Gıdasız demokrasi olmaz

gıda_kriziÇocukluk yıllarımızda köy nüfusunun azalıp yerine şehir nüfusunun artması olumlu bir değişim gibi öğretilirdi. Böylece tarım yerine sanayileşme artacak, ülkenin sanayi üretimine dayalı kalkınması hızlanacaktı. Hem sosyalizm de her şeyden önce kapitalizmin yarattığı sanayileşmenin üstüne kurulmayacak mıydı. Demek ki buna zorunluyduk.

Bunun nereye kadar doğru ya da ne yanlış olduğu şu anda anlamını yitirmiş durumda. Ülke ticaretin, sıcak paranın ve inşaat sektörünün pamuk ipliğine bağladığı bir tuhaf ekonomik model içinde, yönsüz ve geleceksiz, dayanıksız bir köprüden geçiyor. Tarım da bitti bitecek.

Abdullah Aysu’nun Gıda Krizi: Tarım, Ekoloji ve Egemenlik kitabını okuma gereksinimini bu belirsizlik yüzünden duydum. Pek de iyi bilmediğim bu konuya gitgide daha çok merak duyuyorum. Doğrudan beslenmeyle ilgili değil mi: yemek de sıradan hayatımızın en vazgeçilmez hoşluklarından. İnsanların yedikleri yemek ve yeme biçimleri bütün toplumlarda kültürün nasıl büyük değişiklikler alabileceğini gösteriyor. Kitabın hemen ilk sözlerinde, “Gıda tükendiğinde yok olan birçok medeniyete tarih tanık” diyor Abdullah Aysu, ki elbette böyle.

Küresel gıda şirketlerinin yol açtığı sorun, gıdayı kolayca ulaşılabilir olmaktan çıkarmış durumda. Artık ihtiyaç için üretenler, sözleri edilmeye değecek büyüklüğe sahip değil. Gıda sektöründeki büyük şirketler ve küresel devler toprağı mal gibi görüyorsa, doğanın yıkıma uğraması kaçınılmaz olur.

Açlık önlenebilir
Şu da ilginç değil mi: 1960’lardan bu yana dünya nüfusu iki kat artarken gıda üretimi üç kat arttığına, dolayısıyla 12 milyar insan doyurulabileceğine göre, niçin bir buçuk milyar insan açlık çekiyor? Peki durumun en kötü olduğu yerlerdeki insanları açlıktan kurtarmak için ne gerekiyor: Afrika Boynuzu’ndaki açlığı sona erdirmek için gereken para 1,6 milyar dolarmış. Herhangi bir devlet için küçük bir para. Ama olmuyor, çünkü dünyanın değişmemesi gereken bir düzeni var.

Abdullah Aysu bu çarpıcı rakamları sıralarken, “Gıdanın olmadığı yerde demokrasi olmaz,” diye belirtiyor. Uzaktan bakıldığında ajitatif bir söz gibi duruyorsa da, tamamıyla gerçek bir saptama. Gıdanın olmadığı hayatta eşitlik son kertede bozulmuş olduğu gibi, gıdaya ulaşamayan insanların onun ötesine geçecek taleplere sahip olması da olanaksızlaşır. Üstelik gıdanın olmaması ekolojinin bozulduğunu, üretimin ve dağıtımın tekelleştiğini, dolayısıyla daha baştan demokrasinin olmadığını gösterir.

Kaldı ki gıdaya erişimin bir nedeni üretimin olmadığı alanların genişlemesiyse öbürü de gıda fiyatlarının yüksekliği. Dünyanın yüzde 71’i günde on dolardan, her 5 kişiden birisi de iki dolardan az kazanıyor. Türkiye’de aylık geliri 370 liradan az olan nüfusun 12 milyon olduğu belirtiliyor. Rakamlar sıkıcı ve can sıkıcı. OECD ve FAO verilerine göre, dünyanın en yoksul ülkelerinde insanlar, kazandıkları paranın yüzde 80’ini gıdaya harcıyormuş, Türkiye’de yüzde 30’u. Kalan paralarını ne yaparsa yapsın insanlar.

Hatırlıyorum, çocukluk yıllarında okuduğumuz Leo Huberman’ın Sosyalizmin Alfabesi kitabında, kapitalizmde insanların ulaşım, eğlence, eğitim, beslenme gibi özgürlüklerinin kâğıt üstünde kaldığının, kullanılamadıkları sürece o özgürlüklerin de olmadığı gerçeğinin çok basit anlatıldığı bir bölüm vardı, unutmam. Gerçeklerin her zaman yalın oluşu öyle bir şeydi demek.

Ekosistem bozulursa…
Abdullah Aysu’nun kitabının her sayfasında –bazılarını bildiğimiz, bazılarını yeni öğrendiğimiz– öyle çarpıcı gerçekler var ki, bu kitabın okullarda satır satır okutulması gerektiğini düşünüyorum. İklim değişikliğiyle gıdaya ulaşma yollarının tıkanmaya başlayacağını biliyoruz bilmesine ama dünya yalnızca 3,5 derece ısındığı zaman canlıların yüzde 40 ile yüzde 70’inin yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olacağını bilmek de önemli. Bu süreç atmosferden denizlere, dağlardan Amazon ormanlarına kadar gezegeni tehdit ederek şimdi de sürüyor. Kendimizi çaresiz hissediyoruz değil mi. Çaresizlik, demokrasinin olmadığının en önemli göstergesidir işte.

İleri kapitalist ülkelerden çıkan büyük tekeller gıdayı ne yapıp edip yutturur insanlara. McDonald’s, KFC ya da Pizza Hut gibi gıda restoranları geleneksel yeme içme kültürünün yerini aldı almasına ama, ABD Senatosu bile, bu tür restoranlarda sunulan işlenmiş tavuk ve dana etlerinin her yedi saniyede bir, bir kişide ortaya çıkan kanserin nedenlerinden biri olduğunu açıklamış. İnanan inanır. Kanser nedenleri arasında hazır gıdanın sigaradan sonra ikinci sırayı aldığı da biliniyor.

Ama aynı ABD’nin gıdayla ilgili pek çok belanın kaynağı olduğu da biliniyor. Örnekse et tüketimi konusunda da şaşırtıcı rakamlara sahip ABD. Yaklaşık 1 kg sığır eti için, 14,4 kg hububat ya da soya, 9.460 litre su ve 3,7 litre benzin tüketiliyormuş. Türkiye’de neler olduğunu düşünün. Bir kg etin niçin o kadar pahalı olduğu anlaşılıyor, değil mi. Peki şu nedir: 1950-1999 yılları arasında bütün dünyada et tüketimi 50 kat artmış. Demek ki beslenme rejimi değişmiştir ve siyasal rejimin değişmesi gibi etkiler yarattığından kuşkumuz olmasın.

Bu tür rakamlar çekicidir: Et temelli beslenme ve fabrikasyon hayvan üretimi için ABD’de 220 milyon dönüm –adet değil– ağaç kesilmiş ve Orta Amerika’daki yağmur ormanlarının 25 milyon dönümü sığır yetiştirmek için yok edilmiş. Bu arada, etin çok ama çok büyük bölümü elbette Batı’nın zengin ülkelerinde tüketiliyor. Az gelişmiş ülkelerde aynı oranda et tüketilmesi için dünyadaki besi hayvanlarının sayısının iki katına çıkması gerektiği gerçeği de çarpıcı.

Şimdi durup düşünülmez mi, biz bu doğaya neler ediyoruz. Ekosistemi bozdukça bağları koparıyoruz ve bir felaket zincirini güle oynaya çekiyoruz. Arılar yok olursa başımıza neler geleceğini sonradan öğrendik. Bir sineği yiyerek beslenen canlının herhangi bir nedenle yok olması durumunda, sineğin çoğalması engellenemeyeceği için bütün dünyayı kaplayacağını bilmek, aslında tam şu anda sürmekte olan bozulmanın en küçük halkası.

Abdullah Aysu’nun Gıda Krizi kitabını okuyun derim.

Semih Gümüş
06.11.2015 http://kitap.radikal.com.tr/

Gıda Krizi
(Tarım, Ekoloji ve Egemenlik)
Abdullah Aysu
Metis Yayıncılık / Siyahbeyaz Dizisi
Türkçe
312 s. — 2. Hamur– Ciltsiz — 13 x 19 cm
İstanbul, 2015
ISBN : 9789753425766
Yayına Hazırlayan : Eylem Can, Tuncay Birkan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir