“Savaşta insanları öldürdüm; kim bilir kaç adamı öldüreyim diye düelloya davet ettim ve onlara meydan okudum, kumarda kaybettim; çiftçilerin alınterinin ürünlerini boş yere harcadım ve onları infaz ettirdim; zinakar ve üçkâğıtçıydım. Yalan söylemek, hırsızlık, hafifmeşrepliğin her türlüsü, sarhoşluk, şiddet, cinayet… İşlemediğim suç kalmamıştı; Ama yine de tüm bunlara rağmen takdir görüyordum; Arkadaşlarım beni nispeten iyi ahlaklı olarak nitelendiriyordu ve hala böyle düşünüyorlar!”
Şimdi esas itiraf geliyor, kritik ve çok önemli;
“On sene boyunca böyle yaşadım.
Bu süre zarfında kendini beğenmişlik, kişisel menfaat ve kibirden yazmaya başladım.”
Asıl paradoks burada, yazmak Tolstoy için bir başarı ve mükemmellik arayışının parçası idi, bir parçası olduğu sınıfın övdüğü ve şan getiren bir olaydı! Ahlaken sınıfının çürümüşlüğünü sergiledi ve karşılığında dünya çapında ün kazandı. Ama sonrasında ahlaken arınmaya başladığında yazmayı bırakacaktı.
Çünkü:
“Hayatımda yaptığım şeyin aynısını yazarken de yaptım. Yazma amacım olan şöhret ve parayı elde etmek için iyi olanı saklamak ve kötü olanı göz önüne sermek gerekiyordu. Benim yaptığım da buydu. Yazılarımda hayatıma anlam katan iyi şeylere dair o özlemleri, ilgisizlik ve hatta latife kisvesi altında saklamak üzere defalarca plan yapardım. Bunda başarılı oldum ve takdirle karşılandım.”
Tolstoy’u anlamsızlık hissine götüren ve artık yediği balın tat vermemesine yol açan ne olabilir? Çok basit, kendi ruhunun derinliklerindeki;
- iyi ve yüce olanı alay konusu yapmak,
- kendi sınıfının sinikliğini göz önüne sermek
- ve sonuç olarak o sınıftan, yani aristokrasiden ve burjuvaziden takdir ve taltif görmek;
Bir gün gelir ve insanoğlu kulağına fısıldar:
Sahip olduklarının hiçbiri senin değil!
Dünya malı dünyada kalır.
Ve sen de tarihin sonsuz zembereği içinde kaybolup gidecek bir zavallısın!
Seni sevenlerin, takdir edenlerin hepsi içinde yaşadığın toplumun asalakları!
Bir yandan o toplumun haracını yiyen, öte yandan o toplumun gerçek imanlılarını ve alınteri döküp kanaatkar olanlarını küçük gören insanlar.
Başarı mı?
Evet, bugün için.
Başarı mı?
Evet ait olduğun asalak sınıf için!
Başarı mı!
Soyluluk diye övünen soysuzların nezdinde!
Ama gerçek basit: İsa mı insanların ruhunda yaşadı, İsa’nın yolunda mı dua ediyorlar yoksa Ferisiler’e ya da Clergy class’a mı?
Alınterinin meyvelerini yediğin sınıfın kendisin de mi asalet yoksa şaşalı katıldığın partilerde mi?
O derin soruyu her gün gördüğü, kendisine serf olmuş köylüler sormazlar Tolstoy’a. Onlar saygıyla “Kontum” der. Ama işte bir gün ruhun derinlerinden gelen soruyu vicdan gelip de insanoğlu’nun yüzüne haykırdığında insanoğlu kendinden kaçamaz. Tek yapabildiği adım adım kendi hapishanesini kurmaktır.
Tolstoy’da manevi olarak boşluk o kadar derin bir korkuya dönmüştü ki:
Evindeki, salonundaki ve çalışma odasındaki bütün ipleri kaldırmıştı! Dayanamıyordu içindeki emirlerin sarsıcı etkisine, o ipi kendini kontrol edemediği bir anda “kendini asmak için kullanabilirmiş!” korkusuyla titriyordu. Yüzüne gülen insanlar onu mutlu etmedi, tam aksine zaman içinde o aristokrat, bürokrat ve burjuva sınıfının değersizliğini ve riyakârlığını görmek onu boşluğa itmişti. Şimdi tarihin zembereği içinde “yok olup gitmek”, hem de maneviyatsız ve mundar olma korkusu içindeydi.
Üstelik bu hisle boğulduğunda çok güçlü bir erkekti, hem parasal açıdan hem de beden olarak! Onunkisi bazı batılı ahmak analistlerin göstermeye çalıştığı gibi asla bir “40 yaş bunalımı” değildi, bedenen zayıflamak, cinsel aktiflik, yarın öbür gün elindekileri kaybetme korkusu falan hiç değildi. Ya da ününü kaybetmek falan ise hiç değildi. Ait olduğu sınıf onu büyük yaratıcı yazar olarak övdüklerinde yüzlerine haykırmak istiyordu:
Ahlaksızlık dizelerini bana mı övüyorsunuz, onlar günahı anlatan, günahkâr ve yalan üzerine kurulu gösterişçi, estetik olarak süzme bakışlı metinler.
Ruhumu besleyen onların edebi güzelliği değil!
Tam aksine Ruhumu tüketen de onların gerçek olması!
Zahit ATAM