Hangi cennetten kovulduk biz? – Sebahattin Sumeli

İnsanlık tarihinde iki anlayış hep var olagelmiştir. Biri sürekli eskiye özlem duyan, onu arayan, ona dönmek isteyen; biri tam tersine onu aşmak isteyen, ondan kurtulmak isteyen ve hızla uzaklaşmak isteyen iki uç feraset var olmuştur. Birincisi, ‘nerede o eskiler, o eski günler, zamanlar’ vs. eskiye dair ne varsa paha biçilmez, neredeyse kutsallık mertebesine çıkarırken; diğeri ise ona dair ne varsa geri, aşılması gereken, ilkel, kötü vs. ne kadar sıfat varsa takar ve ondan kaçmaya, kurtulmaya çalışır.

Özellikle modern zamanlarda, yani uygarlığımızın bu kadar gelişip yaygınlaştığı, hayatın tüm alanlarına fiziki ve manevi sahalarına nüfuz edince, artık ‘eski, eskide kaldı’ diyerek aşılması, unutulması gereken bir şeymiş gibi, ya da ihtiyarların, dedelerin ve nenelerin bildiği, yaşadığı eski çağların ‘şey’leri gibi hafızalarda yer edindi.

Bu zihin ve duyguda oluşan-oluşturulan algı neredeyse uygarlıkla yaşıttır. Hatta insanla yaşıttır da denilebilir. Kendi bilincine varan insan sürekli bir yenilik, konfor, daha iyisi, daha güzelini bulma ve yaratma uğraşına girmiştir. Uygarlığımızla beraber bu arayış, insanın manevi ve zihni dünyasında çok daha farklılaşarak yeni evreye taşırılmıştır. İnsanlığın yaşam yürüyüşünde kendi çağına kadar oluşturduğu, biriktirdiği fizik ve metafizik olguları yeni bir raddeye çıkarması, anlama kavuşturması gerekirdi ki ‘eskinin prangaları’ndan kurtulabilsin, yerine yeni bir nizam getirebilsin. Bunun için o zamana kadar oluşturulan, yaşamın tüm alanlarını ilgilendiren inançları, manevi bağları, değer olgularını sorgulamaya koyması gerekirdi ki onun yerine yenisini koyabilsin. Hulasa yeni oluşturulan şey, kendinden öncekinin eleştirisi, inkârı ya da karşıtlığı üzerinden oluşturulmaya çalışıldı. Bundan kaynaklı yeni düzen oluşturucuları ve öncüleri, eskiden insanlara hitap eden tüm olguları yeniden dizayn etme ihtiyacını duydular.

Fakat yüzyıllar, belki binyıllarca zamanın ve insanın hayatını oluşturan değerler, manevi ve fiziki kurallar bir çırpıda kaldırılamazdı. Yani kendinden önceki ‘şey’i anlamsızlaştırmadan, ‘gereksiz’ kılmadan yerine yenisini koyamazdı. Bunun oluşturulmasıyla insanın belleğinde ve duygusunda ‘eski olan şey kötü ve yaramaz’; yeni olan şey ise ‘iyi ve güzel’ olarak yer edilmeye başlanacaktı, başlandı. Ne de olsa uygarlıkla beraber her şey daha güzel, daha yeni, daha rahat, daha güvenli idi…! Bu şekilde insanın iç dünyasında, algı ve zihninde eski olan şey ‘değersiz’, yeni olan ise çok ‘kıymetli’ hale getirildi; eskiye burun kıvrıldı, yeni kucaklandı!

Bu algı zamanla bir imge olmakla sınırlı kalmamış, ‘olması gereken bir doğal seyir olarak genel bir kanı’ gibi kabul görülmüştür. Bunun hilafına davranışlar ve yaklaşımlar da ‘eski şeyler’e olan yaklaşım gibi onlara da itibar edilmedi. ‘Geri kafalı, ilkel, çağ dışı’ gibi yaftalar dahil çeşitli cezai durumlarla karşı karşıya bırakıldılar.

Eski şeylere tarihi eser, antika vs. gibi değer ve tanım atfeden yaklaşımlar, aslında maddi uygarlık yaklaşımlarıdır. Yukarıda bahsettiğimiz yenilikçi anlayışın eskiyi tümden reddedemediğinden onun üzerinden toplumla bağını kurma, ona hitap etme, onun aracılığıyla kitlelere ulaşmanın yol ve yöntemleri olarak ele alınmıştır çoğunlukla. Yani bilimsellik çabaları dışında, istismar edilen bir konu haline getirilmiştir. Buna karşın insanlık kendi kökleri üzerinde boy verir gelişir diyen bilimsel perspektif, bundan farklı olarak zaten toplumu doğal oluşum seyri üzerinden evreler halinde ele alır, değerlendirir ve ona göre yaklaşım belirler.

***

Konumuz daha çok Âdem ile Havva söylencesinde geçen cennetten kovulma mitini irdelemek olduğundan bu konuları hatırlatma bazında özet geçtik. Âdem ile Havva mitini duymayan, okumayan hemen hemen yok gibidir. Başta üç büyük İbrahimi din olmak üzere Ezidilik/Zerdüştlükte, Manihaizm ve daha birçok din ve inançta yer etmiş, konu edilmiştir. Nüans farklılıklar olsa da özünde hepsinin çıkış kaynağı aynıdır ve benzer anlatıya sahiptirler. Sadece her din-inanç kendi özgünlüklerini eklemiş, yaratmak istediği yeni sistem ve topluma vermek istediği mesajlar çerçevesinde öncüsünün (Peygamberinin) hayat hikayesini eklemiş, kimi imgelerin yerine başkaları ikame etmiş ve genel yaratılış destanını ona göre kurgulamıştır.

İbrahim’i dinlerin Yaratılış Efsanesine göre, Âdem ve Havva, ilk erkek ve kadındı. İnsanlığın özünde tek bir aile olduğu ve herkesin tek bir çift orijinal atadan geldiği inancının merkezinde yer alırlar. Ayrıca, Yahudilik veya İslam’da yeteri kadar yer tutmamışsa da Hristiyanlıkta önemli inançlar olan ‘insanın düşüşü ve orijinal günah’ doktrinlerinin temelini oluşturur.

Tevrat’ta yer alan Yaratılış Destanının birden beşe kadar olan bölümlerinde, iki farklı bakış açısına sahip iki yaratılış anlatısı vardır: İlkinde, “Âdem ve Havva’nın adı yoktur. Bunun yerine, Tanrı insanı Tanrı’nın suretinde yarattı ve onlara çoğalmalarını ve Tanrı’nın yaptığı her şeyin üzerinde vekil olmalarını emreder…!”

İkinci anlatıda, “Tanrı Adem’i topraktan biçimlendirir ve onu Aden/Behişt/Cennet Bahçesi’ne yerleştirir. Adem’e, iyiliği ve kötülüğü bilen bir ağaç/bitki dışında, bahçedeki bütün nimetleri yiyebileceği söylenir. Daha sonra Havva, Adem’in kaburga kemiklerinden birinden onun arkadaşı olması için yaratılır. Masumdurlar ve çıplaklıklarından utanmazlar. Ancak bir ‘Yılan’, Havva’yı yasak ağaçtan/bitkiden meyve yemeye ikna eder ve o meyvenin bir kısmını Adem’e verir. Bu eylemler onlara yalnızca ek bilgi vermekle kalmaz; aynı zamanda onlara utanç ve kötülük gibi olumsuz ve yıkıcı kavramları çağrıştırma yeteneği verir. Tanrı daha sonra yılanı ve toprağı lanetler. Tanrı, kadına ve erkeğe, Tanrı’ya itaatsizlik etme günahlarının sonuçlarının ne olacağını peygamberlik niteliğinde söyler. Sonra onları Aden bahçesinden kovar…”

Gerek Tevrat’ta gerek İncil’de gerekse Kuran’da çeşitli biçimlerde ‘Yaradılış Efsanesi’ çok ayrıntılı bir biçimde anlatılır. Bu anlatıların her birinde, o inanışların evreni-varlığı-insanı- doğayı bir bütünen olay ve olguları ele alıp yorumlamasını, bakış açısını, zihni ve duygu kalıplarını görebilir, analiz edebiliriz. Ama aslında hepsinin de gayesi, yeni yaratılan, yaratılmak istenen uygar toplumun mitolojik bir biçimde anlatısıdır. Yani yaratılmak istenen toplumsallığın, onun maddi ve manevi değer olgularının nelere dayandığı, nelere tekabül ettiği vs. faktörlerin söylencesidir…

