Kendiliğindenlik ve Örgütlenme Üzerine – Murray Bookchin

Özeylemlilik olmaksızın özyönetime dayalı bir toplum olmaz. Aslında, devrim en ileri biçimiyle özeylemliliktir: Sokakların, toprağın, fabrikanın özerk halkın eline geçtiği noktaya taşınan doğrudan eylem.

Bu bilinç düzenine ulaşılıncaya kadar, bilinç, en azından toplumsal düzeyde, kitle bilinci, elit manipülasyonun nesnesi olarak kalır.

Eşgüdümün olmaması ya da başarılamaması; aslında, etkin karşı-devrimin hep mümkün olması, sırf “teknik yönetim” sorunundan daha temel bir konuyu öne çıkarır. İlerlemiş, ancak özünde olgunlaşmamış devrimlerin başarısız olmalarının birincil nedeni, bunların en radikal unsurların tarihsel bir hak olarak gördükleri toplumun genel çıkarını pekiştirecek maddi temelden yoksun olmalarıydı.

Büyük burjuva devrimleri, zamanları için tamamen yeterli olduklarından, “teknik olarak” başarısız (yani, gücü radikal” hayalci terörist”lere kaptırmış) göründükleri yerlerde bile toplumsal olarak başarı kazandılar. Ne ordu ne de mutlakıyetçi toplumun kurumları darbelere dayanabildiler. En azından, başlarda, bu devrimler, hemen hemen tüm toplumsal sınıfları aristokrasi ve monarşiye karşı birleştirerek, hatta aristokrasi içinde bölücülük yaparak “genel irade”nin bir ifadesi olarak ortaya çıktılar. Buna karşın, tüm “proleter devrimler” başarısız kaldılar; çünkü teknolojik dayanakları, tahakküm altındakilerin tahakkümü nihai olarak yok edebilecekleri tek zemin olan “genel irade”nin maddi olarak pekiştirilmesi için yetersizdi. Bu yüzden. Ekim Devrimi, Leninist, Troçkist ve Stalinist mit aksini söylese de “teknik olarak” başarılı olmakla birlikte toplumsal bakımdan başarısızlığa uğradı; aynı şey Asya ve Latin Amerika’daki “sosyalist devrimler” için de geçerlidir.

Radikal unsurların geçmiş devrimlerinin son tahlilde başarısızlığa uğraması örgütlenme ihtiyacı yüzünden değil, tüm önceki toplumların ihtiyacın örgütlenmiş sistemleri olmaları yüzündendir.

Vurgulanması gereken, yalnızca yerleşik kurum ve değerlerin otoritesini değil, genelde otoriteyi yavaş yavaş tehdit eden yeni bir Aydınlanma’ya (Büyük Fransız Devrimi’nden önceki elli yıllık aydınlanma döneminden daha da kapsamlı) tanık olduğumuz gerçeğidir. Entelijensiya, orta sınıflar ve gençlikten, genel olarak toplumun tüm tabakalarına sızan bu Aydınlanma pederşahi aileyi, baskıcı toplumsallaştırmanın örgütlü bir sistemi olarak okulu, devlet kurumlarını ve fabrika hiyerarşisini de zayıflatıyor. Çalışma etiğini, mülkiyetin kutsallığını, suçun doğasını ve içsel olarak her bireyin potansiyellerini ve hazlarını tam gerçekleştirme hakkını inkâr eden feragati aşındırıyor. Aslında, tarihin mahkemesinin huzuruna çıkan artık yalnızca kapitalizm değil, aynı zamanda binlerce yıldır bireyi zapturapt altına alan tahakküm mirası, Devleti adeta bilinç dışı yaşantımız yapan tahakkümün “ilk örnekleri”dir.

Kendiliğindenlik öylesine oluşan davranış ve duygu da değildir. Kendiliğindenlik, dış yaptırımdan, dayatılan kısıtlamadan uzak davranış, duygu ve düşüncedir.

Kendiliğindenlik örgütlenmeyi ve yapılaşmayı engellemez. Aksine, kendiliğindenlik hiyerarşik olmayan örgütlenme biçimleri, gerçekten organik, kendi kendini yaratmış ve iradeye dayalı biçimler üretir.

Günümüz yetişkinlerinin geniş deneyimlerine devrimci bir anlam kazandırma anlamında genç insanlardan ‘daha bilgili, daha kavrayışlı ve daha deneyimli’ olduklarına kesinlikle inanmıyorum. Aksine, mevcut toplum içinde çoğu yetişkin zihinsel olarak budalaca yanlışların kucağına düşmüştür ve gerçekten bir şeyler öğreneceklerse, bildiklerini unutma sürecinden geçmeleri zorunludur.

Devrimcilerin sorumluluğu devrim “yapmak” değil, başkalarının devrimci olmalarına yardım etmektir. Bu etkinlik ancak birey olarak devrimcinin kendini yeniden yapmaya girişmesiyle başlar. Kuşkusuz, böylesi bir görev kişisel bir boşlukta üstlenilemez; sevgi dolu ve karşılıklı yardımlaşma yanlısı olan benzer türden öteki insanlarla girilen varoluşsal ilişkileri önvarsayar. Devrimci örgüt kavramı anarşist ilişki grubunun dayanağını oluşturur. Bir ilişki grubunun üyeleri kendilerini, etkinlikleri ve yapılanmaları, Josef Weber’in sözleriyle, “herkes için şeffaf” olan kız ve erkek kardeşler olarak görürler. Bu tür gruplar elitler olarak değil, toplumsal olaylardaki katalizörler olarak işlev görürler; onlar kumanda mevkilerine yükselmeye değil, içinde faaliyet yürüttükleri geniş cemaatlerin mücadelesini ve bilincini yükseltmeye çalışırlar.

Geleneksel olarak, devrimci etkinlik büyük ölçüde devrimci hareketin entelektüel kadrolarının suçluluk duygusunu yansıtan “acı çekme”, “inkâr” ve “kurban etme” motifleriyle doludur. İronik bir biçimde, bu motifler hala var olmalarına bağlı olarak, “kitleler”in ortadan kaldırmaya çalıştığı yerleşik düzenin insanlık dışı özelliklerini yansıtırlar. Devrimci hareket (eğer bugün böyle bir şeyden söz edilebilirse), mevcut fiili durumu “yansıtır”; daha kötüsü, “kitleler”i kendi elleriyle devrimden sonra acı çekmeye, kurban olmaya ve inkâra koşullamasıdır. “Cumhuriyetçi erdem”in son moda versiyonunun aksine, anarşist ilişki grupları devrimin yalnızca rasyonel değil, aynı zamanda neşeli, duygulu ve estetik yanlarını da olumlamaktadır. Onlara göre, devrim yalnızca kurulu düzene bir saldırı değil, aynı zamanda sokaklardaki bir şenliktir. Devrim toplumsal zemine çekilen ve evrenselleştirilen bir arzudur, Ciddi tehlikeleri, trajedileri ve acıları elbette vardır ama bunlar pişmanlığın ve ölümün değil, doğumun ve yeni hayatın tehlikeleri, trajedileri ve acılarıdır. İlişki grupları, yalnızca bu görüşü savunan bir devrimci hareketin yeni halk duyarlılığına denk düşen o “devrimci propaganda”yı yürütebileceğini kabul eder; bu, bir Daumier, bir John Milton ve bir John Lennon anlamında sanat olan bir “propaganda”dır. Aslında, hakikat bugün ancak sanat olarak, sanat da ancak hakikat olarak var olabilir.

Devrimci bir hareketin gelişmesi, Amerika’da böylesi ilişki grupları, komünler ve kolektiflerin, kentlerde, taşrada, okullar ve fabrikalarda, boy vermesini getirecektir. Bu gruplar, yaşamın ve deneyimin tüm yönleriyle ilgili, içten, âdemi merkezi oluşumlardır. Her grup son derece deneysel, yenilikçi ve bilinçte olduğu kadar yaşam tarzlarındaki değişmelere duyarlı olacaktır; her biri öyle oluşacaktır ki, kolayca insanlar tarafından yaratılmış devrimci kurumların içine karışabilecek ve ayrı bir toplumsal çıkar grubu olmaktan feragat edebilecektir. Nihayet, her biri, geleneksel “sol”da yansıyan verili dünyayı değil, özgürlükçü oluşumlar olabildiğince en iyi biçimde yansıtmaya çalışacaktır. Aslında, her biri toplumu dönüştürmek ve bugünü geleceğin hizmetine sokmak için bir enerji merkezi oluşturacaktır.

Böylesi gruplar, özerkliklerinden ya da eşsiz oluşlarından feragat etmeksizin, bölgesel ve ihtiyaç duyulduğunda ulusal düzeyde ilişki ağları, federasyonlar ve iletişim sistemi kurabilirler. Bunlar, elitler tarafından toplumsal durumlara yakıştırılan yapay gruplar değil, yaşayan sorunlar ve arzulardan boy veren organik gruplardır. Bunlar, tek bağı “programatik uzlaşma” ve amirlerle üst organlara itaat olan kadrolardan oluşmuş bir örgütlenmeye de hoşgörüyle bakmazlar.

Verili toplumla gelecek arasındaki uçurumu kapatma eğilimi doğası gereği tehlikelidir. Devrim, yalnızca yerleşik toplumsal düzenden değil, onun beslediği psişe ve zihniyetten de bir kopuştur. İşçiler, öğrenciler, çiftçiler, entelektüeller, aslında potansiyel olarak devrimci tüm tabakalar, devrimci bit devinime girdiklerinde, yalnızca soyut bir toplum ideolojisinden değil, kendilerinden de kelimenin gerçek anlamında koparlar. Ve bu kopuşu gerçekleştirene kadar, devrimci değildirler. Bu tabakaları “geçiş programı” ya da benzerleri ile massetmeye girişen kendine has bir “devrimci” hareket yanlış gerekçelerle onların desteğini ve katılımını kazanacaktır. Buna karşılık, hareket boşu boşuna massetmeye çalıştığı halk tarafından biçimlendirilecektir; yoksa halk hareket tarafından değil. Diyelim ki, bugün devrimci olan insanların sayısı azdır; dahası, diyelim ki, bugün halkın büyük çoğunluğu hayat değil, hayatta kalma sorunları ile meşguldür. Ancak onları hayatın sorunlarına ve dolayısıyla devrimci eyleme yönelmekten geri tutan özellikle bu hayatta kalma ve beraberinde getirdiği ihtiyaçlar kadar değerlerle de meşgul oluştur. Var olan düzenden kopuş ancak hayatın sorunları hayatta kalma sorunlarını süzüp massettiğinde; hayat bugün hayatta kalmanın bir önkoşulu olarak anlaşıldığında ve yalnızca hayatta kalma sorunlarıyla uğraşmak, “kitleler”den oluşacak bir “kitle” örgütü yaratmak gibi hayat sorunları reddedilmediğinde başarılacaktır.

Başlangıçta, hareket halindeki insanlar nüfusun azınlığı olabilir; elbette, az sayıda, ‘sıkı disiplinli”, merkezi ve hareketli seçkinler değil, halkın oluşturduğu, kendiliğinden belli bir azınlık. Çoğunluğun rıza göstermesi kendi başına artık yerleşik düzeni savunmayacağı anlamına gelebilir. Yönetici kurumları desteklemek için eylemde bulunmayı reddederek “eyleme geçmiş” olabilir; yani, yöneten sınıfa sadakat göstermeyi reddederek, yönetici sınıfın güçsüz bırakılıp bırakılamayacağını belirlemek için “bekle ve gör” tavrı içinde olabilir. Ancak edilgenliğiyle durumu sınadıktan sonra açık eyleme geçebilir ve o zaman hızla ve etkili bir biçimde, inanılmayacak kadar kısa bir sürede, oluşumu yüzlerce yılı bulmuş değerleri, ilişkileri, tutumları ve kurumları sarsar.

Amerika’da, çarpık hedeflerle iş gören her örgütlü” devrimci” hareket, hiç hareket olmamasından çok daha kötüdür. “Sol”, şimdiden, karşı-kültüre, kadın özgürlük hareketine ve öğrenci hareketine korkutucu zararlar vermiştir. Abartılı iddiaları, insanlıktan çıkarıcı davranışları ve manipüle edici pratikleri ile “sol” mevcut ahlaki çöküntüye muazzam katkılar yapmaktadır.

Benlik sadece dışsal “ötekiler”den ayrılabilen bir ego değildir; ötekilere hâkim olmayı ve onları boyunduruk altına sokmayı gözeten bir egodur. Özne/nesne ilişkisi, öznelliği tahakkümün, nesneler üzerinde tahakkümün ve diğer özneleri nesnelere indirgemenin bir işlevi olarak tanımlar.

Marx’ın, Hegel’den aldığı bir nosyon olan, emek sürecini öz-tanımlama tarzı olarak tanımlaması açık olarak el koymacı ve örtük olarak sömürücüdür. İnsan kendini dünyayı değiştirerek oluşturur: Ona el koyar ve “ihtiyaçlar”ına göre biçim verir, böylelikle kendi emeğinin nesnelerinde kendini yansıtır, maddileştirir ve gerçekleştirir. Bu insanın kendini tanımlaması kavrayışı, Marx’ın tüm tarihsel materyalizm teorisi için kalkış noktasıdır. Marx, Alman İdeolojisi’nin meşhur bir pasajında, “İnsanlar hayvanlardan bilinçleri, dinleri ya da başka özellikleriyle ayrılabilirler. Kendilerini ise hayvanlardan kendi yaşama araçlarını üretmeye başlar başlamaz ayırmaya başlarlar… Bireyler yaşamlarını ifade ettikçe, birey olurlar. Ne oldukları, bundan dolayı, üretimleriyle, hem ne ürettikleri hem de nasıl ürettikleriyle, örtüşür. Bireylerin doğası sonuçta üretimlerini belirleyen maddi koşullara bağlıdır.”

Bağımlılık daima vardır. Gelgelelim, nasıl ve niçin var olduğu tahakküm ile tamamlayıcılık arasındaki her tür ayrıma ilişkin bir anlayışa bağlı olacaktır. Çocuklar en temel fizyolojik ihtiyaçlarını karşılamak için daima yetişkinlere bağımlı olacaktır ve gençler bilgi ve deneyimin güvencesi için daima kendilerinden daha yaşlıların yardımına gerek duyacaklardır. Benzer biçimde, yaşlı kuşaklar toplumun yeniden üretimi ve araştırmayla deneyime yönelik taze bakışların yarattığı eylem dürtüleri için gençlere bağımlı olacaktır. Hiyerarşik toplumda, bağımlılık normal olarak boyun eğdirmeyi ve ötekinin benliğini inkârı doğurur. Yaş, cinsiyet, çalışma tarzı, bilgi düzeyi, entelektüel, sanatsal ve duygusal eğilim, fiziksel görünüş farklılıkları; yani, sonuçta karşılıklı ilişkileri ve bağlılıkları besleyen bir dağılım doğurabilecek tüm bu geniş çeşitlilikler kümesi nesnel olarak, kumanda ve itaate, üst ve alta, haklar ve ödevlere, ayrıcalıklara ve yoksunluklara göre yeniden bir araya getirilir.

Burjuva toplumu, tüm toplumsal bağları bir meta ilişkisi seviyesine düşürerek ve tüm üretken etkinlikleri” kendi için üretime’ indirgeyerek, hiyerarşik bakış açısını doğal dünyayla mutlak bir uzlaşmazlık noktasına taşıdı. Bu bakış açısının ve ürettiği çeşitli çalışma biçimlerinin teknolojide inanılmaz ilerlemeler yaratmış olduklarını söylemek kesinlikle doğru olsa da, bu ilerlemelerin, insanlıkla doğa arasındaki çatışmaların yaşamın doğal temellerinin tehlikeli bir biçimde dengede durduğu bir noktaya getirildikleri ortadadır. Hiyerarşik toplumun ortaya çıkardığı kurumlar artık tarihsel sınırlarına ulaşmaktadır. Bir zamanlar teknik ilerlemeyi destekleyen toplumsal birimler şimdi artık ekolojik dengeyi en çok zorlayan güçler haline gelmiştir. Pederşahi aile, sınıf sistemi, kent ve devlet kendi içinde çöküyor; daha kötüsü, muazzam toplumsal dağılma ve çatışma kaynakları haline geliyorlar. Başka bir yerde değindiğim gibi, üretim araçları tahakküm araçları olarak kullanılamayacak kadar başa çıkılmaz hale geliyor. Defedilmek zorunda olan tahakkümün kendisidir ve de tahakkümle birlikte deneyime ilişkin hiyerarşik bakışı ayakta tutan tarihsel miras.

Toplumsal bir konu olarak ekolojinin öne çıkması bize, toplum içindeki ve toplumla doğa arasındaki çatlakların kapandığı bir toplumun, organik bir toplumun sorunlarına yeniden dönüyor olduğumuzu gösterir. Karşı-kültürün esin bulmak için Kızılderili ve Asya yaşam perspektiflerine yönelmesi hiç de tesadüf değildir. Arkaik mitler, felsefeler ve dinlerin daha birleşik, organik dünyası yeniden canlılık kazandı; bunun tek nedeni yüzleştikleri konuların yeniden canlanmış olmasıdır.

Çevrecilik insani ortamın, kısaca, insanların “doğal kaynaklar” ve “kentsel kaynaklar” denen şeylerin bir toplamından yararlandıkları pasif bir ortamın hizmet kapasitesiyle ilgilidir. Kendi başlarına alındığında, çevresel konular, kent planlamacılarının, mühendislerin, hekimlerin, hukukçuların ve sosyalistlerin yararlandığı araççı düşünce tarzları ve yöntemlerinden daha geniş bir bilgeliğe gerek duymazlar. Ekoloji ise, aksine, sanatsal bir bilim ya da bilimsel sanat, en iyi halde de, bilimi ve sanatı tek bir sentezde birleştiren bir şiirdir. Her şeyden önce, doğal olduğu kadar toplumsal ve psikolojik de olan, tüm karşılıklı bağımlılıkları hiyerarşik olmayan bir tarzda yorumlayan bir bakıştır bu. Ekoloji, doğanın hiyerarşik bir görüşle yorumlanabileceği düşüncesine karşı çıkar. Dahası, çeşitlilik ve kendiliğinden gelişmenin kendi içinde amaçlar olduklarını ve buna göre saygı görmeleri gerektiğini olumlar. Ekolojinin “ekosistem yaklaşımı”na göre formüle edilmiş bu görüş, her yaşam biçiminin doğal dengede eşsiz bir yer tuttuğunu ve ekosistemden koparılmasının bütünün istikrarını bozacağını savunur. Doğal dünya, kendi haline olduğu gibi bırakıldığında, gezegeni, giderek zenginleşen yaşam biçimleriyle, yiyecek ağları ve yiyecek zincirleri biçiminde türler arasında giderek karmaşıklaşan karşılıklı ilişkilerle kuşatarak evrilir. Ekoloji “hayvanlar kıralı”nı tanımaz; tüm yaşam biçimlerinin biyolojik evrim sürecinde gün be gün çeşitlenen bir biyosferde yerleri vardır. Her bir ekosistem kendilerince çeşitlenmiş yaşam biçimlerinin eşsiz bir bütünlüğü olarak görülmelidir. İnsanlar da bütüne aittir, ancak sadece bütünün bir parçası olarak. İnsanlar bu bütünlüğe müdahale edebilir, hatta onu bilinçli olarak yönetmeye de çalışabilirler; yeter ki, toplumun olduğu kadar onun da yararına hareket edilsin. Ancak ona “hükmetmeye”, yani, talan etmeye çalıştıklarında, insanlar toplumsal yaşamın doğal dayanaklarını zayıflatma tehlikesine girerler.

Ekolojik bakış, hangi alana uygulanırsa uygulansın, çeşitlilik içinde birliği, yansız olarak karşılıklı var olan öğelerin bir yığıntısı olarak değil, farklı parçaları ahenk içinde bütünleştiren holistik bir dinamik bütünlük olarak görür.

Tarih bize o kurnazca oyununu oynuyor. Yeni çürütmeler yaratarak değil, yeni bir düzeyde toplumsal olanaklar yaratarak, dünün doğrularını bugünün yanlışlarına çeviriyor. Maddi sömürü alanından daha geniş bir tahakküm alanının olduğunu görmeye başlıyoruz. Sosyalist hareketin trajedisi, geçmişe çakılı bir halde, tahakküm yöntemlerini kullanarak bizi maddi sömürü den kurtarmaya çalışmasıdır.

En ileri sınıf bilinci biçiminin özbilinç olduğunu görmeye başlıyoruz. Sosyalist hareketin trajedisi, sınıf bilincini özbilincin karşısına koyması ve ben’in “bireycilik” olarak; özyönetime dayalı, en ileri kolektiflik biçimini doğurabilecek bir ben olarak ortaya çıkışına karşı durmasıdır.

Kendiliğindenliğin kendi özgürlükçü toplumsal örgütlenme biçimlerini doğurduğunu görmeye başlıyoruz. Sosyalist hareketin trajedisi, kendiliğindenliğin örgütlenmesine karşı çıkması ve toplumsal süreci politik ve örgütsel araççılıkta massetmeye çalışmasıdır. Genel çıkarın kıtlık-sonrası bir teknoloji tarafından yapılan bir devrimin ardından şimdi gözetilebileceğini görmeye başlıyoruz. Sosyalist hareketin trajedisi, proletaryanın tikel çıkarını bir bütün olarak tahakküm altındakilerin -tüm ezilen kesimler, cinsler, yaşlar ve etnik gruplar- yükselen genel çıkarları karşısında gözetmesidir.

Daima yeninin, dünyanın gelişmesiyle olgunlaşan potansiyellerin ve onlarla ortaya çıkan yeni vizyonların arayışında olmalıyız. “Gerçekçilik” adına yeniye ve potansiyele gözlerini kapatan bir yaklaşım zaten şimdiyle olan ilişkisini yitirmiştir, çünkü şimdi her zaman gelecekle koşullanmıştır. Gerçek gelişme ardışık değil, birikimseldir; olayların art arda dizilmesi değil, büyümedir. Yeni her zaman şimdiye ve geçmişe somutluk kazandırır, ancak bunu daha büyük bir bütünün parçaları olarak yeni biçimlerde ve yeterlilikle yapar.

Murray Bookchin

Ekolojik Bir Topluma Doğru
Ayrıntı Yayınları

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here