Yazarın hayatına ve kişiliğine gösterilen ilgi yirminci yüzyılda Freud’un etkisiyle yeni ve daha teknik bir mahiyet almış, psikanalize dayanan yeni bir eleştiri yöntemi, sanat eleştirisinde büyük bir yer tutmuştur.
Freud’un bilinçaltıyla ilgili buluşlarına dayanan bu yöntemi bazıları sanatçının psikolojisini, bilinçaltı dünyasını, cinsel komplekslerini v.b. ortaya çıkartmak için; bazıları aynı zamanda bu buluşları eserlerini yorumlamak için kullanmış, yine bazıları da eserlerdeki kişilerin psikolojisini, davranışlarını açıklamak amacıyla bu kişilere uygulamışlardır. Psikanaliz’in bir de ‘yaratma’nın bilinçaltı kaynaklarını açıklamak iddiasında olan kısmı vardır ki sanatın ne sebeple doğduğu, sanatçının niçin eser yarattığı sorularına cevap veren bu görüş sanat eleştirisi alanına girmemekle beraber psikanaliz yönetiminin temelini teşkil ettiğinden üzerinde kısaca durmak yararlı olacaktır.
Freud sanatçının yaratma eylemi ile nevroz arasında sıkı bir ilişki bulur ve bilinçaltının yaratma’ daki rolünü belirlemeye çalışır. Sanatçıların insanları şaşırtan bu yaratma gücü çok eski zamanlardan beri ilgi çeken ve merak uyandıran bir konu olmuş ve genellikle ilham kavramı olayı açıklamak için öne sürülmüştür. Eski Yunan’da ilham sanatçının dışardan bir kuvvetin etkisi altına girmesi, ona tâbi olması demekti. Adeta cin tutmuş gibi sanatçı yarı kendinden geçmiş bir duruma girerdi. Esrarengiz dış kuvveti, tanrılar olarak da anlamaktaydılar ve şairler ilham için tanrılardan medet umar onları yardıma çağırırlardı.
Platon’un İon diyalogunda Sokrates, ozan İon’a sorular sorarak onu sıkıştırdığı zaman ion’un verdiği cevaplardan çıkardığı sonuçlardan biri de şudur : Ozanlar, yazar ve söylerken akla dayanan bir iş yapmazlar. Bir nevi vecd içindedirler ve yazdıkları bilinçli bir denetime tâbi değildir.
Romantik çağda bu ilham görüşü dinsel kisvesinden çıkarak doğal bir açıklamaya yönelir. Sanatçı yine ilhamla yazan bir adamdır, teknik ve bilgi bu işe yetmez. Ne var ki artık ilham sanatçıya dışarıdan gelen ve ona hakim olan bir kuvvet olmaktan çıkar ve yavaş yavaş sanatçının kendi içinde fakat bilincinin dışındaki bir kaynaktan fışkırdığı kanısı yer alır. Akıl, zekâ, zihin, düşünce gibi şeylerle gerçek sanat eseri yaratılabileceğini kabul etmez romantikler. Yaratma, bilinci aşar ve içimizde bilmediğimiz bir kuvvetin eseridir. Yirminci yüzyılda gerçeküstücüler şiir yazarken akim denetimini kaldırmak ve bilinçaltındaki malzemeyi ortaya çıkarmak için çeşitli yollara başvururken, romantiklerden gelen bir yaratma görüşünün yeni bir çeşidini benimsemektedirler. Bütün sanatçıların ilhama bu kadar önem vermediğini biliyoruz. Gerek bazı Rönesans yazarları gerekse neo klâsikler ve bir çok yirminci yüzyıl yazarları daha hesaplı, soğukkanlı, akılcı sanatçılardır. Esasen sanatçıları kesinlikle böyle iki gruba ayırmak aldatıcı bir bölmedir. Elbette ki gerçekte her sanatçıda bu iki türden bir şeyler bulunur.
Freud’a gelince, onun sanat hakkındaki kuramını (bunu zamanla biraz değiştirmişse de) şöyle özetleyebiliriz. İnsanların bir takım istekleri, itileri vardır, fakat toplum içinde yaşadıklarından dış gerçekliğe uymak zorunluğunu duyar ve bu isteklerini serbestçe tatmin edemez, aksine bunları bastırmağa, örtmeğe bakarlar. Fakat ister cinsel alanda ister başka bir alanda olsun bu itilerden, isteklerden vazgeçmek çok zordur. Bundan ötürü insan gerçek hayatta kavuşamadığı bu zevkleri hayal kurma yolu ile elde etmeye çalışır. Böylece gerçeklik ilkesinin sözünü geçiremediği bir hayal dünyasında insan en gizli arzularım tatmin eder. Çoğunlukla cinsel veya kendini başarılı, kuvvetli ve yüksek görmekle ilgili isteklerdir bunlar. Bu hayal kurma eylemi aşırı kaçar, normal sınırları aşarsa ruh hastalığı için ortam hazırlanmış demektir.
Freud’un sanat kuramında, bu hayal kurma eylemi ile sanatçının yakın bir ilişkisi vardır. Sanatçı da bir ruh hastasına yakın sayılır. O da gerçek dünyada tatmin edemediği isteklerle doludur, «onur, zenginlik, ün kazanmak, yükselmek ve kadınların sevgisini elde etmek ister ama bu zevklere ulaşma araçlarından yoksundur. Böylece o da, özlemi yerine getirilmemiş herhangi biri gibi gerçeklikten uzaklaşarak bütün ilgisini ve libidosunu isteklerinin hayal dünyasında yaratılmasına aktarır. Bu da kolayca nevroza yol açabilir.» Bazı hallerde sanatçı kendisini yazmağa iten tatmin edilmemiş isteklerini dolaylı bir yoldan yine gerçekte tatmin edebilir, çünkü eseri sayesinde başkaları da bir hayal dünyasında yaşayabildikleri için onların hayranlığını kazanır ki bu da ona istediği kudreti, şerefi, şöhreti ve kadınların sevgisini yine gerçekte sağlamış olur. Yazarın bunu yapabilmesinin sebebi kurduğu hayalin kişisel yönünü törpüleyerek başkalarının zevkle katılabileceği bir hale sokabilmesinden ve yasak kaynaklardan geldiğini farkedilemeyecek kadar değiştirmesini bilmesindendir. Denebilir ki sanatçı, başkalarına hayal kurmanın zevkini utanmaksızın tatmin imkânım sağlar. Madem ki yazarı yazmağa iten açığa vuramayıp bastırmak zorunda kaldığı istekleridir, o halde bunlar bir yolunu bulup kılık değiştirerek kendilerini eserde belli edeceklerdir; tıpkı hepimizin rüyalarında kendilerini gösterdikleri gibi. Bundan ötürü bir sanat eserine, yazarın bilinç altında kalmış isteklerinin, korkularının v.b. sembollerini taşıyan bir belge gibi bakabiliriz. Psikanalitik eleştiriyi kullananlara göre, yazarın eseri, psikanaliz tedavisindeki bir hastanın sözleri gibi ele alınabilir ve o zaman yazarın gizli isteklerini, cinsel eğilimlerini, bilinçaltı dünyasını araştırıp ortaya dökmek için eserini incelemek gerekir. Psikanalizin bu yolda kullanılması eserden hareket ederek yazan açıklayan eleştiri türüne girer, ve eser hakkında bize fazla bir şey söylemez. Fakat psikanalize dayanan yöntem yalnız yazarın biyografisi için kullanılmaz, aynı zamanda esere ait özellikleri açıklamaya da yarayabilir. Nitekim Freud kendisi «Dostoyevski ve Baba Katilliği» 16 adlı yazısında Dostoyevski’nin hayatı hakkındaki bilgilere ve eserindeki olaylara, kişilere, ölümünü arzulaması konusuna, belirmemiş homoseksüelliğine ait sonuçlar çıkarır fakat aynı zamanda Dostoyevski hakkındaki bütün bu bilgilerin ışığı altında eserini aydınlatıcı fikirler atar ortaya.
Freud kendisi sanat eserlerine eğilmekle bu yöntemin nasıl uygulanabileceğini gösteren ilk örnekleri vermiştir. Düşlerin Yorumu kitabında, sonradan çok işlenen Oedipus kompleksi temasının bir örneğini Sophokles’in Kral Oidipus oyununda bulmuştu. Freud’a göre çocuğun ilk cinsel istekleri anaya yönelir ve babayı rakip bildiği için onun ölümünü ister. Bu hepimiz için böyledir, ve oyunun yirminci yüzyıl seyircisini halâ etkileyebilmesini bu şekilde açıklayabiliriz. « Oidipus’un kaderi bizi duygulandırıyor, çünkü o bizim kaderimiz de olabilirdi. Onun üzerindeki lanetin aynısını kâhin doğmadan önce bize de yüklemişti.
Hepimiz düşlerimizin de bizi ikna ettiği gibi ilk cinsel itilerimizi annelerimize ve ilk nefret, şiddet itilerimizi de babalarımıza yöneltmeğe mahkûm edildiğimiz için etkileniyoruz»
Hamlet’in de Oidipus sorunu ile çözümlenebileceğine işaret etmişti Freud. Fakat bu tragedyaya psikanaliz yöntemini uygulayarak ünlü bir inceleme çıkaran Ernest Jones olmuştur. Bilindiği gibi Hamlet eleştiricilerini en çok uğraştıran noktalardan biri Hamlet’in babasının intikamını almak için bir türlü harekete geçmeyişi, bunu durmadan
erteleyişidir. Jones işte bu noktayı ve dolayısıyla Hamlet’in kişiliği sorununu yine psikanaliz yoluyla çözmektedir. Hamlet babasının intikamını bir türlü alamaz, çünkü babasını öldürerek yerine geçen ve anasıyla evlenen adam, aslında Hamlet’in çocukluğunda duyduğu ve bastırdığı bir isteği gerçekleştirmiştir. Hamlet kendi babasını ortadan kaldırarak anasıyla birleşme isteğini bilinç altında duymuş olduğu içindir ki, aynı şeyi gerçekleştiren adam karşısında kendini suçlamaktan kurtulamamakta ve bir türlü harekete geçememektedir.
Fakat Jones’un bunlardan çıkardığı başka bir sonuç var ki doğrudan doğruya Shakespeare’in kendisiyle ilgili. Jones’a göre eserde bulduğumuz Oidipus durumu Shakespeare’in kendi ruhsal durumuna ışık tutmaktadır. Shakespeare’in babasının 1601’de öldüğüne ve Hamlet’in de hemen bu olayın ardından yazıldığına inandığı için, Jones yazarın babasına karşı çocukluğunda duyduğu hislerin canlandığı bir sırada Hamlet’i kaleme aldığı sonucuna varır. Jones’a göre Hamlet bize Shakespeare’in ruhunu ve zihninin derinliklerinde olup bitenleri gösterir, felsefesini, görüşlerini dile getirir. Acaba gerçekten öyle mi?
Shakespeare’in diğer eserlerinde başka görüşler dile getirilmektedir. Eserlerinin içinden bir tanesini seçerek sadece bundakileri sanatçının gerçek görüşleri saymaya ne hakkımız var? Jones, Hamlet karakterinin psikanalitik tahliliyle yetinmeyerek, buradan Shakespeare’in ruhunun derinliklerine atıldığı an, eserde sanatçıyı okuma hevesinin tehlikelerine dolanır.
Belirtmeğe çalıştığımız gibi Freud sanatçıya bir ruh hastası olarak bakmaktadır. Freud’un kuramının doğruluğunu veya yanlışlığını tayin etmek bize düşmezse de edebiyat eleştirisi bakımından görülen zayıf noktalarına dikkati çekebiliriz.
Freud’un sanatçıyı ve özellikle yazarları ve şairleri ruh hastası sayması ve hayal kurmayla sanat arasında bulduğu ilişki tenkide uğramıştır. Triling’e göre yazarların ve şairlerin psikanalize elverişli olmalarının sebebi psikolojileri hakkında çok ipucu vermelerinden ve kendilerini anlatmalarındandır. Fakat bilim adamları, avukatlar, bankacılar v.b., kendileri hakkında yazmıyorlar diye onları normal görmemiz gerekmez. Psikanalizin anlayışı ile onları ele alsak, onların da ruh yapılarında, yazarlarda olduğu kadar dengesizlikler buluruz.
Sanatçılar ayrı bir sınıf teşkil etmezler. «Bu böyle olunca, yazarın gücünü yine de nevroza bağlamak istiyorsak bütün entelektüel gücü nevroza bağlamayı göze almalıyız» 19. Yazan başkalarından ayıran nokta bir çeşit ruh hastası olması değil çünkü hepimiz biraz öyleyiz fakat bu nevrozu başarılı bir şekilde nesnelleştirebilmesidir. Yazarın ve şairin dehasını ruhi bozukluklarla açıklayamayız; olsa olsa algılama, sezme, yansıtma, kavrama gücü gibi terimlerle açıklayabiliriz. Başka bir deyişle, sanatçıyı sanatçı yapan ruhi bozukluğu değil, bir çeşit yeteneğidir. İsterseniz buna Tanrı vergisi deyin, isterseniz özel bir yetenek.
Freud’un kuramında dikkat edilecek ikinci bir nokta eserin değeriyle olan ilişkisidir. Kuram doğru olsa bile bize sanat eserinin değeri hakkında fikir yürütmek imkânını vermez.
Sosyolojik eleştiride ve anlatımcı kuramda gördüğümüz bir durum burada da vardır; yani kuram eserin doğuşunu açıklar fakat bu doğuşun açıklanışı tasvir edici eleştiridir, değerle ilgisi yoktur. Aynı koşullar ayrı iki yazarı eser vermeğe itebilir ama ortaya çıkan iki eser çok farklı değerde olabilir. Psikolojik araştırma sayesinde bazı yazarların eserlerinde niçin filân niteliklerin bulunduğunu söyleyebiliriz, fakat söz konusu niteliklerin iyi veya kötü olduğunu ancak bir edebi değer kuramına dayanarak tayin edebiliriz2l. Yaratma eylemini araştıran psikolojik eleştiri de değerlendirmede işe yarardı, eğer iyi ve kötü eserle, belirli bir yaratma kavramı arasında bir ilinti kurulabilseydi. Bugün için bunu yapabilecek durumda, değil psikoloji.
Sanatçının yaşantısını, nevrozunu psikanaliz yoluyla keşfetmenin eseri değerlendirmekte işe yaramayacağı doğrudur. Ancak psikanalize dayanan yöntem her zaman sanatçının psikolojisine yönelmez, bazen de doğrudan doğruya eseri çözümlemeye çalışabilir. Eserdeki karakterleri bu açıdan inceleyince bunların davranışlarını, kişiliklerini daha iyi kavrayabiliriz. (Freud ve E. Jones’un Hamlet karakterini inceleyişleri bu bakımdan ilginçtir ama bu iki psikanalist Hamlet’in davranışlarını sonunda Shakespeare’in ruhsal durumuna bağlamakla yine sanatçıya yönelmekten kendilerini alamamışlardır).
Bugün özellikle modern edebiyatı incelerken, psikanalizden bu yolda yararlanmak yerinde olabilir çünkü modern sanatçılar Freud’dan ve Jung’dan etkilenmiş ve psikanalist öğretiyi kendi eserlerini yazarken uygulamışlardır. Ne var ki sözünü ettiğimiz eleştiri yöntemi sanatçıya dönük eleştiri yöntemleri arasına girmez; bakışlarım esere çeviren bir eleştiridir. Psikanalitik yöntemin başka yollarda kullanıldığını hatırlatmak amacı ile burada kısaca değinmek istedik.
Berna Moran
Kaynak: Edebiyat Kuramları ve Eleştiri
İletişim yayınları
BERNA MORAN
23 Ocak 1921’de İstanbul’da doğdu. Ortaöğretimini Darûşşafaka ve Işık Lisesi’nde tamamladıktan sonra 1941’de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne girdi. 1945te mezun olarak aynı bölümde asistanlığa başladı. 195051 yıllan arasında İngiltere’de Cambridge Üniversitesi’nde doçentlik çalışması yaptı. 1956’da doçent, 1964\e profesör oldu. 1981’de emekli oldu. Moran, ilk baskısı 1972’de yapılan Edebiyat Kuramları ve Eleştiri adlı yapıtıyla büyük ilgi gördü ve 1973 Türk Dil Kurumu Bilim Ödülü’nü kazandı. Moran, daha sonra Birifcim, Çağdaş Eleştiri gibi dergilerde yazdığı çeşitli incelemeleri Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış adlı incelemesine esas aldı. Türk romanının doğuşunu ve o dönemin toplumsal koşullarım Batılılaşma olgusu içinde inceleyen üç ciltlik bu çalışma Türk edebiyatı eleştirisi geleneğinin en önemli eserlerinden biri olarak karşılandı. Berna Moran, 1993’de aramızdan ayrıldı.