Kemal Tahir’in işgal edilen İstanbul’u bir mekan olarak aldığı Anadolu halkının ve aydınlarının durumunu anlattığı, Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyet’e geçişin incelendiği şehir romanları dizisinin ilk kitabı “Esir Şehrin İnsanları” 1956’da yayınlandı. Fethi Naci’nin onun en başarılı romanlarından saydığı “Esir Şehrin İnsanları”nda İmparatorluk ordularının yenilgiyi kabullenip silahlarını teslim ettikleri bir dönemde aydınların en umutsuz koşullar altında savaşı üstlenişleri anlatılır. Dizinin diğer kitapları “Esir Şehrin Mahpusu” 1961’de, “Hür Şehrin İnsanları” 1976’da basıldı.
Roman kısaca Birinci Dünya Savaşı sırasında İstanbul’daki sivil aydınların durumunu konu edinir. Ana kahramanlar; Kamil Bey, Nermin Hanım, Ayşe, Fuat Bey, Nedime Hanım, İhsan Bey, Ahmet Bey, Niyazi Ağabey, Ramiz Efendi ve Fatma Hanım’dır. Kamil Bey Abdülhamid’in en zengin vezirlerinden Selim Paşa’nın tek çocuğudur. Genç yaşta çok büyük bir mirasa konmuş ve hayatının büyük bölümünü yurt dışında geçirmiştir. Nermin Hanım, Kamil Bey’in eşidir. O da bir Paşa kızıdır. Maddi manevi hiç bir zorlukla karşılaşmamış, bolluk içinde yaşamıştır. Ancak babası ansızın öldüğünde kumar borçlarından dolayı varlıkları yağma edilmiştir. O dönemde karşısına çıkan Kamil Bey ile evlenerek hayatını düzene sokmayı amaçlamıştır. Ayşe, Kamil Bey ve Nermin Hanımın tek çocuğudur. İspanyada doğmuştur ve İstanbul’a döndüklerinde altı yaşına gelmiştir. Küçük yaşına rağmen bir genç kız gibi girişken, hoş sohbet ve bilgilidir. Fuat Bey, Kamil Bey’den dört yaş büyük Galatasaray’da beraber okudukları bir tanıdığıdır. Mahir Paşa’nın oğludur. Bağlarbaşı?ndaki köşkün komşusudur. İhsan Bey ve Ahmet Bey, Kamil Bey’in Galatasaray Lise’sinden sınıf arkadaşlarıdır. Nedime Hanım, İhsan Bey’in eşidir. Niyazi Ağabey; İhsan Bey, Ahmet Bey ve Nedime Hanım’ın Anadolu’ya yaptıkları yardımlar için aracılık yapan en önemli yardımcıları ve güvenilir dostlarıdır. Ramiz Efendi, Mütareke?den sonra savaşa geri dönmemiş ve Anadolu’ya yardım etmek için çalışan bir yedek subaydır. Fatma Hanım, Ramiz Efendi’nin karısıdır. Eğitimsiz ancak son derece cesur ve vatansever bir kadındır.
1914 Dünya Savaşı karışıklığından iki yıl kadar sonra Kamil Bey, karısı Nermin ve kızı Ayşe ile birlikte İstanbul’a döner. Savaş yılları süresince yurtdışında mülklerinin bazılarını satarak geçindiği için bir miktar para sıkıntısı çekmektedir. İstanbul?a döneceklerini öğrenen Nermin Hanım’ın halası ve eniştesi ısrarla kendilerini köşklerinde misafir etmek isterler. Kamil Bey’de kabul eder. İstanbul’a kendilerini getiren vapur Çanakkale’de durduğunda limana inen Kamil Bey İstanbul’un içinde bulunduğu acı durumu daha iyi öğrenme fırsatı bulur. Şehir yangın yeri halindedir. Küçük kız çocukları sefaletten kendilerini satmaktadır ve bulaşıcı hastalıklar giderek yayılmaktadır. Vatanın felaketine dayanamayan subay ve memurların bazıları intihar etmektedirler.
Nermin Hanım’ın halası ve eniştesi son derece büyük ve gösterişli bir köşkte oturmaktaydılar. Enişte Bey, işgal kuvvetlerinin ileri gelenleri ile işbirliği içinde olan, gönülden Padişaha bağlı, vatanseverlik duyguları gelişmemiş, her şeye sadece ticaret gözüyle bakan bir insandır. Kamil Bey’i Kerkük?teki topraklarını İngilizlere satması için ikna etmeye çalışmaktadır; ancak Kamil Bey bu emrivakiyi kabul etmez ve en kısa zamanda kendi evine taşınmaya karar verir.
Serencebey’deki konakla, Çengelköy?deki yalı yanmış olduğundan Bağlarbaşı’nda bulunan çok uzun yıllardır bakım görmemiş köşkü tamir ettirerek orada yaşamayı planlar. Köşkün tamiri esnasında eski arkadaşı Fuat Bey’le görüşür ve o’nun başına gelen bir felaket neticesinde yaşamını tamamen değiştirerek bir kadiri dervişi olduğunu öğrenir. Fuat Bey İtalyan olan karısının, çocuğunu da yanına alarak başka birine kaçması yüzünden çocuğunu da kaybetmiş olmanın acısıyla derviş olmaya karar vermiştir. İki yıllık derviş Fuat Bey?le, iki yıllık yoksul Kamil Bey köşkün yeniden yapılmasında kader birliği yaparlar. Birbirlerine hayat görüşlerini anlatarak etkilerler.
16 Mart 1920’de işgal altında olan İstanbul tekrar işgal edilir. İngilizler İstanbul’u ikinci kez işgal ederken Eskişehir ve Afyonkarahisar’daki askerlerini geri çekerler. Osmanlı yanlısı olanlar sanki İstanbul’u Kuvayi Milliyeciler işgal etmişler gibi Anadolu?ya ateş püskürmekteydiler. Bazıları içinse son umut Anadolu?dur. Kamil Bey ömründe Yakacık’tan öteye geçmemiş bir İstanbullu olduğundan Anadolu hakkında hiç bir fikri yoktur. Ve bu düşünceye bu sebeple katılmıyordur. Anadolu?dan Mustafa Kemal ile ilgili bazı haberler geliyordur. İstanbul?da aydınlar bazı dernekler aracılığıyla Anadolu’ya yardım gönderiyorlar, subaylar gizlice Anadolu’ya kaçıyorlardır. Kamil Bey vatansever olmanın neyi gerektirdiğine hala karar verememiştir. Bu dönemlerde karşısına Galatasaray Sultani’sinden sınıf arkadaşı Ahmet Bey çıkar. Ona arkadaşları İhsan’ın yedek subay olarak harbe gitmiş, beş kere yaralanmış, büyük yaralar göstermiş, esir düşmüş, kurtulup gelince küçük bir sermaye uydurup bir dergi çıkartmaya başlamış, Kuvayi Milliye’yi tuttuğu için mimlenmiş, üzerine işlemediği bir suç atılarak on yıl kürek cezasına çarptırılmış olduğunu anlatır. İhsan’ın karısı Nedime Hanım’ın dergiyi çıkartmaya devam ettiğini ancak çok zorluk çektiğini söyler. İhsan Bey’le Ahmet Bey, Kamil Bey’in Nedime Hanım’a yardımcı olabileceğini düşünürler ve bunu Kamil Bey’e Ahmet Bey teklif eder. Kamil Bey’den ilk defa bir fedakârlık isteniyordur, böyle bir hizmete evvelden beri muhtaçtır. İşi sevinerek kabul eder. Hemen İhsan Bey’i Ahmet Bey’le beraber ziyaret ederler. İhsan güçsüz düşürüldüğü, mahpusa tıkıldığı halde büyük bir iş yapmakta olduğu bellidir. Kamil hayata girmeye başladığını ve bunun kendisi için iyi olduğunu düşünüyordur. Çıkartılan gazetenin adı Karadayı?dır. Artık Kamil’de memleketi kavrayan, felakete karşı çıkanların yanında, arasındadır. Elinde iyi-kötü bir savaş silahı olan bir sorumlu insandır. Nedime Hanımla tanışır. Nedime Hanım kendisine gazete çıkarmaktan başka işlerde gördüklerini, mimli olduklarını birçok hafiye ve sivil polisin kendilerini sık sık ziyaret ettiklerini anlatır. Önce onların dostlarını tanıması gerektiğini belirtir bunlardan en önemlisi Niyazi Ağabeydir. Kamil Bey, gazetedeki çalışma ortamını düzeltmek için evden birçok eşyayı oraya taşıttı. Antika bir Buda heykeli satarak elde ettiği parayla işe dört elle sarılır. Gün geçtikçe Nedime Hanım’ın görüşlerinin, cesaretinin, vatan sevgisinin etkisi altında kalarak ona hayran olur. Nedime Hanım hamileliği ilerlemiş olmasına rağmen çalışmaya devam ediyordur. Gazete ünlü yazar ve şairlerin toplanıp, memleket meseleleri ile ilgili görüştükleri, buluştukları bir yer haline gelir. Niyazi Ağabey’den biraz bahsetmek gerekirse, kendisi seferberliğin her cephesinde çarpışmış, Yunan?a ilk kurşunu atanlar arasında olan biridir. Oğlu Rum çetelerince öldürülmüş, kızının ise ırzına geçilmiştir. Karısı Anadolu’da kaybolmuş, düşmana duyduğu kin duyduğu kin öylesine artmış ki nerede tehlikeli bir iş sezse hizmete koşar hale gelmiştir. İhsan, Nedime, Ahmet ve Kamil Bey ona sonuna kadar güvenilirdir.
Bir gün Ahmet Bey perişan bir şekilde gazeteye gelir ve acilen 50 bin liraya ihtiyacı olduğunu, bin ton cephanenin Anadolu?ya gönderilmek üzere zorluklarla gemiye yüklendiğini, pazarlıkta önce 11bin lira istendiğini ancak daha sonra Rozalti isminde birinin fiyatı 50bin liraya çıkardığını, eğer aradaki farkı bulup veremezse halkın parası olan 11bin liranında yanacağını anlatır. Hiç birinde metelik yoktur, borç alabilecekleri herkesi düşündüler; ama hiç umut yoktur. Kamil Bey nakliye şirketinin direktörünü tesadüfen, Enişte Bey’in evinde tanıdığını hatırlar ve son çare olarak onunda görüşmeye gider. Direktör Fransızdır, Kamil Fransızlar’ın her çeşit vatanseverliği hoşgörürlülük ile karşılayacağını düşündüğünü söyleyerek durumu açıkça anlatır. Direktör zaten taşıma ücretinin 11 bin lira olduğunu aradaki farkın Rozalti tarafından istenmiş olabileceğini tahmin ederek onlara yardım etmeyi kabul eder. Gemi sefere çıktıktan sonra Rozalti’nin işine son verilir.
Nedime Hanım’ın rahatsızlanarak eve gittiği bir gün Niyazi gazeteye gelerek acilen Nedime ile görüşmesi gerektiğini söyler. Kamil, Nedime?nin rahatsız edilemeyecek kadar hasta olduğunu, ne gerekiyorsa kendisinin yapacağını; artık kendisine güvenebileceklerini söyler. Niyazi çok önemli bazı evrakların Karadeniz postası yapan Gülcemal vapuruna teslim edilmesi gerektiğini; ancak Ahmet’in bir gece evvel tutuklandığını, evrakların Nedime Hanım’da olduğunu söyleyerek sadece Nedime ile bu işi halledebileceğini anlatır. Kamil aniden aklına gelen bir yalanla Nedime’nin adada yakınlarının yanında olduğunu ve ancak kendisinin ona ulaşabileceğini söyler. Niyazi bu durumda mecbur kalarak detayları açıklamak zorunda kalır. Niyazici atlatan Kamil karışık yollardan Nedime’nin evine ulaşarak durumu anlatır. Nedime evrakları vapura kendisi teslim etmek istediğini, bu işe karışmamasının daha iyi olacağını söyler. Kamil Nedime’yi de kendisinin güvenilir olduğuna ikna etmeyi başarır. İlk kez bu kadar büyük bir iş yapabileceği için kendini şanslı hissediyordur. Birçok zorluktan sonra gayet önemli belgelerle dolu kuru üzüm sandığını Tophane rıhtımında, Gülcemal vapurunun kahvecisi Ramiz Efendi’ye verirken suçüstü yakalanır.
Uzun ve yorucu sorgularda kendisine bir paşa oğlu olduğu için iyi davranılır. Tüm suçlamaları inkâr eder, belgeleri bilmediğini, Ramiz?i tanımadığını söyler. Sorgulamayı yapan Yüzbaşı Nedime Hanım’ın elebaşı olduğunu bildiklerini, kendisini uzun süredir takip ettiklerini, itiraf ederse babasının hatırı için kendisini affedeceklerini söylese de Kamil Bey kesinlikle bunu kabul etmez, sonuna kadar Nedime Hanım’ı korumaya devam eder. Yüzbaşı arkadaşlarından birinin Nedime Hanım hakkında tüm bilgiyi verdiğini, Ararat vapurunda kaçırılan cephane işi içinde onun sorumlu olduğunu bildiklerini söyler. Kamil Bey gemide cephane olduğunu bilmediğini, ilaç ve hastane malzemesi yüklü olduğunu sandıklarını bunun için Fransız direktöre kendisinin aracı olduğunu, Nedime Hanım’ın suçu olmadığını söyler. Yüzbaşı Nedime’nin özellikle rahatsızlanarak adaya gittiğini evrakları teslim etmesi için Kamil’i kullandığını söyler. Bunları ispatlamak için bir şahitleri olduğunu da belirtir. Her şeye rağmen Kamil, inkâra devam eder. Şahitle yüzleştirilmesini ister. Askerler şahidi getirirler. Kamil içeri gelen bu perişan insanı tanıyamaz. Bu Ahmettir. Ahmet inanılmaz işkencelere maruz kalmıştır. Yüzbaşının söylediği her şeyi kabul etmiştir.
Bütün suçun Nedime Hanım’ın olduğunu söyler. Kamil çılgına döner, o anda aklına gelen ilk yalanı söyleyerek, Ahmet Nedime’ye aşıktı, kendisi tutuklanınca Nedime’nin dışarıda olmasına dayanamadı ve kıskançlıktan bunları uyduruyor diyerek saldırır. Ahmet her şeyi olduğu gibi bunu da kabul eder ve o akşam hapiste intihar eder. Kamil Nedime’nin adaya gitmedi hikâyesini sadece Niyazi’ye söylediği bir yalan olduğunu bildiğinden gerçek ihbarcının o olduğundan emindir; ama yinede Ahmet’i de affedemez. Eşinin eve gelmemesinden meraklanan Nermin, hala ve eniştesinin yardımıyla Kâmili bulur ve görüşürler. Nermin Hanım, Kamil?i hiç anlayamıyordur. Kendisinin ve kızının perişan olduğunu, eniştesinin yardımcı olduğunu ve artık işbirliği yapması gerektiğini söyler. Karısının Padişah yanlısı tutumu, kızının özlemi, Kamil’in direncini kırıyordur. Fakat kutuyu teslim ederken yakalandığı Ramiz Efendi ile yaptıkları arkadaşlığında, onun cesaretinden, karısı Fatma’nın vatanseverliğinden, tüm cahilliğine rağmen kocasını Anadolu’ya yardım etmek için yüreklendirmesinden öylesine etkilenir ki kendinden utanır ve kararından dönmez. Son bir teklifle kendisine Roma Elçiliği’nde başkâtip olması ve Nedime Hanım hakkında bilgi verdikten sonra hiç bir yüzleştirmeye ve mahkemeye çıkarılmadan yurt dışına gönderilmesi teklif edilmesine rağmen kadını korumaya devam eder. Ramiz?e de Kamil aleyhinde ifade vermesi için baskılar yapılır ama o hiç oralı olmaz. Bu arada İnönü Zaferi’nin haberi bir bayram sevinci gibi İstanbul’a ulaşır. Mahkemede Ramiz beraat eder, Kamil Bey, yedi yıl kürek cezasına mahkûm olur. Ramiz Efendi, Kamil Bey’in elini öper ve “Yalnızca sizin elinizi öpmedim, bütün kahramanların ellerini öptüm. İnönü?de ölenlerin, sakat kalanların, mahpus yatanların. İşin sonuna geldik, buradaki misafirliğiniz çok çok birkaç ay sürer, ben Anadolu’ya geçsem de Fatma Hanım mutlaka size gelir, ömrümün sonuna kadar minnetle hatırlayacağım.”der. Ramiz Efendi çıkar ve kapı kilitlenir.
Kurtuluş Savaşı Romanları/ Fethi Naci
(?)
Kemal Tahir, Esir Şehrin İnsanları?nda (1956), “servetinin hesabını doğru olarak bilmeyecek kadar zengin bir Abdülhamit paşasının biricik oğlu” Kâmil Beyin, aristokrat bir aydının, memleket insanlarını, memleket gerçeklerini tanıyarak devrimci bir aydın oluşunun romanını yazıyor. Esir Şehrin İnsanları, Kemal Tahir?in en sevdiğim romanıdır. Ne var ki Kemal Tahir, Esir Şehrin İnsanları?ndan on beş yıl sonra yayımladığı Yol Ayrımı?nda (1971), Üçüncü Bölüm?ün V. kısmında, Kâmil Beyin eski karısı Nermin Hanım?ı Kâmil Bey hakkında konuşturur ve birdenbire ilk iki romanda (Esir Şehrin İnsanları ile Esir Şehrin Mahpusu?nda) tanıdığımız Kâmil Bey gider, yerine “başka” bir Kâmil Bey gelir. Kemal Tahir?in Yol Ayrımı?nın ve Esir Şehrin İnsanları?nın birinci ve ikinci baskılarının ve Esir Şehrin Mahpusu?nun birlikte okunması ilginç bir gerçeği gözler önüne seriyor: Kemal Tahir, 1956?da yayımlanan Esir Şehrin İnsanları?nda yarattığı Kâmil Beyin kişiliğini 1971?de yayımlanan Yol Ayrımı?nda -Nermin Hanıma yaptırdığı açıklamalarla- değiştirmiş; bunu yapabilmek için de Esir Şehrin İnsanları?nın 1969?da yapılan ikinci baskısında birçok değişiklik yapmış, romanı nerdeyse yeniden yazmıştır. Kemal Tahir, sanki Kâmil Beyi bahane ederek bir başkasıyla hesaplaşmakta. Ben, bu “başkası”nın Nâzım Hikmet olduğuna inanıyorum.
Fethi Naci Yüzyılın Yüz Romanı
Adam Yayınları 2002, s. 25?27
Esir Şehrin Gazetecileri
Kemal Tahir
Kâmil Bey, Ebuzer Efendi’nin köpoğluluğunu bir zaman sonra öğrendi. Eski gazeteye zarar verir korkusuyla yeni gazete dağıtılmıyor, posta paketleri tezgâhın altında, arkadaki rutubetli aralıkta tutuluyor, sonra basımevi hamaliyle anlaşıp iade yükleri birbirine karıştırılarak aşırılanlar arkadan kesekâğıtçılara satılıyordu.
Hele batıp çıkan edebiyat, fikir, bilim dergilerinin durumu daha berbattı. Bunlar bazı semtlerin bazı köşelerindeki tütüncü dükkânlarına, sahiplerinin gözlerini boyamak için gönderiliyor, üst yanı dergi kapanınca, ucuza alınıp kesekâğıtçılarına devredilmek üzere, dükkânda alıkonuyordu. Ebuzer Efendinin başkâğıtçılıkta önemli bir icadı daha olmuştu.
Bunu keyifli bir günde Kâmil Bey’e şöyle anlattı:
– Baktım herifler aldı yürüdü. Bizim gazete gidiyor tepe aşağı. Uşaklardan iki zıpır çağırdım. “Göreyim sizi köpoğluları.” dedim. Plânı söyledim. Anadolu postasını hepimiz erkenden kayıkla karşıya geçiriyoruz. Oğlanlar bir kayığa atladılar, Sarayburnu açıklarında öteki gazeteyi götüren kayığı karşıladılar. Ellerinde birer tabanca. “Davranma! Dur!” Denizin orta yeri bey. Önünde tabanca altında dipsiz doruksuz derya. Öğleye kadar böylece beklettiler. Tren kaçtı bir yandan, Kadıköy dağıtıcısı bile gazeteyi vaktinde alamadı.
– Şikayet?
– Kimden şikayet edecek? Dedik ya. Deniz ortası. Oralara kaptan paşa karışır.
* * *
Belki de kâtibine inat, bundan sonra Kâmil Bey’i, her gelişinde kahve içirmeden göndermedi. Karşılıklı oturup cıgaraları yakınca, hemen öğüde girişiyordu:
– atmayı arttıracaksın Bey! Aman çatmayı.
– Kime çatalım Ebuzer Efendi?
– Sözümü dinle gözümün nuru, çatma arttırılacak. Gazete kısmını çatmak sattırır.
– İyi ama kime çatalım?
– Ben bilmem. Çatacaksın. -sesini alçalttı- Hey biz neler gördük bu yokuşta. Padişahlara çatanları gördük, hâşâ huzurdan Padişahlara. Gazete ağzına geleni söylemeli. O zaman telgraf yağar. “Yüz fazla gönder”, “Haftaya iki yüz isteriz”. Yetiştiremez olursun.
– Bizi de hapse atarlar!
– Kulak verme. Ben kaçın kur’asıyım. Ossaat bilirim. Şimdi eskisi kadar sıkı değil. Sen çatmana bak.
– İngilizlere çatalım öyleyse.
– Yoook. “Vur” dedikse, “öldür” mü dedik? Bu hafta Mustafa Kemal’e çatarsın, öbür hafta Sadrazama. Benim elim kalem tutmalı da, gazeteyi görmeli bu yokuş. Hepinize top attırırdım alimallah! Sizi iadenin altında ezerdim.
– Haydi elin kalem tuttu diyelim, çıkaracağın gazetenin adını ne koyardın?
– Adı kolay! Burada, vaktiyle “Eşek” adında bile gazete çıkarılmış. Hem de gelene gidene “Eşek” diye bağırarak keyifli keyifli koşan çocuklar köprüye varır varmaz gazeteyi tüm satarlarmış. Bizimkinin adı da “Katır” oluverirdi.
– Fena değil. Eşeği kapatmışlar. “Elmalûm” çıkmış. “Katır” ı kapatsalar “Hatır” diye çıkarsın. Onu da kapatsalar “Kıtır” diye.
Hafta sonları hesap görülürken Ebuzer Ağa’nın dükkânında Kâmil Bey, gazeteciliğin belki de en önemli, en de gizli derslerini hamal eskisi dağıtıcıdan böylece alıyor, akla gelmez şeyler öğreniyordu.
Gelen mektuplara da şaşmamak imkânsızdı. Hemen hepsi “Muhterem gazetenizi her hafta dört gözle bekliyorum. Yazılarınızı severek okuyorum.” diye başlıyor, derdini yanıp şikayetinin basılmasını rica ederek bitiyordu. Sanki okuyucu denilen “ne idüğü” belirsiz kalabalık, aldığı ya da sürekli olarak aldığını ileri sürdüğü gazeteye, dergiye herhangi bir şikayetini bastırmak için para vermekteydi. Bunun dışında öteki yazıları umurlayan hiç yoktu.
Gazeteciler, memleketi üstünkörü de olsa gezmemişlerdi. Mıntıkaların yerli özelliklerini hiç bilmiyorlardı. Bir çok yazılarda yanlışlar yapıldığı, okuyucuların içinde bunları görenlerin bulunduğu yüzde yüzdü. Öyleyken, kendi kişisel meselelerinden başka şeyleri yalanlamak, doğrulamak adet olmamıştı. Okumuş vatandaşlarının yüzde ölçüsü çok düşük olan memlekette; galiba basılmış yazıya bir çeşit keramet konduruluyor, “hikmetinden sual etmeyi” kimsecikler göze alamıyordu. Gazetecilik bu bakımdan henüz en rahat mesleklerden sayılabilirdi.
Belki de bu sebepten, Kâmil Bey tanıştığı gazetecilerde, genellikle yazarlarda Avrupa’daki örneklerine benzemeyen gariplikler gördü.
Bunlar, babayani kılıklarına, bol keselerinde hiç yaraşmayacak derecede kibirli, insanı kederden mahvedecek kadar kişiliklerine bağlanmış, güzel konuşur, zeki adamcağızlardı. Olaylar karşısında öyle yüksekten atmaları, eleştirilerinde öyle kıyıcılıkları vardı ki, Kâmil Bey, kendisini bir baskın sonucu, hiç beklenmedik sırada iktidarı kaybederek memleketten kaçmak zorunda kalmış yeni politikacıların karşısında sanıyordu.
Kendi eserlerinden başka hiç bir şey güzel, doğru, iyi değildi. Oysa zaman zaman, kendi eserlerinde hatta kendi kendileriyle çelişmeye düştüklerini bile saklamıyorlardı. Fırsat verilse, memleketi, hatta bütün dünyayı birkaç günde düzeltecek fikirleri ileri sürdükleri halde, kravatlarını düzeltmekten güçsüzdürler. İlk tanışmada ilk işleri kirpi gibi dikenlerini uzatmak, atıp tutmak, kişiliklerini daha değerli göstermeye çabalamaktı.
Kâmil Bey bunların birçoğuyla dost olmak şöyle kalsın, şöylece ahbaplık etmenin bile ne kadar zor olduğunu pek kısa zamanda anlamıştı.
Bir şeyden korkuyor gibiydiler. Birisi, ruhlarından, akıllarından, bir büyük parçayı, dostluğu kullanarak sanki çalıverecekti. Onları daha yakından tanıdıkça, kişiliklerine bu kadar gömülüp boğulmak kertelerine gelmiş bu kuşkulu, bahtsız insanların nasıl olup da yazı yazdıklarına, yani, duygularıyla düşüncelerini, kıskançlıklarını yenip nasıl meydana vurduklarına şaşmamak elden gelmiyordu.
Buluttan nem kapıyorlar, yırtıcılar gibi bir saniyede dostluktan düşmanlığa, kıyıcılıktan acımaya inip çıkıyorlardı. Aslına bakılırsa bu da işin dış tarafını, dış tarafının bir küçük parçasını göstermekteydi. Birbirleri için en ağıza alınmaz yazılar yazdıkları, kalplerini en tamir edilmez yerinden, sanatkâr gururlarından kırdıkları oluyordu. Okuyanlar, “bunlar artık imkânı yok yüz yüze gelemezler” kararına henüz varmadan, hangisi erken sarhoş olursa hemen ötekine koşuyor, ağlaya ağlaya boynuna sarılarak af diliyordu.
Kâmil Bey bu cins yazarları, huysuz, şımarık, hastalıklı çocuklara benzetti. İlk zamanlar, bunların arasında kendisini ruhça, bedence sıhhatli bulduğu için bir acayip utanma duydu.
Missisipi ile Amazon nehirlerinden hangisinin daha uzun, hangisinin daha geniş olduğunu belki bilmiyorlardı ama, kendilerine göre de bilgileri şaşırtıcıydı. Sözgelimi içlerinde Mesnevi’yi şairinden daha doğru, daha mantıklı açıklayanalar, Fransızcayı Voltaire’den iyi söyleyip yazanlar, Hegel’den önceki dünyada bütün fikir akımlarını, filozoflarının hayatlarıyla ezberleyenler vardı.
Bunları dinlemek, bilgisizliğin derinliğini gösterdiğinden insanın korku ile başını döndürüyor, fakat sistemsizliklerindeki karışıklık, bilgilerini sindirememişlik de aynı baş dönmesini veriyordu.
En büyük şairlerden birisini bir hafta hastalandırmak için, önünde bir başka şairi övmek, kısa boylu bir romancıyı aylarca çalışamaz hale getirmek için “bücür” kelimesini ağızdan kaçırmak yeterdi.
Kâmil Bey, bıyıklarına rağmen erkek elbisesi giymiş sevimli bir kocakarıya benzeyen Hüseyin Rahmi’yi nâzır olduğu halde, kundurasının bağlarında birkaç düğüm bulunan Rıza Tevfik’i, yazdığı anılarındaki çekingen, pısırık çocukla hiç bir ilintisi bulunmayan babacan Ahmet Rasim’i de tanıdı.
Bunlar geniş bilgi bakımından belki ötekilerden biraz üstündüler. Fakat içinde yaşadıkları çökmüş memleketin etkisiyle yenilgiyi değişmez kader olarak kabul etmiş yılgın bir halleri vardı. Millete güvenmeyi hiç bir zaman denememiş, henüz bir milletin varlığından haberleri olamamış bütün aydınlar gibi, her biri kendilerini teker teker vuruşup, teker teker yenilmiş sayıyor, bir daha kalkarak yeniden başlamaya cesaret bulamıyordu.
Çöken imparatorluk, aydınlarını da uçuruma beraber sürüklemekteydi.
* * *
Kemal Tahir, Esir Şehrin İnsanları, Sayfa: 175-180, Sander Yayınları
Kemal Tahir’in Yaşam Öyküsü
?İki çeşit insanla konuşmağa doyulmaz.
Ya hakikaten basit, yahut da, hakikaten alim olmalı.?
15 Nisan 1910?da İstanbul?da doğdu. 21 Nisan 1973’te İstanbul?da yaşamını yitirdi. Asıl ismi Kemal Tahir Demir. Deniz yüzbaşı olan babası, Sultan II. Abdulhamid?in yaverlerinden. Babasının görevleri nedeniyle ilk eğitimini Türkiye’nin çeşitli yerlerinde tamamladı. 1923’te İstanbul Kasımpaşa?daki Cezayirli Hasan Paşa Rüştiyesi?nde mezun oldu. Galatasaray Lisesi?nde 10’uncu sınıftayken öğrenimini yarıda bıraktı. Avukat katipliği, Zonguldak Kömür İşletmeleri?nde ambar memurluğu yaptı. İstanbul?da Vakit, Haber, Son Posta gazetelerinde düzeltmenlik, röportaj yazarlığı, çevirmenlik yaptı. Yedigün, Karikatür dergilerinde sayfa sekreteri oldu. Karagöz gazetesinde başyazarlık, Tan gazetesinde yazı işleri müdürlüğü yaptı. 1938’de Nâzım Hikmet?le beraber
Donanma Komutanlığı Askeri Mahkemesi?nde “askeri isyana teşvik” suçlamasıyla yargılandı. 15 yıl hapse mahkum oldu. Çankırı, Çorum, Kırşehir, Malatya ve Nevşehir cezaevlerinde yattı. 12 yıl sonra 1950?de genel afla özgürlüğüne kavuştu.İstanbul?a döndükten sonra bir süre İzmir Ticaret gazetesinin İstanbul temsilciliğini görevinde bulundu. “Körduman”, “Bedri Eser”, “Samim Aşkın”, “F. M. İkinci”, “Nurettin Demir”, “Ali Gıcırlı” gibi takma isimlerle gazetelere tefrika aşk ve macera romanları, senaryolar yazdı. Fransızca çeviriler yaptı. 6-7 Eylül olayları sırasında tekrar gözaltına alındı. Harbiye Cezaevi?nde 6 ay yattı. Çıktıktan sonra 14 ay kadar Aziz Nesin’le birlikte kurdukları Düşün Yayınevi?ni yönetti.
Edebiyata şiirle başladı. İlk şiirleri 1931’de “İçtihad” dergisinde yayınlandı. Yeni Kültür, arkadaşlarıya birlikte kurdukları “Geçit”, Var, Ses dergilerinde şiirleri çıktı. İlk önemli eseri olan 4 bölümlük “Göl İnsanları” uzun öyküsü Tan gazetesinde tefrika olarak yayınlandı, 1955’te basıldı. Yine 1955’te basılan “Sağırdere” romanıyla adını duyurdu. İstanbul’u bir çerçeve gibi alıp halkın Osmanlılıktan Cumhuriyet’e geçişini incelediği “şehir romanları” dizisinin ilk kitabı “Esir Şehrin İnsanları” 1956’da yayınlandı. Bu kitapta Mütareke dönemi İstanbul’unu anlattı. Dizinin diğer kitabı olan “Esir Şehrin Mahpusu” 1961’de, “Hür Şehrin İnsanları” 1976’da basıldı.İlk kitaplarında daha çok köy ve köylü sorunlarına eğildi. Daha sonra Türk tarihinin ve özellikle yakın tarihin olaylarını ele aldı.
“Devlet Ana”da, kuruluş sürecindeki Osmanlı toplumu ve yönetim sistemini, “Kurt Kanunu”da Atatürk’e karşı düzenlenmek istenen İzmir suikastini, “Rahmet Yolları Kesti” ve “Yedi Çınar Yaylası”nda ağalık kurumu ve eşkıyalık olgusunu inceledi. “Yorgun Savaşçı”da Anadolu’daki başsız, öndersiz yurtsever güçlerin birleşip Ulusal Kurtuluş Savaşı’na başlamasına kadar geçen dönemi anlattı. “Bozkırdaki Çekirdek”te de köy enstitüleri üzerinde durdu.
Kemal Tahir’in düşüncelerindeki çıkış noktası Marksist görüş ile Türkiye gerçeği arasındaki bağlantı sorunuydu.
Siyasi eylemlere de katılmış bir yazar olarak, Marks ve Engels’in Doğu toplumlarıyla ilgili görüşlerini araştırdı. Cumhuriyet dönemi resmi ideolojilerinin dışında kalan Ömer Lütfi Berkan, Mustafa Akdağ, Halil İnalcık, Niyazi Berkes, Şerif Mardin gibi bilim adamlarının eserlerini de inceledi. Vardığı sonuca göre, Osmanlı toplumu, Marksizm’in toplumların sosyo-ekonomik süreçte birbirini izleyen zorunlu aşamalar olarak gördüğü ilkel topluluk-kölecilik-feodalite-kapitalizm sürecinde yer almaz. Kendi kültürel ve sosyal yapısından kaynaklanan çok daha özel bir gelişme süreci, dinamikleri ile yapısal farklılıkları vardır. Bu nedenle Batılılaşma, gerekli altyapısı olmayan bir topluma, soyut ve biçimsel bir üstyapı getirme çabasından başka birşey değildir. Köklü bir ekonomik ve toplumsal devrim yapılmadan başlatılan tepeden inme uygulamalar taklitçiliktir. Bu ana fikir çerçevisinde “Devlet Ana”da Osmanlı toplumunun kölecilik ve feodalizmden çok farklı ve insancıl bir temel üzerine kurulduğunu anlatmayı amaçladı. Toplumsal gerçekçi çizgide sürdürdüğü yazarlık yaşamında eserlerinde yalın bir dil kullandı. Diyaloglarla zengileştirdi, karizmatik karakterler yarattı. En üretken romancılarımızdan biri oldu.
ESERLERİ
ROMAN:
Sağırdere (1955)
Esir Şehrin İnsanları (1956)
Körduman (1957)
Rahmet Yolları Kesti (1957)
Yedi Çınar Yaylası (1958)
Köyün Kamburu (1959)
Esir Şehrin Mahpusu (1961)
Bozkırdaki Çekirdek (1962)
Kelleci Memet (1962)
Yorgun Savaşçı (1965)
Devlet Ana (1967)
Kurt Kanunu (1969)
Büyük Mal (1970)
Yol Ayrımı (1971)
Namusçular (1974)
Karılar Koğuşu (1974)
Hür Şehrin İnsanları (1976)
Damağacı (1977)
Bir Mülkiyet Kalesi (1977)
ÖYKÜ:
Göl İnsanları (1955)
NOTLAR:
Kemal Tahir?in Notları
MEKTUP:
Kemal Tahir’den Fatma İrfan’a Mektuplar (1979)
ÖDÜLLERİ
1960 Dost dergisi anketi: Yılın en iyi romancısı
1967-1968 Yunus Nadi Roman Armağanı Yorgun Savaşçı
1968 Türk Dil Kurumu Roman Ödülü Devlet Ana