Bu ‘Yaratılış Efsanesi’ anlatısında eski-yeni, iyi-kötü, günah-sevap, kadın-erkek, doğallık-yapaylık vs. çoğaltılacak ikilemler ve çelişkilerin iç içeliği, oluşum süreçleri okunabilir, yorumlanabilir. Fakat ele almak istediğim konu, söz konusu mevzunun mittik yorumlarla işaret ettiği ‘şey’lerden ziyade o imge ve kavram-kuramların taşıdığı gizemli anlamlardır…

Her şeyden önce kutsal kitaplara, onların metin ve anlatılarına konu olmuş, geniş yer tutmuş bu efsane, yani ‘Yaradılış Destanı’, Sümer kaynaklardan alındığı anlaşılıyor. Zira semavi dinlerden binlerde yıl önce yaşamış Sümerlerin mitolojik anlatımlarında bu mit geniş yer tutmaktadır. Daha doğrusu ilk yazılış, kayda geçişi Sümer kaynaklarıdır (Arkeolojik kazılardan çıkan bulgu ve kil tabletlerden bu gerçek gün yüzüne çıkmış durumda). Sümer uygarlığında geliştirilen bu efsane ve mitolojiler, daha sonra gelişen İbrahimi dinlerin metinlerine (Tevrat’a) geçmiş, oradan da diğer dinlerin kutsal kitaplarına, metin ve söylemlerine girmiş, konu edilmiştir.

Yaradılış Destanı’nın İbrahimi gelenekten olan dinlere geçişine dair çeşitli görüş ve tez olsa da, kaynağını Yahudi kavminden aldığı kuvvetle muhtemeldir. Konu tarihsel yönleriyle irdelendiğinde, İbrahimi kavimlerden olan Yahudiler, Sümer uygarlığının ikinci döneminde onlarla ciddi anlamda ilişki ve çelişki içine girerler. Bu uzun ilişki ve çelişkilerin sonucunda Sümerler Babil döneminde Yahudilere yönelirler ve onları ciddi yaptırımlara tabi tutarlar. Babil Kıralı Nebukadnezar, Mısır, Suriye’den sonra Filistin’i hakimiyeti altına alır. Babil krallığına bağlı olan Yahuda devletinin isyan etmesi üzerine Nebukadnezar, Kudüs’ü MÖ 597 yılında ele geçirir. Kudüs halkının yeniden isyan etmesi üzerine MÖ 586 yılında Kudüs’ü yeniden ele geçirir ve şehir ile Süleyman Mabedini de yıktırır. Yahuda Krallığı’nı yıktıktan sonra Nebukadnezar MÖ 574’te Sur şehir krallığını kendine bağlar. Nebukadnezar komutasındaki Babilliler, Kenan’ı (Yahudi Krallığını) aldıktan sonra bu ‘itaatsizlikleri’ nedeniyle Yahudileri şiddetle cezalandırır ve Yahudiler Kenan’dan Babil’e sürgün edilirler…

Yahudi tarihinde ‘Babil Sürgünü’ (İbranice: Gelot Bavel) veya ‘Babil Esareti’ olarak geçen bu olay, “MÖ altıncı yüzyılda Antik Yehuda Krallığı’nın Neo-Babil İmparatorluğu, Nebukadnezar tarafından yenilgiye uğratılmasının ardından Yahudilerin esir düşüp topluca Babil’e sürüldüğü bir esaret dönemi” olarak ifade edilir. Bu Sürgün Dönemi, MÖ 538’de Babil’in Med-Persler tarafından alınması ile resmen sona erdirilir. Med-Pers Kralı Büyük Kiros, Yahudilerin yeniden Kenan’a geri dönmelerine izin verir ve Yahudilerin yıkık mabedini bizzat kendisi inşa ettirir. Bundan dolayı Büyük Kiros, günümüzde hâlen Yahudiler tarafından övgü ve minnetle anılır…

Gerek Sümer kent devletleriyle ilişki ve çelişki sürecinde, gerekse de ‘Babil Sürgünü/Esareti’ sürecinde Yahudiler ciddi bir biçimde Sümerik kültür ve inançlarından etkilenmiş, etkilemişlerdir. Söz konusu dönemde Babil ve önemli kenti olan Nippur, inanç merkezidir ve Sümerlerin günümüze ulaşan birçok mitolojik anlatımı bu merkezdeki tapınaklarda icra edildiği ve yaygınlaştırıldığına dair birçok bulgu gün yüzüne çıkmış durumda.

Dolayısıyla Yahudiler çok uzun yüzyıllar tabi oldukları, ilişki ve daha sonra çelişki yaşadıkları Sümerlerden birçok maddi araç-gereç, kültürel öğeler, mitolojik söylence ve retorikler almış olması dönem toplumsallığının doğası gereğidir. Bunları daha sonraki süreçlerde de kendi kültürüne entegre etmesi, uyarlaması anlaşılır bir durumdur. Elbette sadece bununla da sınırlı değil; bu kültürel geçiş ve esinlenmeler başta ‘Yaradılış Destanı’, ‘Nuh Tufanı’ vs. gibi birçok dini anlatım ve retorik Sümer Mitolojisinden esinlenmedir, kaynağını oradan almaktadır. Hakeza ‘Nemrut-İbrahim Efsanesi’ de Sümer ardılı olan uygarlık geleneğiyle olan çekişme ve etkileşimin bir ürünü olarak açığa çıkmıştır. Zaten efsanede geçtiği gibi, İbrahim’im babası Azer (ya da Târah) Sümer uygarlık geleneğin tanrı-kralı olan Nemrut tapınağının bir hizmetkarıdır. Bu hikâyede de inançsal anlatıma yüklenen olağanüstü mistik ve ilahi sıfat ve niteliklerden ziyade, bahsettiğimiz kültürel çelişki ve çekişme işlenmektedir. Zaten söylencenin anlatımından da anlaşılacağı üzere İbrahim’in babasının ve çevresinin hilafına kalkıştığı başkaldırısı ve itirazı, şiddetle cezalandırılır ve tüm kavmiyle Sümer toprağından sürülmesiyle sonuçlanır (Mancınıkla ateşe atılması ve sürgün edilme hikayesi). Aslında gerçekleşen bir kültürel-manevi değerler itirazı, çatışmasıdır. Nihayetinde Semitik ile Aryanik kültürlerin arasında geçen hakimiyet çekişmesi ki zaten hâkim olan Sümerik (Aryanik) kültürün temsilcisi Nemrut’un zaferiyle sonuçlanır. Aslında bu mitolojik anlatımlar sade, basit ama gizemli imge, kurgu ve betimlemelerle destansı bir şekilde anlatılarak bize bir dönemin anatomisini sunmaktadırlar…

***

Sümer kent uygarlığı kendinden önce binlerce, on binlerce yıllık süren doğal komünal toplumun yaşam biçimi, onun üzenden gelişen tarıma ve hayvancılığa dayalı köy kültürü üzerinden boy vermiş bir kültürdür. Yeni gelişen uygarlık, maddi ve manevi olarak yeni bir kültür, yeni bir değerler havuzudur. Bu kültür ve insanı, öngördüğü dünyayı ve yaşamı yorumlayan bir perspektif ve onun söylemini geliştirmelidir ki kendini var kılabilsin. Bunu yaparken kimi toplumsal kutsallıklara, ahlaki değerlere, manevi ilkelere temas etmeli, öne çıkarmalı ki amacına ulaşabilsin. Dolayısıyla kendinden önceki, yani bağrından çıkıp geliştiği, onun bir aşaması olduğu kültür ve birikimleri direkt karşısına almaz. Bunu yaparsa, toplulukların tepkisiyle, öfkesiyle hatta müdahalesiyle karşı karşıya kalabilir. Ondan dolayı bunu o kadar ince, derin ve ustaca yapmalı ki onu aşabilsin ki yeni kurguladığı sistemin zihin ve beden dünyasını oluşturabilsin. Aynı zamanda yeni zihni ve formel dünyaya (uygarlığa) en iyi hizmet edenin, mitolojide anlatılan cennetten çok daha mükemmel bir cennet yaşamıyla ödüllendirileceğinin vaadi verilir!

Bundan dolayı direkt karşısına alıp ona saldırmak, onu kötülemek yerine, söylemlerine ilahi sıfatlar ve nitelikler katarak, efsunlar ekleyerek önce manevi bir zemin hazırlar, sonra nicel ve maddi/fiziki bir zemine oturttur ve gayesini açıktan dillendirir. Bu şekilde kendinden önceki değer ve kutsallıkları aşındırır, içini boşaltır anlamsızlaştırarak yeni icat edilenleri onların yerine koyar. Günümüzdeki ‘toplum mühendisleri’ne ne de çok benziyorlar! Ama çok daha yalın, basit, hatta çok daha ahlaki! Bundan dolayıdır ki üzerinden bin yıllar geçmesine rağmen hala mistik ve gizemli bir ruha, bir etkiye sahipler… Günümüzde de bunu yapmak isteyen, topluma ‘çoban’ olmak isteyenler, benzer bir şekilde önce gayelerini aleni açık etmezler, korkarlar. Daha yolun başında iken gerçek niyet ve amaçlarının anlaşılmaktan korktukları için bin bir maske takarlar, takiye yaparlar. Demokrasi havarisi, ilerici kesilirler. İnsan hak ve özgürlükleri, kısacası insani erdemlere dair ne varsa sanki ilk defa onlar keşfediyormuş gibi hararetle, müritçe savunur, en ön safında yer alırlar; ta ki amaçlarına ulaşana kadar. Daha sonra onları birer birer terk edip, kirlenmiş bir elbiseymiş gibi onu çıkarıp yenisini giyer, ‘eski, eskide kaldı’ deyip hakiki amaçlarını dillendirirler. İnandırdıkları insan kitleleri de belki farklı seçenekleri bırakılmadığı için, belki de idraki ve gücü yetmediğinden ona tabi olurlar veya kolay kolay vazgeçemezler. Böylelikle var olan durum sürdürülemez bir hal alıncaya kadar sürüp gider!..

Konuya dönersek; Sümer mitolojisinde (daha sonra Tevrat ve diğer kutsal kitap metinlerinde) anlatılan gerek Lilith-Âdem efsanesi, Gerek Âdem-Hava miti, bir dönemin yaşam formuna ilişkin anlatım ve retoriğidir. Yani efsaneler bize bir dönemin zihni, fiziki, yaşam alanlarını, şekil ve ilkelerini, ikilemlerini, sancılarını, acılarını, sevinçlerini, ret ve kabullerini yalın bir dille anlatılan metin ve belgeleridir.

Kent-uygarlık yaşam biçiminin gelişip kurumsallaşmasıyla beraber toplumun hem daha önceki avcı-toplayıcı yaşam formundan kaynaklı yeni düzene ilişkin yaşadığı bunalımı, eskiye duyduğu özlemi, buna geri dönme istemi; ama yaratılan yeni yaşam biçiminin nimetlerinden de vazgeçmek istememesi, bu yeni yaşam formunun ona bilgelik ve zekâ, zenginlik vs. birçok yeni erdem kattığı ikilemleri alegorik bir anlatımla sunmaktadır. Bir kere “iyiliği ve kötülüğü bilen bir ağaç/bitki’nin meyvesinden yemiştir. Bunun geri dönüşü yoktur, bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır! Tıpkı Sümer mitolojisinde Yaradılış Efsanesine benzer içeriğe sahip Enkidu-Gılgameş efsanesinde olduğu gibi; Gılgamış, kendisi gibi yenilmez, yabani Enkidu’yu bir ‘fahişe/kadın’ yoluyla kandırıp kendi tarafına çeker. Enkidu, fahişeye kanıp onunla yattıktan sonra artık eskisi gibi yabani hayvanlar ona yanaşmaz, ondan kaçar… Yani doğasından uzaklaştığı için ‘eski’den beraber dolaştığı sürüler ona yabancılaşmış, uzaklaşmışlardır. Burada da yine erkeği kandıran figür kadındır, hem de artık fahişe konumuna düşürülmüş kadındır…!

Hülasa bahsi geçen efsanelerde anlatılmak istenen aslında yeni yaşam biçimi olan kent yaşamı ile kendinden önceki köy-kır yaşamı ve ondan öncesindeki avcı-toplayıcı yaşamı arasındaki ikilem ve bunalımıdır. Fakat bunu geçiş sancısını konu alırken tek bir yönden değil, tüm yönleriyle ele alıyor. Yani zihni, forumsal ve yaşamsal birçok konuya ışık tutuyor. Örneğin efsanenin anlatımında bariz bir şekilde egemen erkek sistemin izleri, vurgusu vardır. Yani yeni oluşturulan yaşam formunun erkek öncülüklü, egemenlikli bir yaşam olduğunu vurguluyor. Efsanenin orijinal kimi versiyonlarında örneğin, önce Lilith-Adem’den bahsedilir; Tanrının Lilith ve Adem’i topraktan yarattığını ve Aden bahçesine koyduğunu, daha sonra Lilith’in Adem’e itaat etmediği için onu terk ettiğini, Ademin Tanrıya yakardığını, ondan dolayı Tanrının da Ademin yakarışını duyduğunu onun isteklerini kabul ettiğini, onun sol kaburgasından/on üçüncü kaburgasından Havva’yı yarattığını ona itaat etmesini, ona eş olmasını emrettiğini; Ademe itaat etmeyen Lilith’i de lanetlediğini yazar. Daha sonra Aden bahçesinde Lilith’in sihirli, cezbeden ‘Siyah bir Yılan’ şekline girip Havva’yı, Tanrının yasakladığı, iyiliği ve kötülüğü bilen, zekâ ve bilgelik ağacı/bitkisinden yemeğe ikna ettiğini/kandırdığını, Havva’nın da Ademi ikna ettiğini/kandırdığını, dolayısıyla ebediyen onları Aden/Behişt/Cennet Bahçesi’nden attığını yazar…

Efsane anlatımı sadedir aslında; yeni oluşan yaşam formu, kendinden önce doğada her çeşit bitki ve hayvanlarla iç içe serbestçe yaşadığı, erkek ile kadın arasında olması gereken doğal otoriteye dayalı bir dengenin olduğu; fakat yeni yaşam formunun erkek öncülüklü-egemenlikli olduğunu, kadının ona biat etmek zorunda olduğunu, yine eksik ve hataların adresi kadın olduğunu anlatmaya çalışır! Diğer yanıyla gerek ‘elma’ olsun, gerek ‘buğday’ olsun her iki bitki de yerleşik yaşam olan köy-kent yaşam kültürünün bitkileri olduğundan, avcı-toplayıcı kültürden köy-kent kültürüne geçişi anlatmakta ve bunun müsebbibini de kadın olarak tasvir etmektedir.  Zaten toplumsal formların tarihsel süreçleri üzerindeki yapılan araştırmaların şu tespiti çarpıcı bir şekilde bu mitolojik anlatıma paralellik arz ediyor: Eski çağlarda, avcı-toplayıcı ve göçebe olarak yaşayan klan toplumun yerleşik yaşama geçişi, tarım ve köy yaşam tarzını geliştirmesinin temel nedenlerinden bir tanesi kadın, kadının biyolojik durumu, yani doğurganlık özelliğinin olduğunu işaret ederler. Zira kadın dokuz ay hamilelik sürecini yaşar ve yaşamın birçok alanında erkek gibi aktif olmaz. Yine doğumdan sonra en az bir iki yıl, hatta bu süre, yeni doğan bebeğin 4-5 yaşına kadar annesine muhtaç durumda olduğunu da göz önüne alırsak uzun bir süre ve kadını yerleşik hayata, meskene mecbur kılar, hareket serbestisinden alıkoyar. Hatta birçok görüş yerleşik hayatı buğdayın ekimiyle başlatır ve buğdayı da ilk keşfedenin de bir kadın olduğu ileri sürülür…

 Bunlarla beraber günümüzde bile kadın ‘bütün yoldan çıkarmaların, kötülüklerin, sapmaların kaynağı, yılan, çıyan, şeytan’ vs. sıfatların addedilmesi kaynağını bu zihin kodlarından alır. Zira kadının bu sistemdeki yeri, uygarlıktaki konumu ve niteliği böyle tasvir edilmiştir…!

Söylencenin anlatımıyla ilgili çeşitli versiyonları olsa da esas itibariyle imgesel olarak iki farklı anlatım vardır: Birinde efsane ‘Elma’ üzerinde tasvir edilir, gelişmeler onun etrafında cereyan edilir; ötekinde ise olay ‘Buğday’ üzerinde tasvir edilir, imgelenir. Ama özünde çok farklılık yoktur. Bu yorumlardaki imgelerin yer değiştirmesi daha çok kültürel farklılıklardan kaynaklanmaktadır: Avcılık ve toplayıcılık geleneğinin baskın olduğu kültürlerde yeni sistemin zihniyeti toplayıcılığın imgesi olan ‘Elma’ üzerinden anlatılmış, betimlenmiştir. Çünkü toplayıcılık geleneğinden gelen kültürlerde doğada kendiliğinden yetişen ürünler hafıza ve duygularında geniş bir yer kaplamıştır. Çok çarpıcı bir örnek daha var ki, günümüz teknoloji dünyasında otorite olan bilgisayar-telefon vs. bir bilgi-teknoloji markası ‘Apple’ (Elma)’ın Yahudi olan sahibi bile bu mitolojik anlatıya atıf yaparak, logo ve simgesini ısırılmış bir elma yapmıştır…

Köy ve toprağa yerleşmiş, yani tarım, ekim ve biçim kültürüne dayanan topluluklarda ise yeni yaşam formu ‘Buğday’ imgesi üzerinden betimlenmiş, anlatılmıştır. Bu kültürlere göre Âdem ile Havva’nın ‘Behişt’ yani Aden/Cennet Bahçesinden kovulmasına sebep olan bitki ‘Buğday’ dır. Zira köycülük ve yerleşik kültürlerde buğday çok önemli bir yer kaplar, kutsallık düzeyinde mana ve değer atfedilir, baş tacı edilir. Bir lokma ekmek yere düştüğünde kaldırılır öpülür alına koyulur, ondan af dilenir! Bu hareket bile buğday-ekmeğin Mezopotamya toplumsallığının duygu, zihin ve belleğinde nasıl kutsallık derecesinde yer edindiğini göstermektedir. Keza uygarlığın kök hücresi olarak kabul edilen Sümer uygarlığı da kuzey ile güney Mezopotamya’nın kesiştiği (Dicle ile Fırat nehirlerinin ortası) zengin alüvyonlu topraklarda sulama tarımı üzerinde geliştiği, yani buğday imgesinin belleğinde çok derin ve geniş bir yer edindiği kabul edilir.

Bununla beraber Sümer mitolojisinde Aşnan, Tahıl Tanrıçasının adıdır. Mezopotamya’ya bereket getirmesi için yaratıcı tanrı Enki (Enki: Sümer mitolojisinde su, zekâ ve yaratmanın tanrısıdır. Daha sonraları Babil mitolojisinde ‘Ea’ olarak anılmıştır) tarafından görevlendirilmiş olup, rüzgâr ve fırtına tanrısı olan Enlil’in de kız kardeşidir. Mitolojiye göre, ‘Hava tanrısı Enlil (Enlil: Sümer mitolojisinde Yeryüzü tanrısıdır) tanrılara hizmet etmeleri maksadıyla Enki’nin tavsiyesiyle ‘Tahıl Tanrıçası Aşnan’ ile ‘Sığır Tanrısı Lahar’ı yaratmıştır. Bugün hala ‘Aş’ ile ‘Nan’ kelimeleri başta Kürtçe olmak üzere birçok Mezopotamya’nın dil ve topluluklarında önemli bir yere sahiptir (Kürtçede Aş=Değirmen, Nan=Ekmek) ve bunun da buğdayla ilişkili olduğu kuvvetle muhtemeldir.

Kuşkusuz yaygın olarak bilinen, ‘Elma’ imgesidir. Çünkü yaradılış destanı/miti/efsanesi daha çok semavi dinlerin kutsal kitap ve metinleri üzerinden yayıldığı için kayıtlara genel itibariyle ‘Elma’ olarak geçmiş, akıllarda öyle yer etmiştir. Diğer taraftan bu imgenin ‘Buğday’ olduğunu söyleyen sözlü veya yazılı mitolojik kaynaklar da az değildir…

Belirttiğimiz gibi bu tanımlamalar daha çok yaşam ve kültürel tanımlamalardır. Semitik kültüre sahip kavimler daha çok avcı-toplayıcı kültür ve geleneğin baskın etkisinde olduğu kabul edilir. Dolayısıyla zihni ve manevi dünyalarında Efsanenin imgesi ‘Elma’ olarak tasvir edilmiştir. Fakat Aryanik kültüre sahip topluluklar ise köy ve yerleşkelere dayalı tarım-ekim kültürünün geliştiği, yaygınlaştığı ve dünyaya dağıldığı kültür sahasında oldukları için zihni ve manevi imgeleri daha çok tarımsal üretim ürünlerine dayalıdır ve bunların en eskisi, ilki olan ‘buğday’ ile betimlenmiştir. Özcesi ‘Yaradılış Destanı’ denilen mitolojik anlatıda bahsi geçen ‘Elma’ ve ‘Buğday’ hikayeleri, uygarlığın varoluş hikayesidir de aynı zamanda…

Sebahattin Sumeli

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir