İyilik ve Trajedi – Zafer Köse

En iyi planları farelerin ve insanların
Sıkça ters gider

Robert Burns

Bir insana, onun tercihine saygı duymadan yardımcı olunabilir mi? Örneğin, Okuyucu romanındaki Michael, mahkemede Hanna’ya nasıl bir iyilik yapabilirdi?

Bernhard Schlink’in bu romanında, Hanna, 2. Dünya Savaşı günlerindeki bir toplama kampında 300 Yahudi kadının yanarak ölmesine göz yummaktan yargılanmaktadır. Hâkim, suç kanıtı olan bir metni onun el yazısıyla karşılaştırmayı düşünür. Hanna ise, kendisine verilen kağıda bir şey yazmaz ve suçu kabul eder.


Peki, Michael ne yapmalıdır? Hâkime gerçeği açıklayarak kadını o kadar büyük bir cezadan kurtarırsa Hanna’ya iyilik yapmış olur mu? Yoksa onun tercihine uygun şekilde mi davranmalıdır? Oysa söz konusu metni Hanna yazmış olamaz. Çünkü okuma yazma bilmemektedir. Fakat hayatının sırrı olan bu gerçeğin ortaya çıkmasındansa, ömür boyu hapse mahkum olmayı tercih eder.

FECAAT

Hayatın trajik bir yönü de var. Ve birçok büyük sanat yapıtı bu gerçekliği yansıtıyor.

Trajedi, bir şeyi çok istediğiniz için, aşırı istediğiniz için, olayların beklentinizin tersi yönünde gerçekleşmesiyle oluşuyor en çok.

Örneğin, çocuğunu çok seven bir kadın, onun iyi bir geleceği olsun, okulda başarılı olsun diye o kadar üstüne düşüyor ki, çocuk kendisiyle hiç ilgilenilmese olacağından daha başarısız oluyor.

Yokluk içinde büyümüş bir genç, başladığı küçük çaplı ticarete o kadar tutkuyla sarılıyor, ailenin makûs talihini düzeltmek için öyle ihtiraslı girişimlerde bulunarak işlerini o kadar büyütüyor ki, bir aksilik sonucunda, ailenin kuşaklar boyunca yaşamadığı bir yıkım meydana geliyor.

En derinde, çeşitli vesilelerle tekrarlanan evrensel bir trajedi var aslında: İnsanlar daha rahat yaşamak istiyor. Zenginlik istiyor. Bu istek o kadar şiddetli ki ne ahlak tanıyor, ne de şefkat.

Dünyanın kaynakları ve olanakları hiç de öyle gerektirmediği halde, büyük yoksullukların yaşanmasına neden oluyor bu zenginlik ihtirası. Dünyanın trajedisi yaşanıyor.

ÖLDÜREN KORUMA

Çoğu zaman iyi niyetli tercihlerle, en azından masum tercihlerle varılıyor trajediye. Tıpkı George’un yaşadığı gibi.

Steinbeck’in Fareler ve İnsanlar yapıtından tanıyorsunuz George’u. Arkadaşı Lennie ile 1930’lu yıllarda, Amerika’da, çiftliklerde çalışır. Başında bir patron bulunmayacağı günlerin hayalini kurar. Kendine ait küçük bir çiftlikte, bağımsız ve saygın bir insan olarak hayatını sürdürmeyi düşler.

Bütün hayallerinde Lennie de vardır. Buna mecburdur George. Çünkü Lennie kendi başına yaşayamaz. Dev cüsseli ve fizik gücü çok yüksek bu adam, zihinsel olarak gelişmemiştir.

Lennie ise, ailenin küçüğü gibi bir ruh haliyle, George’un onaylayacağı biçimde yaşamayı düşler. Birlikte alacakları küçük çiftlikte birkaç tavşan beslemeyi hayal eder. Çünkü yumuşak şeyleri okşamayı çok sever. George’a sıkça anlattırır, nasıl bir çiftlik kuracaklarını, günlerini ne güzel çalışarak geçireceklerini, yumuşacık tavşanlarını istediği zaman nasıl okşayabileceğini…

Ama bir gün Lennie, çiftlik sahibinin oğlunun güzel karısının saçlarını okşamaya kalkınca işler karışır. Ağzını burnunu kapayarak kadının tepki göstermesini engellemeye çalışır. Çünkü George’un bundan haberi olmamalıdır. Kızar George, tavşanları sevmesine izin vermez sonra. Kadının çırpınışları panik durumunu artırmaktan başka işe yarmaz. Ve ölüverir kadın.

Lennie, ne yapacağını bilemez. Çiftlikten kaçar.

Çiftlik sahibinin oğlunun çevresinde hemen bir linç grubu toplanır. Hayalleri yıkılan George, arkadaşını linç grubundan önce bulur. Ama artık onu koruyamayacağı bellidir. Her zamanki gibi hayallerini anlatmaya başlar. Ve bu hayalleri dinlemeye daldığı sırada, ona belli etmeden Lennie’yi vurur.

(Olağanüstü gibi görünen bu olayların ne kadar hayata dair olduğunu hissedebilmek için, böyle bir özetle yetinmemek, hikayenin tam metnini Steinbeck?in olağanüstü anlatımından okumak şart.)

Sonuçta, kendini Lennie’nin hayatından sorumlu tutan George, tam da bu sorumluluk duygusundan dolayı arkadaşını öldürür.

ZORLA İYİLİK!

Fareler ve İnsanlar, birçok ülkede birçok kez yasaklandı. Hikayenin ötanaziyi özendirmesi gibi bazı “düşünsel” gerekçeler olsa da, çoğu zaman “toplum ahlakını” korumak amaçlı sansürlerdi bunlar.

Örneğin, çiftlik işçilerinin birbirlerine anlattıkları içkili gece eğlenceleri, hele o argolu sözleri çok sakıncalı geliyordu muktedirlere.

Bu tutum, Türkiye Cumhuriyeti için hiç şaşırtıcı değil. Toplumu “Lennie” yerine koyan bir yaklaşımı oldu hep T.C.nin. Sadece “egemenlerin çıkarını korumak” gibi açıklamalar yeterli değildi, özellikle ilk dönemlerde, iyi niyetle de uygulanıyordu bu tür baskılar.

Halkın Batılı değerleri benimsemesi, dinsellikten uzaklaşıp bilimsel ölçütleri kabul etmesi, çağdaş bir tarzda yaşaması gibi hedefleri, büyük ölçüde halk için gerçekleştirmeye çalışıyorlardı. Halk için, ama halkı işin içine katmadan, halkın iradesini yok sayarak.

Ne var ki, kurucu kadronun hedeflerine değil de yöntemine uygun bir kültür yerleşti memlekette. Çünkü toplumlar da bireyler gibiydi; kendisine nasıl davranılırsa o şekilde biçimleniyordu. İlk yıllardan sonra, hızla Batı’dan uzaklaşan, tekrar cemaatlere tabi olup aklın gereğini dert etmeyen, kolayca yönlendirilen bir toplum şekillenmeye başladı. Ve yeni iktidarlar da aynı şekilde yasak, sansür, şiddet gibi araçlardan medet umuyorlardı.

Hatta muhafazakârlık yükseldikçe romanları, müzikleri, filmleri yasaklayarak insanların “ahlakını korumak” eğilimi yükseldi. Onları kendi tercihlerinden korumak iyice normalleşti.

Peki ne oldu? Cumhuriyet tarihinin en dinci hükümetini destekleyecek şekilde dönüşen toplum, nasıl bir nitelik kazandı? Bu dönemdeki tecavüz olaylarını, sapıklıkları, hırsızlıkları, ahlaksızlıkları istatistiksel olarak inceleyen vardır herhalde.

Ama böyle bir çalışma olmadan da, sadece haberleri izleyerek, ahlakı korumaya çalışan sayın yöneticilerin pek başarılı olamadığı görülüyor.

Keşke korumasaydı bu yöneticiler halkın ahlakını, diye düşünmeden edemiyor insan.

Neyse ki, en iyi planları iktidarların, sıkça ters gider. En önemli amaçları olan varlıklarını sürdürmek de aynı şekilde, bu tutkuları yüzünden çıkmaza girer.

Bir gün mutlaka!

Zafer Köse
zaferxkose@gmail.com

soL Gazetesi
soL Kitap, 13/02/2013

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir