Antakya Mozaik Müzesi’nde sergilenen bir lahtin kapağının üstünde, uzanmış bir karıkocayı gösteren resim vardır. Lahit kapağının kenarı da kitap sırtı şeklindedir. Benim için, aydın bir insanla yapılan her sohbet bir satranç oyunudur. Prof. Dr. Haluk Abbasoğlu böyle bir sohbet esnasında bu bilgiyi oyuna sürdüğünde, ben de Benjamin Franklin hakkındaki şu bilgiyi hamleye dönüştürmüştüm: Paratonerin mucidi öldüğünde, mezar taşına konulması için bir yazı hazırlar ama ne yazık ki dileği gerçekleşmez.
Franklin’in kaleme aldığı yazı şöyledir:
Burada yatan beden B. Franklin, yayımcıya ait.
Eski bir kitabın kapağı gibi içi boşaltılmış
Yazılarından ve yaldızlarından kalanlar
Burada yatıyor, solucanlara gıda.
Ama bu yapıt, kaybolacak değil,
O inanıyor ki, Bir kez daha yayımlanacak
Daha yeni, daha güzel bir baskı çıkacak
Düzeltilmiş ve geliştirilmiş
Yazarı tarafından.
Arkeolog Abbasoğlu’yla kitap ve mezar konulu konuşmamızın ardından, mezar taşımı bir kitap şeklinde düşünmeye başladım: Kitabın kapağında adım, soyadım, doğum ve ölüm tarihlerim yazılı, ama ortalarından bir yerinden bir ayraç mezara doğru sarkıyor … Sanki geride okunacak sayfalar kalmış gibi!..
Önemli olan, mezarlıklardaki taşların kitaba benzemesi değil, kütüphanelerin mezarlıklara dönüşmemesidir. Bu konuda, 21 Şubat 1937 tarihli Tan gazetesinde çıkan bir yazı vardır. Söz konusu yazıda, adını vermeyen yazar, Beyazıt Kütüphanesi’ne gittiğini ama günlerden pazartesi olduğu için kapalı olduğundan şikayet eder. Ertesi gün kütüphaneye yeniden giden yazar, kütüphanenin salı günleri de öğleden sonra kapalı olduğunu öğrenince çaresiz geri döner.
Beyazıt Kütüphanesi çarşamba günü açıktır! Yazar, raflardaki kitapların yerlerini gösteren tek bir katalog olduğundan, herkesin o katalog önünde sıra beklediğinden ve bu esnada bir saate yakın zaman kaybettiğinden yakınır ve kitabı alıp okumaya başlayınca çok geçmeden görevlilerin saat dört olduğunu söyleyerek, sandalyeleri ters çevirdiklerini belirtir! Her ne kadar adını yazmamış olsa da, kendisinin Nazım Hikmet olduğunu bildiğimiz yazar, Kolombiya’da kütüphanelerin gece yarısına kadar açık olduğu bilgisini verdikten sonra baklayı ağzından çıkarır: “Kütüphaneler, medeni milletlerin kilise yanında yükselen yeni mabetleridir. Kilisenin ruhunu, kilisenin halka verdiği afyonu ancak bu mabetler teşhir edecektir. Günün saat dördünde paydos eden ilim, ilim anasını, ilim ve teknik memleketini doğuramaz.”
Beyazıt Kütüphanesi, müdürlüğünü “Saip Hoca “nın yaptığı 1939 yılına kadar “Kedili Kütüphane” olarak bilinir. Bahçesinde ve içinde neredeyse semtin tüm sokak kedilerinin bakıldığı kütüphanenin bu özelliğinin tanıklarından biri de Nazım Hikmet’tir: “Güvercinler Beyazıt Camii’nin avlusunda halkın merhametine sığındığı gibi, kediler de Beyazıt Kütüphanesi’ndeki şefkate sığınmışlar. Kütüphanenin her tarafında on-on beş kedi var … Sıcak sobanın önüne serilmiş baygın yatıyorlar. Kimisi kütüphane raflarının üstüne çıkmış uyuyor … “
Kütüphanede kalan “Hacı Ali Efendi” adlı bir vatandaş, her sabah kapının önüne güvercinler ve kuşlar için birer kap su koymaktadır. Yüz yaşından yukarı olduğu söylenen Hacı Ali Efendi’nin uyuduğunu gören yoktur. Kütüphanede yaşayan bu esrarengiz adam sayesinde çatıdaki kurşunların çalınmadığı, İstanbullular arasında dilden dile anlatılır. Hacı Ali Efendi, Beyazıt Kütüphanesi’nin kapısının önüne koyduğu küçük bir tezgahta gün boyu ayakkabı tamir etmekte ve boyamaktadır!
Kitap, ölüm ve ayakkabı … Saraybosna’nın bombalandığı, Sırp nişancıların, evlerinde tuvaletlerini yapan çocukları bile acımasızca öldürdüğü 1990’lı yıllarda, bu üç sözcüğün geçtiği bir öykü efsane gibi yayılarak insanlık direnişinin sembolü olur:
Soğuk bir kış gününde, Saraybosna’ya kar beyazı, yanan. binalardan yükselen kara duman ve kan rengi hakimdir … Ekmek ve yemek kuyruklarının önünde, battaniyelere sarılmış, çoğu hasta bir yığın insan görürüz … Saraybosnalıların birbirleriyle haberleştiği ve sohbet ettiği tek yer bu kuyruklardır. ..
Sıranın kendilerine gelmesini beklerken konuşan insanlar arasında bir grup, şair olan arkadaşlarını günlerdir görmediklerinden, ekmek ve yemek almak için gelmediğinden yakınır … Ertesi gün de arkadaşlarını göremeyince, yolda keskin Sırp nişancılar tarafından öldürülmeyi göze alarak evine gitmeye karar verirler.
Saraybosna sokaklarında ölümle köşe kapmaca oynayarak, şair arkadaşlarının evine ulaşmayı zor da olsa başarırlar. Binanın dış cephesi atılan kurşunlarla delik deşiktir … Şairin kapısını uzun uzun çalarlar ama açan olmaz. Kapıyı kırmaya karar vererek, hep birlikte omuzlarıyla yüklenirler … Arkadaşları, kapının neden açılmadığını öğrenir; şair donarak ölmüştür!
Şairin önünde bir kül yığını vardır; ısınmak için evde bulduğu pek çok eşyayı yakmıştır. Birden, ayaklarının çıplak olduğunu görürler … Külü karıştırınca da yarısı yanmış bir ayakkabı tabanı bulurlar. ..
O an, hepsinin bakışı odanın tüm duvarını kaplayan kütüphaneye yönelir. Kütüphanedeki tüm kitaplar yerinde durmaktadır. Rafların hiçbirinde, bir tek kitap alındığında, bir çocuğun çekilen ön dişinin boşluğu gibi duran karartı yoktur.
Şair, ayakkabıları yakmış ama bir kitabını bile ateşe atmaya kıyamamıştır!
SUNAY AKIN
Bir Çift Ayakkabı
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları