Elden Ele – Zafer Köse

devrimcilik güzel Apartmandaki bencilliklerden, fabrikadaki hırslardan, trafikteki akılsızlıklardan kaçıp geldiğim çay bahçesinde, elimdeki kitabın son sayfasını da okuyup başımı kaldırınca… Seninle karşılaşmak güzel şey be kardeşim! Sayfaların arasından çıkıp gelmiş gibisin. Buyur, otur, bir çay söyleyeyim.

İyi bir kitap okumanın coşkusunu, o sarsıntıyı, birçok kez yaşamışsındır mutlaka. Ama her güzel kitapta, insan bunu sanki ilk kezmişçesine hissediyor. Aşk gibi, devrim yolundaki bir adım gibi… Her seferinde ilk defa!

Tamam, dur, sen çayını içerken ben de aklımdan geçenleri toparlayayım:

OKUMAK, YAZMAK, ANLAMAK

Milan Kundera, “İnsanların çoğu ne okuduğunu anlamadan bir romanı okuyup bitirir” diyor, “tıpkı ne yaşadığını anlamadan yaşayıp gittiği gibi.”

Bu tespitte ilginç olan, “okuyup bitirme” durumu. Madem öyle, insan neden tamamlıyor elindeki metni? Demek ki Kundera, okurun metni fazla ağır veya sıkıcı bulmasını kastetmiyor; yanlış okumaktan söz ediyor. Böyle bakınca, bu söz, Umberto Eco’nun “aşırı yorum” dediği şeyi hatırlatıyor. Aslında bu konuda düşünmeye devam edince, Derrida’nın ve yapıbozum kavramının üzerinde durmadan olmaz.

Ama biz şimdi böyle bir “uzmanlık alanı”na girmeyelim. Bir sözün ne zaman söylendiği, nerede, ne kadar, kime, kim tarafından ve belki de hepsinden önemlisi nasıl söylendiği gibi öğelerin elbette üretilen anlama dahil olduğunu hatırlayıp geçelim. E, bu durumda bir metnin her okurun elinde ve her türlü okumada aynı anlamı ortaya çıkarmadığını da hatırlamış oluyoruz.

Açıktır ki, bunlar hep “söz söylemek” meselesi ile ilgili. Yani ne anlatılacağına bağlı olarak üzerinde durulabilir; yoksa, nasıl anlatılacağı konusu bir gevezelikten ibaret kalabiliyor. Çünkü yazmak, “hayata dair” bir uğraş, “yazmaya dair” değil.

Hayata dair bir uğraş olarak görünce, “yazmak”ın temel meselesi “ne yaşadığını anlamak” biçiminde somutlaşıyor. Ne yaşadığını anlamak ise, galiba her şeyden çok, doğru yaşamaya çalışmakla bağlantılı.

Gerçeklerden yana, eşitlikten, özgürlükten, güzellikten yana olup bazı konularda farklı düşünmenin ötesinde, konumları gereği yalana gereksinim duyanların varlığı, önemli bir gerçek. Bir haksızlık ortamından zarar görenler olduğu gibi, fayda sağlayanlar da vardır.

Ama yalanı beslemek, sadece onu üretip yaymakla gerçekleşmiyor. Konumunun farkında olmamak, yalana inanmak, insanın kendini kandırması da var işin içinde.

Peki, varlığını ve konforunu sürdürmek için ille de yalana ve şiddete gereksinim duyan kesimler için yararlı metinlerle, güzel bir dünyadan yana olan metinler, aynı nitelikte olabilir mi?

Okumak her durumda faydalı bir eylem değil, zararlı kitaplar “piyasada” çoğunlukta. Dolayısıyla, yazarlık ve yayıncılık işleri, ve hatta okurluk uğraşı, büyük bir mücadele alanında yürütülüyor. Kuşkusuz ki, doğru tarafta yer alanların mücadeleye katkısı, ancak işini en güzel biçimde yapmakla mümkün olabiliyor. O halde yazmak, düşünmek, anlamak, anlatmak, okumak gibi uğraşlar hiç de hiyerarşik olmayan bir birliktelik oluşturuyor.

Kundera’ya nazire yapabiliriz: Birçok insan yanlış kitapları okuyup durur, tıpkı yanlış bir hayat yaşadığı gibi.

MİLİTAN BİR KİTAP

Bu nedenle sevgili arkadaşım, az önce bitirdiğim “Devrimcilik Güzel Şey Be Kardeşim” kitabını sana veriyorum.

Melih Pekdemir’in, 1971-1981 arasında günlüğündeki yazıların bir araya gelmesiyle oluşuyor, anlatılan hikaye. Elbette gerçek bir günlüğün bire bir kitaba aktarılması değil bu. Sürekli geleceğe bakan bir insanın, pek kullanmadığı, dolayısıyla da eskitmediği anıları. O anılar ki, bugüne dahil. Ve Yaşar Kemal’in iyi romanlar için dediği gibi, “gerçek hayattan daha gerçek” bir anlatı.

Okurken, Marx’ın felsefe hakkındaki o sözünü mutlaka hatırlayacaksın. Dünyayı anlamakla yetinmeyen, değiştirmek için barikatlarda da mücadele eden düşünürleri göreceksin. Ayrıca: Tarihsel birçok bilgi, çeşitli insanlık halleri, arkadaşlık duygusu, devrimci kişilik özellikleri, on yıllardır sürdürülen ve bir ölçüde kanıksanan yalanların karşısındaki apaçık gerçekler, toplumsal ve siyasal birçok terimin tanımı, dönemin ve coğrafyanın önemi, kişinin tarihteki yeri… Ve onca ölüm, onca zulüm arasındaki yaşama coşkusunu anlatan bir kitap bu!

Anlatının bittiği yer, aslında kitabın başladığı yer; tam bir başlangıç ve son yok. Bunun gibi, dil ve anlatım özellikleriyle ilgili üzerinde durulabilecek birçok ayrıntı var. Hepsi bir araya gelip kitabın özünü biçimlendiriyor. “İlginçlik” veya “güzellik” olsun diye yaratılan bir biçim değil, öze verilen bir biçim bu. O duygu, o söz, o ruh somutlaşsın diye!

Melih Pekdemir, bulunduğu tarafa işte böyle bir katkı sağlıyor; yazınsal bir güzellik yaratarak.

Doğrusu, biraz da kendim için veriyorum sana bu kitabı. Küçük hesaplar, kişisel kaygılar arasında yaşayıp dururken, başımı kaldırınca onurlu kişiler de görmeye devam etmek için. Bir arkadaşımın daha da güzelleşmesi için.

Ama sen bu kitabı dili güzel, anlatımı başarılı olduğu için okumayacaksın. Güzel zaman geçirmeni sağlayacağı için de değil. Gerekli olduğu için okuyacaksın. Bu kitabı okumak bir görev olduğu için. Victor Jara türküleri gibi. Ve sonra, bir başkasına okutmanın yolunu da arayacaksın mutlaka. Hani, Edip Cansever’in karanfili var ya, elden ele dolaşıp bir sevdayı büyüten. Çünkü göreceksin ki, “Bir gün mutlaka”!

Zafer Köse
zaferxkose@gmail.com

20/08/2015, İlerihaber

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir