstelik aynı bugünküler gibi kendine özgü bir moda anlayışı bile vardı. Rus köylülerinin giydiği gömlek tarzı kıyafetleriyle simgeleşmişti. Tolstoy son derece pırıltılı biriydi. Üstelik bu pırıltıyı nasıl kullanması gerektiğini de çok iyi biliyordu.
Hatta kimileri öleceğini hisseden Tolstoy’un ardında unutulmaz bir hikaye bırakmak için planlı bir şekilde evinden kaçar gibi ayrılıp, bir demiryolu istasyonunda efsanevi bir şekilde öldüğünü bile söyledi.

Solomon Volkov, “Büyülü Koro” (Yapı Kredi Yayınları, 2010) adlı araştırma kitabında Tolstoy’a ve ölümüne dair şunları söylüyor:

“Tolstoy’u 20. yüzyıl kültürünün bir fenomeni, belki de tarihsel roman türünün en büyük eseri olan ‘Savaş ve Barış’ın, ‘Anna Karenina’ ve ‘İvan İlyiç’in Ölümü’ gibi başyapıtların yaratıcısı olarak düşünmeye alıştık. Buna karşın, bu devin 20. yüzyılın sadece kültür değil, politik yaşamına da ne ölçüde hakim olduğunu hayal etmek güçtür. Tolstoy evrensel bir otoriteydi. Tolstoy hakkında, onun Voltaire’in ününü, Roussesau’nun popülerliğini ve Goethe’nin otoritesini birleştirdiği söyleniyordu, Tolstoy efsanevi İncil peygamberleriyle karşılaştırılıyordu. Moskova’nın 200 kilometre güneyindeki aile çiftliği olan Yasnaya Polyana’ya, dünyanın dört bir yanından, Tolstoy meraklıları onun yönetim ve burjuvazi karşıtı vaazlarını dinlemek üzere geliyorlardı. 20. yüzyılın Rus non-fiction başyapıtı olan anılarında, Gorki, Tolstoy’a baktığı zaman kıskançlıkla şöyle düşündüğünü itiraf ediyordu: ‘Tanrı gibi bir insan bu!’

Fakat, Tolstoy baştan aşağı çelişki-lerle dokunmuş, Walt Whitman’ın de-yişiyle, ‘çoklukları’ kendi içinde ba-rındıran biriydi. Aynı anda hem inançlı bir arkaist hem doğal bir yenilikçiydi hem yaşamda, hem yazarlıkta, hem de kendi tutkulu dinsel ve politik vaazlarında, tam bir anarşizmle çevrelenmişti. Yine Gorki, Tolstoy konusunda, biraz sert bir şekilde şöyle söylüyordu: ‘Büyük sanatçıların, günahlarında da sıradan günahkarlardan daha güçlü olmaları psikolojik açıdan çok doğaldır.”

Çara kafa tuttu
Tolstoy, Rus Çarı II. Nikolay’a kafa tutabilecek denli güçlü ve özgüven sahibi biriydi. Onun bu sıradışı gücünün kaynağı merak ediliyor ve neticede pek çok farklı yönüyle efsane katına yükseliyordu.
Sözü yine Volkov’a bırakalım:

“Bir yazar olarak Tolstoy gerçekçilikten sosyalist gerçekliğe uzanan edebi akımların örneği olarak konumlandırılırsa, politik düzlemde de ona çok çeşitli çelişkili etiketlerin takılmış olması şaşırtıcı değildir. Çağdaşları Tolstoy’u hem pişman bir aristokrat ve ataerkil Rus köylülüğünün çıkarlarının sözcüsü, hem devrimci, hem de Hıristiyan anarşisti olarak görüyordu.

Böyleydi de: Tolstoy yaşamın sınırsız bağışlayıcılığını dile getiriyor, bütün iktidarları ahlaksız ve hukuksuz sayıyor ve aynı zamanda kötülüğe karışmamaya, yani herhangi bir zorlamadan tam ve koşulsuz uzak durmaya çağırıyordu. Rusya’daki ölüm cezasını (1909 yılının ‘Susamam’ adlı ünlü makalesinde) öfkeyle protesto ediyordu. Örgütlü dinin otoritesini de kabul etmiyordu. Bu kaçınılmaz olarak Tolstoy’u iktidarla ve Ortodoks Kilisesi’yle açık, uzlaşmaz ve birçoklarına göre, Rusya’nın kaderi için yıkıcı olan bir çatışmaya sürükledi.”

Evet, Tolstoy aynı anda hem Çar’a hem de kiliseye kafa tutabilecek denli güçlüydü. Peki bir kez daha soruyoruz: Tolstoy bu gücü nereden alıyordu? Yanıt biraz da dönemin monarşi yanlısı gazetesi Novoye Vremya’nın yayıncısı Aleksandr Surovin’in 29 Mayıs 1901’de günlüğüne yazdığı şu satırlarında gizli:

“Bizim iki çarımız var: II. Nikolay ve Lev Tolstoy. Hangisi daha güçlü? II. Nikolay Tolstoy’suz hiçbir şey yapamaz, onu tahtından indiremez; ama Tolstoy, kuşkusuz, Nikolay ve hanedanını tahtından indirecek. Onu aforoz ediyorlar, Kutsal Meclis ona karşı tavır aldı. Tolstoy yanıt veriyor, yanıt elyazmaları ve yabancı gazetelerle yayılıyor. Mümkünse biri Tolstoy’u tahtından indirmeye kalkışsın. Bütün dünya haykırır ve bizim yönetimimiz kuyruğunu kıstırır hemen.”

Edebiyatın Madonna’sı
Tolstoy çok güçlüdür. Artık toplum tarafından Çar’ın dahi üstünde bir güç olarak görülmeye başlanır. Cesurdur, savaş ve barışla, toprakla, idareyle ve yargı refomuyla ilgili sorunlara dair Çar’a bastırır da bastırır. En büyük hayranlarından biriyse 1908’de onu ‘Rus devriminin aynası’ olarak nitelendiren Lenin’dir. Ama Tolstoy, ne Lenin’in ne de Çar’ın tahmin edemeyeceği kadar büyük bir tehdit olur. Yine Volkov’dan devam ediyoruz:

“Ona yeryüzü iktidarı yetmedi. Daha 27 yaşında bir gençken, Tolstoy, yeni bir din tasarlamıştı ve bütün yaşamı boyunca, yeni çağ için o benzersiz demiurgos imgesini adım adım hazırlayarak bu fikri gerçekleştirmeye doğru ilerlemişti. Tolstoy’un şemasında, İsa ve Buda, insani bilgeliği vaaz edenler üzerine rasyonel bir açıklama getirmeye yönelik konumlar olarak yer almış, bunların yanında Tolstoy’un (Maksim Gor-ki’nin ifadesiyle) ‘Tanrı benzeri’ figü- rünün kendisi de yerleşmişti. Gorki’nin Tolstoy’un ‘İsa’yı naif, insanda acıma hissi uyandıran biri saydığı’ şeklindeki ironik gözlemi de ilginçtir.

Özünde, Tolstoy İsa’nın öğretisini İsa’nın kendisinden daha iyi yorumlamak durumunda olduğunu varsayıyordu.”
Tolstoy kuşkusuz büyük bir edebi dehaydı. Ama diğer dehalardan farklı olarak gücün ve şöhretin yönetilmesine dair de içgüdüsel bir yeteneği vardı. Medyanın gücünden herkesin bihaber olduğu 20. yüzyılın başlarında o çoktan bu gücün rüzgarına uyanmıştı. Ve sahip olduğu kişisel karizmasıyla, edebi dehasını ustalıkla bu gücün ışığında parlattı.

Sonuçsa o güne dek dünya yüzünde görülmemiş bir evrensel şöhret oldu. Bu şöhretin de ona yıkılmaz bir güç olarak döneceğini biliyordu Tolstoy; ne Çar ne de Kilise tarafından yıkılamayan… Bir tür ‘edebiyatın Madonna’sı’… Madonna da kilise tarafından aforoz edilmesine rağmen yıkılmadığı gibi, şöhretine ve dolayısıyla gücüne güç katmamış mıydı? O halde neden söyleyemeyelim ki? Tolstoy 20. yüzyılın ilk dünya süperstarıydı! Öyle yaşadı ve öyle de öldü…

Elif Tanrıyar
http://www.milliyet.com.tr/

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir