İran: Kaf Dağı’nın Ötesindekiler (Yezd-Şiraz) – Erinç Büyükaşık

Yezd’e yaklaştıkça pazarlarla çevrili (Han Pazarı, Kuyumcular Pazarı, Pencah Ali Pazarı), Emir Çakmak Kompleksi ve Camisiyle ?Şia? geleneğinin ve ?Aşura?nın tüm izlerini taşıyan çöl ortasındaki bu şehri iyiden iyiye merak eder olmuştum. Aşura günündeki kalabalıkların matem ritüellerini elimdeki kitaptaki fotoğraflardan tarıyordum otobüste yol alırken.
Devlet-i Abad Bağı?na gözüm takılmış şehre on kilometre kaldığında. Yıllarca bağcılık ve şarapçılıkla geçinen bu şehirlerde bağların yerini gül bahçeleri almıştı. Bu şehre varmadan önce elimdeki kitapta aktarılan müzelerin şaşkınlığı içindeydim, Molla rejiminin müzeleri yok saymaması, ilkel de olsa müzelerle her şehirde karşılaşacak olmam Tebriz?de amcamın Ortadoğu coğrafyasındaki en gelişkin uygarlığının yine İran olduğu saptamasını da doğruluyordu.
Çöl ortasındaki bir vahayla karşı karşıyaydım Yezd?e vardığımda. Bu yargımın doğruluğunu Yezd?de Su Müzesi?ni dolaşırken daha iyi kavrayacaktım. Çöl koşullarına inat kaynak sularının yer yüzüne çıkarılıp tüneller yardımıyla yüzyıllardır tüm şehre ulaştırıldığını öğrenmiştim Su Müzesi?nde rutubetli havayı soluduğumda. Bu şehirde keşfedeceğim nice şey vardı, geniş avlulu kerpiç yapılar, Şia geleneği ve Aşura törenlerinin merkezi olan Emir Çakmak Kompleksi, kervansaraydan ötele dönüştürülmüş yapılar arasında şehrin tarihsel dokusunu hissetmek zor olmayacaktı. Eşyalarımı yerleştirip sokakları keşfetmek düşüncesiyle otele girdiğimde karşıma çıkan büyük avlulu kervansarayın bende eski zaman gezginlerinin öykülerini çağrıştırdığı fark etmiştim. Otelin havadar, geniş avlulu çay bahçesinde zaman geçirmeyi erteleyerek şehrin kerpiç mimarisini, Şia geleneğinin tüm ritüellerini yansıtan meydanı, Emir Çakmak Camisi?nin kubbeli ve işlemeli görkemini keşfe çıkmalıydım.
Şehrin sıcak, çöl iklimi akşama doğru akşam serinliğine bırakmış, ben gezi rotamın bu durağında şehrin insan dokusunu yansıtan Han Pazarı?ndan ilerleyerek Cami Mescidi?ne yol almaya karar vermiştim. Ardımdan ?Ya Allah? sesiyle kenara çekilmeme yol açan el arabacısının kumaş yüklü el arabasının altında ezilme olasılığım gülümsetmişti beni. İpek Yolu?nun bir zamanlar en önemli geçiş noktalarından sayılan şehirde hala ipeğin hakimiyeti sürüyor gibiydi. Çarşaflı, sakallı insan kalabalığının içinde perçemini dışarı atmış, göz altlarındaki sürmeyle gözlerini öne çıkaran genç kadınlar ilerliyordu. Han Pazarı?nı geçtikten sonra mavi çinili, çölün tüm tonlarına, yapıların taşıdığı çöl kumunun sarı rengine zıt bir canlılık sunan Camii Mescidi?ne ulaşmıştım. Okuduğum kitaptan kimi satırlara başvurmuştum Mescid?in avlusunda yol alırken. Cuma günleri bir çeşit çöpçatanlık uygulamasının şehrin ritüeline dönüştüğünü okumuştum bu satırlarda. Bu geleneğe göre her Cuma bekar kadınlar çarşaflarına asma kilit takılı olduğu halde caminin minaresine çıkarlarmış. Kilidin anahtarını ise bahçedekilere fırlatırlarmış. İnanışa göre bu tanışma uğurlu olur, bu çift büyük olasılıkla evlenirmiş.
Su Müzesi?ne yolum düştüğünde, şehirde doğal kaynak suyunun tüneller yardımıyla yüzyıllardır nasıl evlere ulaştırıldığını fotoğraflarla belgeleyen bir nice görsel belgeye tanık olma şansım olmuştu. Müzenin girişinden aşağıya doğru basamaklarla indiğimde şehrin sıcağının yerini rutubetli, serin bir hava almıştı; müzenin mahzeninde sergilenen su boruları, bunların şehrin bütününe nasıl ulaştığı haritalar üzerinden bir belgeler geçidiyle sunuluyordu. Müzenin avlusunda oturmaya karar verdiğimde yanıma yaklaşan genç, en fazla on yedi yaşlarındaki askerin ?Merhaba? diyerek seslendiğini fark etmiştim. Azeri Türkçesinin aksanıyla tanış olmuştu benimle. Yezd?in öyküsünü paylaşmış, şehrin kubbemsi çatılarının doğal bir klima özelliği gösterdiğini aktarmıştı bana, ağabeyi İstanbul?a geçen yıl gitmişti, askerliğinin bitmesine iki yıl kaldığını söylemişti. İran?da askerlik kurumunun katı kuralları olduğunu okumuştum elimde yol boyunca gezdirdiğim rehberden, koleksiyonu için benden madeni Türk lirası istemişti. Bütün ülkelerin madeni paralarını topluyordu birkaç yıldır, gişedeki görevlinin benim Türkiye?den geldiğimi ona söylediğini, onun da bu nedenle tanışmak için yanıma yaklaştığını vurgulamıştı utangaç bir tavırla. Onu dinlerken çevreme, çölün ortasındaki vahaya bakmaya devam ediyordum, sarma sigarasını uzatmıştı bu sohbet sırasında bana, birkaç nefes çekip Yezd?i onun sözleriyle anlamaya çalışmıştım bu sefer. Müzeden çıkıp dar sokaklar arasından geçerek kuytuda kalmış bir çayevinde çayımı yudumlamak istemiştim bir süre sonra. Şeker yerine hurmayla tamamlanacaktı bu çay ziyafeti.
Bir kervansarayda konuk olmamın bende yarattığı yanılsama Hayyam?ın ?Semerkant?ta bir han odasında Hasan Sabbah?la karşılaşma anını anlattığı satırları çağrıştırmıştı. Otelin geniş avlulu çay bahçesinde bağdaş kurup oturmayı, bitmeyen çay içme ritüelimi sürdürmek istiyordum. Televizyon ekranından yansıyan 1979 yıllarına ait görüntüler Tahran?daki Amerikan Büyükelçiliği?nin işgalini, Humeyni?nin Fransa?dan dönüşü devrim marşları eşliğinde anlatıyordu. Sakallı erkek sunucu Ahmenijad, Hamaney?in görüntüleri eşliğinde devrimin bugününü Farsçanın şiirsel coşkusuyla aktarıyordu. Rıza Şah?ın ülkeden kaçışıyla başlayan devrimin öyküsünü bir başka yönden, kendi okuduklarımla görmek istemiştim ekrandaki görüntülerden uzaklaşarak.

?Tahran?a yoğunlaşan göç yoksul sınıfların siyasal İslam?ı tercih etmesine yol açmıştı. Şahlığın yıkılışından sonra İslamcılar, demokrasi taleplerini göz ardı edip bütün solcu, liberal müttefiklerini safdışı etmişti. Artık kanlı bir devrimden ve hatta kendi çocuklarını yiyen bir devrimden söz edilebilirdi. İran?ın yüzyıllardır simgesi olan Aslan ve Güneş, Humeyni tarafından ?Allah? logolu ülke bayrağına dönüşecek, Tudeh üyesi birçok devrimci öldürülecek ve hayatta kalanlar ise ülke dışına kaçmak zorunda bırakılacaktı. Referandumla kabul edilen şeriat son yıllarda bu sefer hedef olarak reform talebindeki üniversite gençliğini hedef seçmiş, yüzlerce gencin idam sehpasında yok edilmesi hükmü Molla rejimi tarafından verilmişti.?

Aldığım notlara bir ek not düşme gereği duyuyordum bu sırada. ?Muktedirler her zaman elindeki silahı kendi gücünü zalimce kullanmak için kullanırlar.? Ekrandaki devrim kutlamaları görüntüleri kendi adıma yavanlaşmaya, inandırıcılıktan uzaklaşmaya başlamıştı. Çayımı yudumlamaya devam edip Sepehri?nin şiirlerine dönme gereği duymuştum bu sırada.
Bir sonraki gün Zerdüştlerin bir zamanlar ölülerini gömdükleri, matem törenlerini düzenledikleri Sessizlik Kulesi?ne gitmeyi planlamıştım. Şehrin iki kilometre dışındaki tepede 60?lı yıllardan itibaren Zerdüştlerin geleneklerini yaşatmaları yasaklanmış, ülkede bir avuç kalan Zerdüşt topluluk ölülerini gömmez olmuştu. Tepeye gitmek için bir taksiciyle sıkı pazarlık yapmam gerektiğini düşünmüştüm bu sırada.
Şehrin dışına çıktıkça çölle, sarı tepelerle karşılaşmış, Sessizlik Kulesi?ne on beş dakikalık yürüyüşümün ardından kuleye adını veren ?Sessizlik?i kavramaya başlamıştım. Sıcak esen çöl rüzgarının, tepenin uğultusunun ve insansız bir coğrafyanın ?sessizliği? egemen olmuştu. Bu sessizlik sanki artmıştı bu tepede bu çöl sarısı kule ritüelleri yasaklanmış Zerdüştlerden uzaklaştırıldıkça. Tepedeki varlığımı Fehruzzad?ın dizeleriyle, Abbas Kiyerüstemi?nin ?Rüzgar Bizi Sürükleyecek? filmindeki belgeselci İranlı gezginin töreseli sarı bozkırda keşfetme çabasıyla birleştirmek, kesiştirmek istemiştim. Fehruzzad?ın dizeleri akıyordu zihnimde, şehre bakan tepen geniş sarı bozkırı keşfederken:

?Ey baştan ayağa yeşil olan sen
Ellerini, yakıcı hatıralar gibi benim aşık ellerime bırak
Ve dudaklarını, sıcak bir his gibi senden benim aşık
dudaklarımın okşayışlarına teslim et
Rüzgar bizi kendisiyle götürecek
Rüzgar bizi kendisiyle götürecek?

Yezd?den akşama doğru ayrılıp, handaki ve çöldeki son saatlerimi şehrin kerpiç yapılı sokaklarında gezinerek geçirmeyi düşünmüştüm. Yolum bu sefer 5-6 saatlik bir otobüs yolculuğuyla Şiraz?a uzanacaktı. Sabaha doğru Şiraz?a Dervaz-i Kuran kapısından girerek varacak, Hafız?ın, Sadi?nin şehrini bütün dokusuyla kavramaya çalışacaktım. Kış günlerinin çetin ve zorlu şartları Isfahan?dan beri terk etmişti zaten beni, güneşli bir Şiraz sabahıyla başlamıştım yolun bu rotasında güne. Bir zamanlar şaraplarıyla ve bağlarıyla bilinen şehri keşfetmek için kendime uygun bir otel aramaya başlamış, İrem Bağları Köşkü?nün yakınında bir otele yerleşmiştim.
Şiraz, düzlük bir şehir; yeşil, düzenli ve geçmişin tüm anılarını hakkıyla yaşayan bu şehrin bir görsel şölene dönüşeceğini anlamıştım otelden çıkar çıkmaz. Hafız?ın Şiraz?dan dışarı çıkmayıp dünyayı tek şehir olarak gördüğünü yazıyordu elimdeki kitap. Üstelik bu şehir yazarın ifadeleriyle artık ?bütün dünya? olmuştu. ?Şiirin şehrine hoş geldin.? dedim kendime. Otelin yakınındaki İrem Bağları?ndaki köşkün bahçesinde dolaşırken gül bahçesinin keskin kokularıyla kendime gelmiştim. Şiraz Üniversitesi?ne bağlı köşk binasının geleneksel bahçe mimarisine duyduğum hayranlığı paylaştığım üniversiteli genç kız, İran?ın Perslerden bu yana gelenekleriyle yaşadığını anlatmıştı haritalardan yola çıkarak.
Köşkten ayrıldığımda Vekil Pazarı?na yürüyerek ulaşmış, İpek Yolu?nun izinde ipek, kilimin sunduğu görsel şöleni seyre dalmıştım. Pazar?ın içindeki çayevlerinin birinde içtiğim çayın ardından yolum Hafız Türbesi?ne düşecekti. Türbedeki kadınlı erkekli kalabalığı seyredalmış, Hafız?ın ?Faal-i Hafız? adlı fal kitabından fal bakan, dua eden bu kalabalığın fotoğrafını çekmek, mekanın ?uhrevi? havasını solumak isteğiyle gözlerimle taramaya başlamıştım türbeyi. Türbeden ayrılırken Hafız Divanı?nın İngilizce baskısını almayı ihmal etmemiştim. Bundan sonraki rotam ?Sadi?nin türbesi olacaktı. İnsan ve hayat üzerine felsefi şiirleriyle tanıdığım, ?Bostan? ve ?Gülistan?ını yıllar önce keşfettiğim Sadi?nin türbesindeki şu ifadelerle daha iyi anlar olmuştum Sadi?yi:

?Şirazlı Sadi?nin türbesi aşkın kokusunu saçacak
Hatta, onun ölümünden binlerce yıl sonra bile.?

Şiraz yolculuğum Şah-e Çerağ Türbesi?nde Şia inançların tüm görsel ayrıntılarını keşfetme şansım olacaktı. Şiiliğin önemli ziyaret merkezlerinden biriydi bu türbe, iç duvarları milyonlarca küçük ayna ve mozaiklerle işlenmiş bu türbede fotoğraf çekemememin iç sıkıntısını da yaşamıştım. İhtişamlı türbenin içinde şehrin kalabalığından uzak derin bir sessizliği keşfetmiştim. Geniş bahçesinde oturup çiniler ve altınla kaplı kubbeyi seyredalmış, siyah çarşaflı Şii kadınların, erkeklerin dinsel ritüellerini gerçekleştirmelerini izlemiştim gözlerimi ayırmadan. Türbeden çıkar çıkmaz şehrin lokantalarından birinde bir şey yiyip şehrin sokaklarında yol almak istemiştim, diğer gün Şiraz?daki son rotam ?Persepolis? olacaktı. Bugünden bir taksiciyle sıkı bir pazarlık yapmam gerektiğini düşünüyordum şehrin ?şehit? isimleriyle dolu sokaklarında dolaşırken.
Şiraz?daki son rotam Pers İmparatorluğu?nun merkezi, Akamenidlerin tören yeri Persepolis?ti. Şehirden yirmi dakika uzaklıktaki ?Taht-ı Cemşid? adı verilen eski şehre ulaştığımda bu görkemli alanın Fars mitolojisine göre İran kahramanı Cemşid?in tahtının bulunduğu yer sayıldığını öğrenmiştim. Persepolis?e girdiğimde gişedeki görevlinin benimle Türkçe konuşmaya başladığını fark etmiştim. Girişteki Persepolis tanıtımından yola çıkarak şehrin öyküsünü kafamda birleştirmeye çalışıyordum. M.Ö 521 yılında Birinci Dairius tarafından yapılmaya başlanan bu görkemli şehre M.Ö 330?da Makedonyalı İskender tarafından ele geçirilip yakılıp yıkılan şehirde Zerdüştlük dininin yasaklandığı ve bu dönemde Avesta kitaplarının yakıldığını öğreniyordum şehrin girişindeki tarihçeyi okuduğumda.
Rahmet Dağı adı verilen tepeye yaslanmış şehrin giriş kapısı, merdivenli bir girişle Milletler Kapısı?na çıkıyordu. Tümüyle taştan yapılan sütunlar, yapılar ve heykeller arasında dolaşırken dev boyutlardaki boğa figürleri(kralı ve kralın gücünü simgeleyen) beni yüz sütunlu salona götürüyordu. Apadana Sarayı?ndan ilerleyerek merdivenleri izleyip Kışlık Saray?a ulaştığımda Perslerin bu mirasına hayranlığım yüceliyordu. Fotoğraf kareleri art arda geliyordu yol boyu yürürken. Yüz Sütunlu Saray?daki rölyefleri incelemişti gözlerim tek tek. Libyalılardan, Araplara, Ermenilerden, Kapadokyalılara, Medlere kadar birçok dönemin uygarlığının hediyeleri listelenmiş ve figürlerle bu hediyelerin verilişi rölyeflere işlenmişti. Her figür Pers İmparatorluğu?na hediye getiren bir ulusu simgeliyordu.
Taksicinin beni daha fazla beklemek isteyeceğini düşünerek bir saattir gezindiğim Persepolis?in duvarları, rölyefleri ve heykellerinden istemeden uzaklaşarak giriş kapısında bekleyen orta yaşlı şoförün yanına doğru ilerliyordum. Taksici kendi isteğiyle Persepolis?in yakınlarındaki Nakş-ı Rüstem?e(Dördüncü büyük Akamenid kralının mezarları bulunuyordu burada.) ve Nakş-ı Recep?e (Sasanilerden kalma dört büyük taş oyma rölyef bulunuyordu.) götürmüştü kendi isteğiyle. Şiraz?a dönerken Hafız?ın dizeleriyle yol öykümün ayrıntılarını bütünleştirmek ve Pers coğrafyasının şiirsel ruhunu içimde daha yoğun duyumsamak istemiştim. Birkaç gün sonra Tebriz üzerinden Türkiye?ye dönecektim, zihnimde şiir, müzik, tanıklıklar yer etmiş, Şiraz?dan ardakalan Hafız?ın beyitleri aşk ve gül kokulu Şiraz bahçeleriyle zihnimdeki resmi oluşturuyordu. Kaf Dağı?nın ötesinde santur, ud ve tanburun yükselen sesini duymuştum yolculuğum boyumca, kimi zaman Hayyam, kimi zaman Hafız, kimi zaman Sepehri?nin dizeleri akıyordu bu ezgiyle beraber. O halde Hafız?la ardımda bırakmalıydım Elburz?ın ardındaki ülkeyi.

?Ey gamlı gönül;
İyileşirsin nasıl olsa.
Getirme aklına kötü şeyler
Bu perişan başın da gelir hale yola
Üzülme.?

Yazıdaki İlk Fotoğraf (Yezd Şehri): Enver Arcak
Yazıdaki İkinci Fotoğraf (Şiraz Şehri)

Bir yorum

  1. Çok özgün ayrıntılar.Sıradak bir feiz yazısı değil. İçi iyi doldurulmuş, yazınsal değeri yüksek bir metin. Eline sağlık.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir