Mehmet Çiftçi, insanların bilerek veya farkında olmayarak birbirlerinden çaldığı yaşam enerjisini anlatıyor öykülerinde…

KISIR DÖNGÜ
Mutsuzluk, siyah sarmaşıklar gibi ruhumuzu saran karamsarlıksa, hüzün, yüreğimizde biriktirdiğimiz gözyaşlarıdır. Nabil, yarım yamalak uykularından uyandığında, geceden kalma huzursuzluğu mideye oturan yemek gibi ağırlığını koruyor; üstü açık yattığından bedeni ceset soğukluğundaydı. Yere sarkmış yorganı el yordamıyla bulup sarındı, buz kesmiş ayaklarını karnına çekip kendi içine büzülerek bir kirpi gibi tortop oldu. Gece yatağa erkenden girmesine rağmen, kafası dönüp dolaşıp can sıkıcı düşüncelere takılmış, bir türlü uyku tutmamıştı. Kalkıp bilgisayarın başına geçmiş, yayımlandığında büyük etki yaratacağına inandığı doktora tezine, önemli bir iş yapmanın verdiği güvenle geç saatlere kadar çalışmıştı.

Yatağı terk edip, yalpalı adımlarla banyoya geçti. Aynadaki görüntüsüne garip bir varlık görmüş gibi şaşırdı. Berbat bir hâldeydi. Huzurun ve rahatlığın yıllar önce silindiği yüzü, uykuda dahi ıstırap çeken ruhunun yansımasıymışçasına çarpıklaşmış; kırışıklar daha bir derinleşmiş, kan çanağına dönmüş gözlerinin altı şişmiş, açık ve kel alnına keder birikmişti. Başının etrafını saran, bir palyaçonunkileri andıran kıvırcık saçlarındaysa aklar iyice çoğalmıştı. İçinden birdenbire yükselen öfkeyle, mutsuzluğunun sebebi gördüğü eski eşine, çocuğunun annesi Beatrice’e: “Pislik! Aşağılık kadın!” diye birbiri ardına küfürler sıraladı, lanetler okudu. Yine aynı soruya takılıp kaldı: Ona ne yapmıştı ki böyle acımasız biri olup çıkmıştı? Ve her zaman olduğu gibi aynı yanıt ile geçiştirdi: Çünkü benim gibi birini bulamadı. Bulamaz da…

Nabil ile Beatrice, bundan yaklaşık yirmi yıl önce, bağ bozumunda tanışmışlardı. O zamanlar Nabil üniversite okuyordu. Ülkesi Mısır’a gitmediği o yaz tatilinde çalışıp okul harçlığı çıkaracaktı. Şarap bağlarıyla ünlü Macon’da, on beş günlüğüne üzüm toplayacaktı. Beatrice, yirmili yaşlarda alımlı, ağırbaşlı bir köylü kızıydı. İtalyan asıllıydı. Az konuşur, çok güler, yeşile çalan gözleriyle hülyalı bakardı. Ünlü şair Lamartine’in doğduğu bereketli topraklardı. Farklı bir duygu iklimindeydiler. Doğa en lirik şiirlerini fısıldıyordu; sevinç içinde şakıyan kuşlar, ışıltılı yıldızlar, melankolik gün batımları, ıtırlı esintiler. Yurtsuz gezginler gibi kimsenin bilmediği, uğramadığı umut dolu bir masal ülkesine dolambaçlı yollardan rastlantı eseri gelmişlerdi. Yiğit bir sonbahar, onları dost gülümsemesiyle karşılamıştı. Çocukluk saçlarını okşayan mutluluk yanı başlarındaydı. Masumane duygularla dolarken yürekleri, geceleri bitimsiz rüyalara dalıp, seherleri yepyeni duyarlıklara uyandılar. Aşkın en hoş aşamasıydı ve hayattan ne beklediklerini sorgulamadan, vaktin nasıl geçtiğini bilemeden sayısız anı biriktirdiler. Tanışıklıkları, baş döndürücü bir hızla gençlik aşkına dönüşüp çağıltılı ırmağın suları gibi uzun soluklu bir birlikteliğe aktı. Nabil’in, askerlik görevini yerine getirmek için ülkesinde kaldığı dört yıllık zaman zarfında kontağı kesmediler. O, Fransa’ya döner dönmez de evlendiler.

Ama iki yıl sürdü evlilikleri. En ufak meselelerden dolayı tartışıyorlardı. Çoğu kez kırgınlık, hatta küskünlükle sonuçlanan tartışmalarında, inatçı kişilikleri yüzünden birinin siyah dediğine diğeri beyaz diyordu. Bitirmek için fazla beklemediler, cüzzamlıdan kaçar gibi ayrıldılar. Boşandıklarında biricik oğulları Simon, bir yaşına yeni basmıştı. Şimdilerde on üçündeydi. Arada kalan çocuklar gibi birden boy atıvermişti. Kıvırcık saçlı, açık tenliydi. Annesi gibi içine kapanık; yalpalı yürüyüşü tıpkı babasıydı. Nabil, iki aydır göremiyordu oğlunu. Daha doğrusu, görmemesi için her seferinde türlü engeller çıkarıyordu annesi. Hâlbuki başlarda, evlilikleri onları hayal kırıklığına uğratmasına rağmen, ayrılığın travmasını biricik oğullarına bulaştırmamaya özen göstermişlerdi. Simon, annesinde kalıyordu. Babasının da oğlunu iki haftada bir görme ve yaz tatillerinde bir ay yanına alma hakkı vardı. Sonra ne olduysa Beatrice değişmeye başladı. Oğlunu babasından uzaklaştırmaya, soğutmaya çalışıyor; kafasını yalan yanlış şeylerle dolduruyordu. Psikolojisine zarar veriyor diye, bir psikolog arkadaşından rapor bile aldı. Bununla da yetinmeyip, çocuğun üzerinde kötü etkisi olduğunu gerekçe göstererek babasını mahkemeye verdi.

Nabil, boş durmadı. O da karşı dava açtı. Daha ilk celsede aklanacağını düşünüyordu. Ama duruşma esnasında kendini savunmak için ağzını her açtığında, hâkim tarafından susturulacaktı. Yerli yersiz azarlansa da çok dil döktü, kendini acındırdı, yine de kadın hâkimi mağduriyetine inandıramadı. Mahkeme sonuçlanana kadar oğlunu görme hakkı elinden alındı. Evin civarında görünmeyecek, anneyi hiçbir şekilde rahatsız etmeyecekti. Zaten kendisine yöneltilen suçlamalar yüreğini derinden yaralamıştı ve bu karar onu iyice zıvanadan çıkardı. Akla hayale gelemeyecek saçmalıklar yaptı: Okulun önünde Beatrice’in yolunu kesti, tehditler savurdu, evinin duvarlarına küfürlü yazılar yazdı. Arkadaşları sakin, sabırlı davranmasını salık veriyor, avukatıysa davayı kazanacaklarına dair ümidini yitirmemesini söylüyordu.

Ama bir gün avukat, kendisini çağırdı. Durum ciddiydi. Aleyhte karar veren kadın hâkim, Beatrice’in psikolog arkadaşının tanıdığı çıkmıştı. Bu bilgiyle, Nabil’in, davayı kazanacaklarına dair son ümitleri de söndü. Bir sonraki celsede kadın hâkim yoktu. Yerine gelen erkek olunca Nabil’in ümitleri yeniden yeşerdi. Çünkü ona göre, bir babanın hâlinden en iyi, bir erkek anlayabilirdi. Öyle de oldu. Dava olumlu yönde seyretmeye başladı. Oğlunu görme hakkını yeniden elde ettiğine sevinmişken, “ama bir şartla” diye bitirdi hâkim, “annenin de onayı olursa…” Nabil, bunu duyunca küplere bindi. Ağzı köpükler saçıyordu konuşurken. “Annesi oğlunu görmemesi için elinden geleni yapıyor zaten. Nasıl olur da böyle bir kararı onun insafına bırakabilirsiniz?” diyerek karara itiraz etti. Avukatı, susması için ceketinden çekiştirmesine rağmen Nabil, karara şiddetle karşı çıkmaya devam etti. Uyarılar da fayda etmeyince mahkeme salonundan çıkarıldı.

Avukat, kararı bir kazanım olarak görüyordu yine de. Müvekkiline, oğlunu görme hakkını nasılsa bir gün elde edeceğini, şimdiye değil, daha uzağa bakması gerektiğini söylüyordu. Ne kadar uzağa bakarsa baksın Nabil yine oğlunu göremiyor, her gittiğinde Beatrice, bir yolunu bulup kendisini atlatıyordu. En son evlerine uğradığında yoklardı. Stor perdeleri kapalıydı. Telefona da cevap veren olmayınca, tatilde oldukları sonucuna varmıştı. Kesin dönmüşlerdir, diye düşündü Nabil, tıraş köpüğünü yanaklarına sürerken. Haftaya okullar açılıyordu çünkü. Bu kez oğlunu görmeye kararlıydı. Sinirden elleri titremeye başlayınca, yüzünü kesti. Ne zaman acele etse böyle olurdu. Bir pamuk bulup, kanayan yere bastırdı. Başı önde bir süre öyle bekledi. Oğlunu düşündü. O da kendisine içerlemiş davranıyor, annesinin zırvalarına inanmış görünüyordu. Ama karşısına yılgın, silik bir baba olarak çıkmamalıydı. Mahkeme tutanaklarında adı kötü babaya çıksa da doğru olmadığını oğluna göstermeliydi. Onu unutmadığını, asla unutmayacağını hissettirmeliydi. Sonra, el birliği edip onu kendisinden uzaklaştırmaya çalışanlara da haddini bildirmeliydi. Birden dinç ve enerjik bir hâl aldı. Neşeli bir ıslık tutturup tıraşını bitirdi.

Kapısı açık buzdolabı boşluğuna dalmışken, oğlunun hayali canlandı gözlerinin önünde, çok güzel bir tablo görmüş gibi duygulandı. Alışverişe çıkmayı düşündü, sonra vazgeçti. Çünkü oğlunu bugün de görüp göremeyeceği kesin değildi. Boşuna masraf olsun istemiyordu. Zaten meteliğe kurşun sıkıyordu. Araştırma görevlisi maaşıyla kıt kanaat geçiniyordu. Bir de avukat parası çıkmıştı. Eşe dosta borçlanmış, ailesinden gelen parayı da bir arkadaşına kaptırmıştı. Ona da canı sıkkındı. Kahvesini hazırlayıp kanepeye oturdu. Derken Simon’u en son görmeye gittiğinde, alıp da veremediği bisküvileri hatırladı. Sırt çantasındaydı. Bir tanesini kapıp, kahve eşliğinde yemeye koyuldu. Kahvesini bitirip fincanı mutfağa götürdü, yıkayıp özenle kuruladı. Elinde bezle dönüp, bisküvi kırıntılarının döküldüğü sehpayı sildi. Bezi temizce yıkayıp, lavabonun içini de sildi. Bezi yeniden yıkadı. Banyoya geçip, ellerini sabunladı. Havluyla kuruladı. Aynadan kendine baktı. Burnunu temizledi. Yeniden ellerini sabunladı. Kendisine son kez çekidüzen verip, sırt çantasını kaptığı gibi dışarı çıktı.
Otobüse binmek yerine yürümeyi yeğledi. Daha doğrusu, iki durak için, bilet almayı gereksiz buldu. Biletsiz binmeyi de göze alamadı. Daha geçen gün bilet kontrol memuruyla bu yüzden tartışmış; bileti kaybettiğine bir türlü inandıramamıştı. Cebinden, kullanılmış ne kadar bilet vardıysa bulup çıkarmıştı ama nafile. Kontrol memuru çoktan cezayı yazmaya koyulmuştu, yüzünde, defalarca tanık olduğu bir yalanı dinlediğini anlatan bir ifadeyle hem de. Kendisi gibi üniversitede akademik araştırmalar yapan biri için utanılacak bir durumdu. Bu tarz muameleye çokça içerleyen Nabil, tepki göstermekle kalmamış, işi hakarete kadar vardırmış; memurun yüzüne, aptalın teki olduğunu haykırmıştı.

Sokağın başında, evin stor perdelerinin açık olduğunu görünce sevindi. Adımlarını hızlandırdı. Apartmanın önünde bekleyip, içeriden birilerinin çıkmasını bekledi. Derken yaşlı bir adam çıkageldi, kapıyı anahtarıyla açtı. Kapı kapanacakken Nabil yetişti, yavaşça içeri süzüldü. Sessiz adımlarla merdivenleri çıktı. Bir süre hiç ses çıkarmadan içeriyi dinledi. Baldızını sesinden tanıdı. Şirret kadın, diye iç geçirdi, o değil miydi çıbanın başı… O ve arkadaşları, Beatrice’i yönlendiriyorlardı, hepsine hadlerini bildirecekti. O adi, merhametsiz, erkek düşmanı kadın hâkime de haddini bildirecekti. İçeriyi dinlemenin sonu yoktu. Zili kısacık çalıp, kapı dürbününden görünmemek için yana çekildi. İçerideki sesler, zilin sesiyle âdeta silindiler. Az sonra kapıya yaklaşan ayak sesleri duyuldu belli belirsiz. Ama kapı açılmadı.

“İçeride olduğunuzu biliyorum!” diye seslendi Nabil.
“Simon yok evde.” diye karşılık verdi Beatrice, kapının ardından.
“İnanmıyorum sana, senin gibi yalancıya inanılmayacağını biliyorum artık.”
“İster inan, ister inanma. Arkadaşında.”
“O hâlde dönmesini beklerim.” dedi Nabil. “Arkadaşında kalacak değil ya!”
“Aynen, tam da onu söyleyecektim.”
“Nasıl yani? Oğlum bu yaşta başkalarının evinde mi kalıyor?” diye gürledi Nabil, hesap sorar tarzda.
“Bu seni ilgilendirmez.” karşılığını verdi Beatrice, tüm şirretini takınarak.

Bu söz Nabil’i iyiden iyiye çileden çıkardı. “Simon’un bir de babası olduğunu unutma sakın!” diye bağırdı. “En az senin kadar üzerinde hakkım var benim. Nefesim her zaman ensende olacak. Onu benden uzaklaştırmayı başaramayacaksınız!”

Bir sessizlik oldu. Hemen ardından kapının gerisinden fısıltılar duyuldu. “Çek git! Yoksa polis çağırmak zorunda kalacağım.” diye seslendi Beatrice. Sesini kapının diğer tarafına taşırarak polise telefon etti.

“Demek kapına dayandım, öyle mi?” diye isyan etti Nabil. “Sen, sen nesin biliyor musun? Kalleşin tekisin, öyle olmasan arkamdan iş çevirmez, kapıyı açıp yüzüme konuşurdun.” İster istemez aşağı inerken, Beatrice’in, mahkemede aleyhine yalan tanıklık eden arkadaşı içeri girdi. “Sen, sen de hesap vereceksin!” diyerek hışımla üzerine yürüdü kadının. “Yalancı tanıklığın ne olduğunu göreceksin. Demek Simon’u dövmüşüm. Annesine hakaret etmişim, öyle mi? Seni pis yalancı!” Zavallı kadın neye uğradığını şaşırdı. Duvara sinerek, suçlu gibi başı önde, hızla merdiveni tırmandı.

Nabil, gergin bir hâlde dışarı çıktı, sinirden genzi yanıyor, elleri titriyordu. Derin iç çekişlerle sakinleşirken, cebinden çıkardığı mendil ile kelini, ensesini sildi. Az sonra polis arabası göründü. Oturduğu kaldırımdan ayağa fırladı Nabil. Polislerden biri tanıdıktı. O da ayrıldığı karısından yana dertliydi. Karakola şikâyete her gittiğinde sohbet ederlerdi. Onu görünce bir nebze olsun rahatladı. Mağdur biri gibi boynunu büktü, çabuk hareketlerle elini cebine götürdü. “Memur Bey, gördüğünüz gibi, elimde mahkeme kararı var.” dedi, hafiften kamburunu çıkararak. “Ama annesi, oğlumu bana göstermiyor.”
Polis, kâğıdı alıp şöyle bir göz gezdirdi. Tekrardan kendisine uzatarak, “bizi burada bekleyiniz” dedi.

Nabil beklerken kızgın bir boğa gibi dönüp duruyordu. Bir an yukarı çıkmayı içinden geçirdiyse de bunun olayları daha da içinden çıkılmaz hâle sokacağını düşündü. Nasılsa polisler tereyağından kıl çeker gibi oğlunu alıp getireceklerdi. Az sonra polisler apartmandan çıktı ama yanlarında oğlu yoktu.
“Üzgünüz beyefendi, oğlunuz evde yokmuş.” dedi polis. “Ne demek yokmuş? İçeri iyice baktınız mı?” “Bizim, eve girip arama yapmaya hakkımız yok.” “Nasıl hakkınız yok?” diye şaşkınlığını dile getirdi Nabil. “Ya oğlum içerideyse?”
“Bunun için savcılıktan izin almanız gerekir.” “İyi de mahkeme kararı var, işte…” diyerek kâğıdı tekrardan uzattı Nabil.
“Bakın beyefendi, anlamadıysanız tekrar edeyim. Bu, bizim işimiz değil.” “Evet, ama…” “Gitmemiz gerekiyor.”
“O hâlde şikâyette bulunmak istiyorum.” diyerek peşlerinden gitti Nabil. Polis arabası hareket ederken, Beatrice, kız kardeşi ve arkadaşı, balkona çıkmış, kıs kıs gülüyorlardı.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Previous Story

Borçlu Zamanlarda Yaşamak – Zygmunt Bauman

Next Story

Newton ve Gökbilimciler Cemiyeti – Marion Kadi, Abram Kaplan

Latest from Öykü Kitapları

Trevor’ın çok şey anlatan son öyküleri

William Trevor’ın geçen günlerde yayımlanan ‘Son Öyküler’ kitabı Yağmurdan Sonra’da olduğu gibi yalnız insanların umutsuzluklarını, hayal kırıklıklarını, terk edilmiş kadınların deneyimlerini, kendini dışlanmış hisseden

Boş Kentin Masalı – Ergün Doğan

Bu hikâye aslında bir kentin var oluş ve yok oluş hikâyesidir. O nedenle bu hikâyeyi kadınıyla çocuğuyla, otuyla böceğiyle ve kurduyla kuşuyla bütün bir

Önce Ekmek – Orhan Kemal

Orhan Kemal´in 1968 yılında yazdığı ve 1969 yılında hem Türk Dil Kurumu Öykü Ödülü hem de Sait Faik Hikaye Armağanı kazanan kitabı Önce Ekmek,

Uyku – Orhan Kemal

Türkiye edebiyatının en özgün ve gerçekçi yazarlarından Orhan Kemal, yazdığı roman, oyun ve öykülerin hepsinde yoksul, hayatla mücadele etmek zorunda olan ama umudunu, yaşama
Go toTop