Küresel kriz ve direnme hakkı, neoliberal biyopolitikalar ve doğrudan demokrasi, entelektüellerin sorumluluğu ve çokluğun şiiri hakkında bir kitap bu. Costas Douzinas Yunanistan örneğinden yola çıkarak birbiri ardına patlak veren protesto, ayaklanma ve devrimlerin siyaset manzarasını kökten değiştirdiğini öne sürüyor. Bu yeni siyaset direnme dürtüsünün, insan ruhunun o kalıcı özelliğinin son örneği.
Avrupa Birliği ve IMF, kriz zamanlarında toplumu yeniden inşa etme koşullarını sınamak için Yunanistan’ı kobay olarak kullandı. Ancak çeşitli direnişler bu deneyin nesnesini bir siyasi özne haline getirdi ve böylece seçkinlerin planları altüst oldu: Demokrasi fikri ve demokrasinin sınırları doğduğu yerde yeniden tanımlanıyor!
OKUMA PARÇASI
Türkçe Basım İçin Önsöz, s. 11-14
2003 zor bir sene oldu. Dünyanın dört bir yanındaki işgallerin çoğu bitmiş, meydanlar boşalmıştı; gazete ve dergiler “ortadan kaybolan” protestocularla ilgili haber ve hikâyelerle doluydu. 2011 ve 2012’ den, Arap Baharı, Puerta del Sol ve Syntagma ile zirve yaptıktan sonra, dünya sessizliğe gömüldü. Bir “direniş çağı”na girdiğimiz yolundaki iyimser tahminim biraz abes görünmeye başladı. Siyasetçiler, siyaset bilimciler ve köşe yazarları rahat bir nefes alabilirdi artık. Her şey aynı tas aynı hamamdı yine; ister işgal ve dayanışmanın kimilerinin mutlu anılarında kalan güzelliklerine dalarlardı, ister herkesi bekleyen karanlık ufuklara. Derken, Gezi Parkı oldu.
İşgalden, bir süredir Türkçe öğrenmek için İstanbul’da bulunan, Taksim’e yakın bir yerde yaşayan kızım sayesinde haberim oldu. Sosyal antropoloji doktorası için Türkiye’de saha çalışması yapacaktı. Ama meydan dolunca kursu bıraktı, Gezi’de kalarak ilerletti Türkçesini. Arkadaşlarımdan, öğrencilerimden ve meslektaşlarımdan aldığım haberler inanılmazdı. “İnanılmaz”, “bu bir mucize”, “daha bir gün önce biri kalkıp da böyle bir şey olacağını söylese, hadi canım ordan der geçerdim”. Dünyanın pek çok yerinde, meydanlardan ve caddelerden hep aynı şaşkınlık ve sevinç sözleri yükseldi, hep aynı kararlılık ifadeleri.
Gezi Parkı ve Türkiye’nin dört bir yanında patlak veren diğer işgaller, gazete yorumcularının ve Nuh Nebi’den kalma politikacıların mutat açıklamalarının ezberini bozuyordu. Direnişin, işgallerin ekonomik başarısızlığın, korkunç kemer sıkma politikalarının, insanların haysiyetine ve hayat standartlarına feci saldırıların yan etkileri olduğu söylenip duruyordu. Tunus, Kahire, Madrid ve Atina direniş ve işgalleri diktatörlüğün ve yoksulluğun bir sonucu olarak anlaşılabilirdi. Peki Türkiye – ve çok geçmeden Brezilya? Davos’un ve diğer dünya zirvelerinin müdavimleri Türkiye’yi modernleşme, küreselleşme ve neoliberalleşmenin büyük başarı hikâyesi olarak selamlıyordu. Gezi Parkı, sokaktaki insanların gücünü etkisiz hale getirip domino etkisi yaratmasını önlemek için başkaldırıların önemini küçümsemeye niyetlenen o bildik anlatıyı yalanladı. 2013’te İstanbul ve diğer şehirler, belli bir ideolojinin etkisiyle taraf olmamış herkese, küresel sefalet, neoliberal kapitalizm ve biyopolitik disiplin temeline dayanan bir dünya sisteminin miadının gelmek üzere olduğunu açıkça gösterdi.
Tarih felsefelerimizden biliyoruz ki iktidar sistemleri nihayetinde tedavülden kalkar, zararlı hale gelir. Ama bu, tarih sahnesini hemen boşaltacakları anlamına gelmez tabii. Muktedirler değişimin gelişini yavaşlatmaya, engellemeye çalışmış ve çoğu zaman da bunu başarmıştır. Radikal değişim için üç faktör gereklidir. Birincisi, ancien régime’in nüfusun büyük bölümü tarafından reddedilmesi. İkincisi, eski sistemi uçurumun kenarından aşağı itmeye hazır bir siyasi özne. Ve son olarak, halkın reddi ile değişim sürecini başlatan siyasi aktörü bir araya getiren bir katalizör. 2012’den itibaren, Yunanistan’da bu faktörlerin üçü de mevcuttu ve nihayetinde Syriza zaferiyle sonuçlandı. Tarihsel bir denk gelişin, halk ile partinin, sokak ile oy pusulasının, toplumsal seferberlik ile genel seçimlerin tesadüfi bir karşılaşmasının örneğiydi bu.
Ya Türkiye? Taksim’e gittiğim zaman, işgalin tutkusunu, rengarenkliğini, şarkılarını ve sanatını görünce nutkum tutuldu. Envai çeşit dinden, kültürden, etnik kökenden, cinsiyetten, taraftar grubundan, türlü işlerle uğraşan ve toplumun farklı kesimlerinden gelen bir sürü insan vardı. Sahiden de tam bir direniş karvalıydı bu, dünyanın daha nice meydanında gördüğüm direnişlerden çok daha renkli ve coşkuluydu. Sadece siyasi bir başkaldırı değil, aynı zamanda kültürel bir rönesanstı. Şimdiye kadar hiç yan yana durmamış insanlar –Cumhuriyetçiler ve Maocular, Aleviler ve komünistler, Kürtler ve Müslümanlar, ekolojistler ve milliyetçiler, eşcinseller ve heteroseksüeller, çalışanlar ve işsizler, Türkiyeliler ve yabancılar– aslında ne kadar çok ortak noktaları olduğunu fark ettiler. Birbirinden en farklı ideoloji, inanç ve bağlanımların –bir süreliğine de olsa– bir araya gelip ortak siyasi arzu etrafında, bedenlerin yakınlığının, paylaşılan duyguların ve müşterek arzuların verdiği ferahlık etrafında etrafında birleşebileceğini fark ettiler. Bu kitapta, meydanlardaki deneyimin kökten değiştirdiği ve “içindeki yabancı”yı keşfetmesini sağladığı insanın hikâyesini anlatıyorum. Ama meydanlarda bir şeyi daha keşfettik: yabancı komşularımızı, geçmişte özellikle uzak durduğumuz veya korktuğumuz insanları.
Taksim civarında yaşayan genç bir anne, bir öğleden sonra, korku içinde, altı yaşındaki kızıyla beraber koşa koşa eve dönerken, çevik kuvvetin biber gazıyla saldırmaya başladığını anlattı. Kadın, kucağında kızıyla, ne yapacağını şaşırmış bir haldeyken, biri sırtına dokunmuş. Yabancının dokunuşunun sırtında bıraktığı hisle irkilen kadının ilk tepkisi panikle geri çekilmek olmuş. Yabancı ise anne ile kızına bir çift maske vermekten bahsediyormuş. Büyük bir minnettarlıkla maskeleri almış. Daha sonra her gün işgale katılmış, çevik kuvvetin saldırılarına hiç korkmadan direnmiş. Anne, büyük şehirlerin izdihamında birbirimize hiç temas etmeden zikzaklar çizmemize imkân sağlayan, bedenlerimizin etrafına çektiğimiz “güvenlik şeridi”nin, yüzümüze yapıştırdığımız “girmek yasaktır” tabelasının kaldırılabileceğini, yok edilmesi gerektiğini fark etmiştir. Kamusallık fikri yeniden eski anlamını kazanmıştır: müzakere etmek, tartışmak, karar vermek, eylemek için bir kamusal alanda toplanan insanlar. Kendin olmak ve siyaset yapmak anlamında bir arada olmak, tecrit ve inzivanın zıddı olarak biraradalık; siyasi, kültürel ve sanatsal bir edim olarak bir arada. Taksim’in kamusallığı, örnekleminin hiç karşılaşmadığınız, konuşmadığınız, birlikte şarkılar söyleyip içmediğiniz insanlardan oluşması gereken kamuoyu yoklamalarının kamusallığının tam zıddıydı. Dünyanın Taksimleri bize bunu öğretti.
Peki Türkiye solu Yunanistan’daki gibi bir yol izleyebilir mi? Syriza gibi benimseyebilecekleri bir koalisyonun olması, Yunanlar için bir şanstı. Diğer taraftan İspanya işgallerden bir Podemos çıkardı. Türk solunun onurlu bir mücadele ve fedakârlık tarihi var; bununla beraber, siyasi yenilgi ve teorik başarısızlığı kanıksamış durumdalar. Yenilgi melankolisini ve solu inandırıcı bir ulusal yönetim programı imkânını ortadan kaldıracak kadar çok parti, grup ve fraksiyona ayıran ufak tefek farklar narsisizmini bırakmaları gerekiyor. Taksim ve Gezi, radikal değişimin kurucu unsurları mevcut oldu mu, halkın buna cevap vereceğini gösterdi. Demokratik açığın –demokrasinin fiilen olmamasının– ve doğal ve kültürel müştereklerin hızla özelleştirilmesinin halkta yeterince öfke yarattığını, ve bu öfkenin ilerici çıkış yollarına ihtiyacı olduğunu gösterdi. Bu bakımdan sola büyük sorumluluklar düşüyor. İlkeye sarsılmaz bağlılıkla beraber bir araç pragmatizmi meselesi bu. Solun kendini, yönetmeye veya yönlendirmeye çalışmaksızın, mahalleler, semtler, şehirler, kasabalar ve köylerdeki halk inisiyatiflerine hasretmesi gerekiyor. Yerel veya ulusal sorunlara kendiliğinden verilecek bir cevap, başka bir parti önergesinden veya fraksiyonların başka bir kongre mücadelesinden çok daha etkilidir. Sol ayrıca devleti ezen konumundan halkın hizmetkârı haline getirmek için her düzeyde iktidara karşı çıkmayı arzuladığını ve buna hazır olduğunu halka ilan etmelidir. Çeşitli sol grupların ilerici Kürt kuvvetleriyle Syriza tipi bir koalisyona gitmesi iyi bir başlangıç olabilir. Olacak iş değil mi bu? 2009’da Syriza %9 oy aldığında Yunanistan’daki insanlarda aynen böyle hissediyordu. 2015 seçimlerinde bu oranın %37’ye yükselmesi gerçekten de rüya gibiydi biraz, ama aynı zamanda ruhun çekinceleriyle beraber iradenin iyimserliğinin de olması gerektiğine iyi bir örnekti. Nihayetinde, girmediğimiz bir mücadeleyi kazanamayız.
ELEŞTİRİLER GÖRÜŞLER
Müge İplikçi, “Netekim, bugünlere vardığımızda”, Vatan Gazetesi, 11 Mayıs 2015
Tarih felsefelerimizden biliyoruz ki iktidar sistemleri nihayetinde tedavülden kalkar, zararlı hale gelir. Ama bu, tarih sayfasını hemen boşaltacakları anlamına gelmez. Muktedirler, değişimin gelişimini yavaşlatmaya, engellemeye çalışmış ve çoğu zaman da bunu başarmıştır’ diyor Costas Douzinas, Yunanistan ve Avrupa’nın geleceğini tartıştığı kitabında (Krizde Felsefe ve Direniş – Metis; çev: Tulga Buğra Işık). Ardından da radikal değişim için toplumda 3 temel faktörün esas olduğunu belirtiyor.
1- Eski rejimin toplumun büyük bölümü tarafından reddedilmesi
2- Eski sistemi uçurumun kenarından aşağı itmeye hazır bir siyasi özne
3- Halkın reddi ile değişim sürecini başlatan siyasi aktörü bir araya getiren katalizör.
Ardından 2012’den beri Yunanistan’da bu 3 faktörün de mevcut olduğunu ve nihayet Syriza’yla hayata geçtiğini belirtiyor. En önemli soruyu da o zaman patlatıyor: ‘Türkiye solu Yunanistan’daki gibi bir yol izleyebilir mi?’
Douzinas’a göre ‘Türk solunun onurlu bir mücadele ve fedakârlık tarihi var. Bununla beraber, siyasi yenilgi ve teorik başarısızlığı kanıksamış durumda. Yenilgi melankolisini (kitapta bu sol melankolisi uzun uzun tartışılıyor)ve solu inandırıcı bir ulusal yönetim programı imkânını ortadan kaldıracak kadar çok parti, grup ve fraksiyona ayıran ufak tefek farklar narsizmini bırakmaları gerekiyor.’
Hatırlatalım: Kendi içinde çoğulculuğu ve demokrasiyi benimseyen Syriza 2009’da yüzde 4, 2012’de yüzde 27, 2015’te ise yüzde 36’ya kadar yükseldi. Syriza’nın bu başarısı demokrasi ve eşitlik fikrinin de bir başarısı aynı zamanda. Ve en önemlisi, yenilgi melonkolisini aşma ve insanlarla buluşabilme başarısı da…
Sarphan Uzunoğlu, “Krize felsefeyle direnmek: Bir Yunanistan hikâyesi”, K24, 30 Temmuz 2015
Costas Douzinas’ın Krizde Felsefe ve Direniş kitabı Türkçe olarak 2015 Nisan’ında, kitabın orijinali olan Philosophy and Resistance in the Crisis Greece and the Future of Europe ise Polity Press tarafından 2013’te yayımlandı. Geçen iki yıl dünyayı çok değiştirdi. Douzinas’ın kitabı da buna bağlı olarak, bir Türkçe önsöz, bir Türkçe giriş, bir de Türkçe sonuç bölümüyle yapılandırılmış. Douzinas’ın “duruma özel” olarak eklediği bu bölümler kitabın ayaklarını felsefeye bastığı için aslında çok da “gündemin gerisinde” kalmayan bir karakter kazanmasına yardımcı olmuş. Bu yazı da Douzinas’ın kitabının ana gövdesi, Türkçe önsözleri ve sonucuyla bugün Yunanistan’ın ve Avrupa’nın içinde bulunduğu durumla ilgili birtakım tespitlerde bulunmak için yazıldı.
Douzinas, kitabının adında olduğu üzere, Kriz, Felsefe ve Direniş, içeriğinde de aynı üç anahtar kelime üzerinden bölümlemelere gidiyor. Bu kategorizasyon sırasıyla Dün, daima olan ve bugün arasında bir bölünmeyle karşılaştırıyor okurunu.
Kriz ve Yunanistan
Dünle başlayalım. Douzinas’ın dün tanımı, küreselleşme karşıtı hareketlerin tarihi, Yunanistan’ın borç tarihi ve Avrupa Birliği- Yunanistan ilişkilerindeki “ulusal egemenlik” ve “bağımsızlık” mantığına aykırı doğa üstüne kurulu. Bu kurulumu şöyle tarif edebiliriz. Yunanistan’da radikalleşme ihtiyacı ve eğilimi toplumda yayılmış durumda. Neoliberalizm ise bu ülkede her geçen yıl daha geniş sonuçları ortaya çıkan bir yıkıma dönüşmüş. Douzinas bu yıkımı farklı eksenlerle ele alıyor. İlki Yunanistan’daki “anomi” üstünden.
Anomi, illegal ya da gayrimeşru faaliyetlere ilişkin genel bir tanım. Anomi Wikipedia’da şöyle tanımlanmış: Anomi toplumun bireylerine az kültürel ve ahlaki rehberlik durumudur. Toplumun bireyle olan sosyal bağının kopması tanımıdır. Durkheim’in bu konudaki tanımı daha açıklayıcı: Ona göre anomi daha çok bireysel ve grup standartları arasındaki farktan, sosyal standartların aşırı genel olmasından ve sosyal etiğin eksikliğinden kaynaklanır. Bu durum toplumda moral çökmesi ve hukuk eksikliğine yol açar. Yunanistan’a bugün yöneltilen “tembellik”, “yolsuzluk” ve benzeri karakteristiklerin ortak yanı da bu.
Yunanistan, moralini, hukukunu kaybetmiş, emek vermekten aciz bir toplum olarak kendisine geri pazarlanıyor. Akademisyenler, memurlar, esnaflar derken Yunanistan’daki geniş toplum kesimleri siyasetçilerin büyük günahlarını, büyük holdinglerin yolsuzluk ve ihanetlerini kolektif bir biçimde paylaşmak zorunda bırakılıyor. Üstelik bu en çok da Papandreou’nun Başbakan Yardımcısı Theodoros Pangalos’un sözlerinde ifade buluyor: “Hepsini beraber yedik.” Yenen nedir? Yunanistan’ın aldığı borç, Yunanistan’ın borcu ödemek için aldığı diğer borç. Peki, borç birlikte mi yendi, birlikte mi oluşturuldu? Yükümlülük yalnızca servetin büyük şirketlere göre küçük kısmını “yiyen” halkta mıydı? Douzinas bu “birlikte yedik” itirafının iktidarın sinizminin açık bir parçası olduğunu söylüyor. Aynı gemideyiz demek bir suçun üstten atılması ama bir yandan da kolektif bir şekilde kabul edilmesi refleksidir. Aslına bakarsanız bu suçu biz işledik; ama gemiyi beraber yürütelim demeye getiren bu söylem Syriza’nın yükselişiyle kusulmuş oldu. Bu bir bağlamda biz % 99’uz diyen kitlelerin % 1’in işlediği günahları sırtlanmak konusundaki isteksizliğinin ve öfkesinin de ifadesi olarak görülebilir.
Syriza’ya yönelen son tepkiler de gösteriyor ki artık kimse hükümetlerin halka karşı işlediği suçlara boyun eğecek kadar toplumun ve sistemin bir parçası olarak hissetmiyor kendini. Peki, iktidar sinizmi yalnızca bu yolla mı ortaya çıktı? Yunanistan’ın borca bulanmış dünü nasıl oldu da Yunanistan’ı “alternatif yok” söylemine uzun yıllar ikna etti? Dünyanın geri kalanında, örneğin Türkiye, bu ikna süreci nasıl sürüyor? Douzinas bu noktada her şey gibi krizin de bir tür gösteri olduğunu öne sürüyor ve Yunanistan’daki gösteri kültürünü anlatıyor. Bu öyle bir kültürdü ki Yunanistan Başbakan ve din adamlarının sağlık durumlarını ekonominin önüne koyuyor, ajanda belirleme işleviyle medyayı piyadesi olarak öne sürüyordu.
Gerçekten Türkiye medyasının da kriz dönemlerinde konuştuğu konuları düşündüğümüzde – futbol, popüler magazin ya da siyasi magazin- bir benzerlik kurmak fazlasıyla mümkün. Veri görselleştirmesi gibi gazetecilerin çok sevdiği yeni tekniklerin bir ulusun gerçeğine yabancılaşması için nasıl umarsızca haber bültenlerinde kullanıldığı, Yunanlılara kendileri ile refah arasındaki makasın nasıl açıldığının gösterinin bir parçası olarak nasıl sunulduğunu anımsatıyor. Her yıl Reza Zarrab’ın komik vergilerle girdiği vergi rekortmenleri listeleri gibi “veri görselleştirme çalışmaları” nasıl bizle dalga geçiyorsa, Yunanlılarla da dalga geçmiş olsa gerek. Yani gösteriye karşı yeni bir gösteri olarak sunabileceğimiz Syriza ve onun festivalleşmiş ama sonra kendisinin de saldırdığı direniş alanları aslında alternatif bir siyaset alanını ve ihtimalini işaret ediyorlar. Bunlara bağlı kalarak da Douzinas krizle ilgili ve gösteriyi ortasına koyan bu bölümü şu tespitle bitiriyor: Devrim canlı yayınlanacak.
Felsefe ve Yunanistan
Dünü (kriz anlatısını) geride bıraktık. Sıra daimi olana geldi, direnişe. Douzinas direnişin sürekliliğini dillendirirken Alain Badiou’nun tarihin yeniden doğuşu tanımına yaslanıyor. 1848 ve 1914 öncesi memnuniyetsizlik halkalarıyla 2010 öncesi dönemi kıyaslıyor ve 2010’un bu dönemlerin karakteristiklerini taşıyan bir kalkışma olduğunu söylüyor. Bölümüne de “Direnişin sonsuz geri dönüşü” başlığıyla başlayarak yeni geniş zamanlarımızı selamlamış oluyor. Bilim ve sanatın modern koşulu olarak sürekli devrimi öneriyor ve direnişlerin, devrimlerin itibarsızlaştırılmasına ilişkin girişimlerin her zaman boşa düşürüleceğini söylüyor. Dünyadaki devrimlerin/ devrimcilerin topyekun saldırılar altında olduğu bu dönemde, bu, bir temenni olarak dahi güzel bir ifade olsa gerek.
Felsefe bölümünde hukuka ve krize geri dönen Douzinas 2011 yılında Yunanistan’da başlayan direnişe karşı egemenlerin saldırısının “anomi” teriminin etrafında örgütlenişine eleştiri getiriyor. Egemenlerce aktarılmak istenenin aksine anomi denen şeyin temel olarak “sivil itaatsizlik” eylemleri olduğunu anımsatıyor. Yasadışılık ve suç ile eşdeğer tutulan şeyin aktivizm olarak meşru olduğuna dair bir kanıtlama evresine giriyor. Burada ise Arendt’in şu buyruğundan yararlanıyor: “Suçlunun gözlerden uzak durma çabası ile sivil itaatsizin açık açık meydan okuyarak yasayı kendi eline alması arasında dünya kadar fark var.” Yani “aleni” bir eylem olarak direnişin gayrimeşrulaştırılmasına karşı tanım üzerinden bir pozisyon üretiyor. Gerçekten de bu eylemlerin meşruiyeti ve hükümetin ve AB’nin saldırısına rağmen eylemleri yapan çoklukları oy verme davranışıyla birlikte bir partinin bedeni etrafında iktidara getirmesi çok büyük bir kırılma yarattı.
Bu, bir direnişin siyasi yaşamı baştan sona dönüştürmesini sağlamıştı. Ahmet İnsel Birikim Haftalık’taki köşesinde Syriza’nın Oxi sonrası Eurozone’dan çıkmamak adına temsiliyetinin ardından bu direniş ruhundan ne öğrenilmeliydi diyerek Douzinas’ın kitabın bu bölümünde yer alan bazı tespitlerini paylaşmıştı, şu satırları alıntılayıp: “Taviz verip kazanmaktansa şerefiyle kaybetmek kimilerine daha iyi gelebilir. Ancak tekrar tekrar yenilmenin, neoliberal kapitalizmin hayatlarını mahvettiği milyonlara bir faydası yok. Solun ihtiyacı, yeni bir örnek parti veya her şeyi kuşatan zekice bir teori değil.” “Solun yaratılan enerjinin, tahayyülün ve yenilikçi kurumların üzerine bir şeyler inşa etmesi” gerekiyor.” Bu söylemler direnişin bir siyasal partinin genel çalışmalarıyla kısıtlanamayacağı, tam da bu nedenle, direnişin oy verme davranışı ve sonuçlarıyla bağdaştırılamayacağını gösteriyor.
Direniş ve Yunanistan: Gelecek
Douzinas’ın sonuç bölümünde direnişin ve direncin kelime anlamlarına geri dönmek gibi bir zekilik yaptığını okurla paylaşmak şart. Direnişin varlığının bir fizik kanunu olarak ele alındığı bu bölüm bize birçok şey söylüyor: Direniş kuvvet uygulayanın istikrarını bozar ve yönünü değiştirir. Dolayısıyla direnç kaçınılmazdır ve her ilişkiye içkindir. Kaçınılmaz bir gerçek olarak direnişi çokluğun ifade alanı olarak sunan Douzinas iktidara dair tüm oluşların direnişi ortaya çıkaracağını hatırlatmış oluyor. Direnişin tüketimle tatmin olmayan kuşakların tecrübelerinin ortak bir sonucu olduğunu, birçok siyasetçi ve düşünürün belki bilinçli belki bilinçsiz biçimde birbirlerinin sözlerini tekrar üreterek direnenleri “açıklamaya” çalıştıklarını söylüyor. Anlamak yerine açıklamak kavramını kullanmasının olası sebeplerinin başında bir iktidar ilişkisi var. Bir “anlam” hiyerarşisi bu.
Tabii felsefe ve direniş başlıkları bir araya gelince akla hep o sözcük geliyor: Özne kimdir, ne durumdadır? Douzinas, direnişle öznenin kendini keşfi üstünde duruyor. Direnişe katılanların benliklerindeki değişikliklerin farkına varışlarını ve şaşkınlıklarını ele alıyor. Direnişin insan doğasında yarattığı değişimi örnekliyor.
Özneden sonra da elbette mekân bahsi açılıyor. Yeni toplumsal hareketlerin en önemli dayanaklarından biri olarak mekân ve onun politikaları göz önüne seriliyor. Sokağın şehrin yasalarını bozuşuna dair bir övgü var bu bölümde. Douzinas’ın bir hukukçu olarak kurallar ve düzenin “bozumuna” ilişkin söyledikleri cesaret veriyor gerçekten. Douzinas’ın bu bölümde kurduğu söylem bana Ulrike Meinhoff’un Protestodan Direnişe kitabını ve ilgili makalesindeki mantığı anımsattı. Çokluk eylemlerinin geniş katılımlı meşruiyeti tam da Ulrike’nin arzuladığı şey değil miydi aslında?
Bir sonsöz söylemek gerekirse direnişi nereye konumlayacağımızı konuşmak gerekecektir. Direniş “fizik kuralları” çerçevesinde konuşulduğunda kaçınılmazdır; yeni politik sistemde de kaçınılmazdır. Hardt ve Negri’nin “Duyuru” metninden bugüne değişen bir şey yok. Çokluk tehdit altında ve direniş için mekân aramaya, form aramaya gerek yok. Direniş formunu yaratmakta, mekânını bulmakta tereddüde boşluk bırakmıyor. Çokluk her an mekânı ve biçimini bulup yola çıkıyor. Parti ise çokluğun bilgeliği karşısında çoğu zaman zor duruma düşüyor. Benim Douzinas’tan ve Yunanistan’ın Douzinas’ça anlatılan öyküsünden çıkardığım en önemli ders de bu aslında. Çokluğun parti yüzünden kaybetmeyeceği; partininse çokluk olmadan artık anlamsız olduğu.
Ali Temiz, “SYRIZA tipi sol koalisyon ve Türkiye”, Dünya Bülteni, 2 Temmuz 2015
Avrupa Birliği ve IMF, kriz zamanlarında toplumu yeniden inşa etme koşullarını sınamak için Yunanistan’ı kobay olarak kullanıldığı herkesin malumu. Bu süreçte çeşitli direnişler bu deneyin nesnesini bir siyasi özne haline getirdi ve böylece seçkinlerin planları altüst olur gibi oldu. Fakat netice değişmedi. Doğduğu yerde demokrasi fikri ve demokrasinin sınırları yeniden tanımlanacak diye beklenen umutlar berhava olmak üzere. Oysa altı yedi ay önce durum böyle değildi.
Syriza zaferi gerek gazeteciler gerekse felsefeciler tarafından “tarihsel bir denk gelişin, halk ile partinin, sokak ile oy pusulasının, toplumsal seferberlik ile genel seçimlerin tesadüfi bir karşılaşmasının örneği” olarak baş tacı edildi.
Gezi eylemlerinin ardından Türkçeye kazandırılan makale ve kitaplarda da bunu yakından gördük. Yunan felsefeci aynı zamanda (London Üniversitesi Birkbeck İnsan Bilimleri Enstitüsü Müdürü) Costas Douzinas, küresel kriz ve direnme hakkı, neo-liberal biyo-politikalar ve doğrudan demokrasi, entelektüellerin sorumluluğu ve çokluğun şiiri hakkındaki düşüncelerini Krizde Felsefe ve Direniş: Yunanistan ve Avrupa’nın Geleceği adlı kitabında uzun uzadıya anlatıyor. Douzinas, Yunanistan örneğinden yola çıkarak birbiri ardına patlak veren protesto, ayaklanma ve devrimlerin siyaset manzarasını “kökten” değiştirdiğini öne sürüyor. Ona göre, bu yeni siyaset direnme dürtüsünün, insan ruhunun o kalıcı özelliğinin son örneği.
***
Kitabın ilginç yanlarından biri şu: Türkçe Basım için pek çok metin yazılmış. “Türkçe Basım İçin Önsöz”, “Türkçe Basım İçin Giriş: Sol Melankoli ve Syriza’nın Yükselişi” ve “Türkçe Basıma Sonsöz: Bir Direniş Analitiği” başlıklı metinlerin toplam sayfa sayısı 27 sayfa civarında. Bu sayfalar kitabın Türkiye’ye dahil oluşunun doğrudan siyasî pazarlamayla alakalı olduğunu düşündürüyor. Nitekim yazar kitabın ilk metninde şunları yazmaktan çekinmemiş:
“Peki Türkiye solu Yunanistan’daki gibi bir yol izleyebilir mi? Syriza gibi benimseyebilecekleri bir koalisyonun olması, Yunanlar için bir şanstı. Diğer taraftan İspanya işgallerden bir Podemos çıkardı. Türk solunun onurlu bir mücadele ve fedakârlık tarihi var; bununla beraber, siyasi yenilgi ve teorik başarısızlığı kanıksamış durumdalar. Yenilgi melankolisini ve solu inandırıcı bir ulusal yönetim programı imkânını ortadan kaldıracak kadar çok parti, grup ve fraksiyona ayıran ufak tefek farklar narsisizmini bırakmaları gerekiyor. Taksim ve Gezi, radikal değişimin kurucu unsurları mevcut oldu mu, halkın buna cevap vereceğini gösterdi. Demokratik açığın –demokrasinin fiilen olmamasının– ve doğal ve kültürel müştereklerin hızla özelleştirilmesinin halkta yeterince öfke yarattığını ve bu öfkenin ilerici çıkış yollarına ihtiyacı olduğunu gösterdi. Bu bakımdan sola büyük sorumluluklar düşüyor. İlkeye sarsılmaz bağlılıkla beraber bir araç pragmatizmi meselesi bu. Solun kendini, yönetmeye veya yönlendirmeye çalışmaksızın, mahalleler, semtler, şehirler, kasabalar ve köylerdeki halk inisiyatiflerine hasretmesi gerekiyor. Yerel veya ulusal sorunlara kendiliğinden verilecek bir cevap, başka bir parti önergesinden veya fraksiyonların başka bir kongre mücadelesinden çok daha etkilidir. Sol ayrıca devleti ezen konumundan halkın hizmetkârı haline getirmek için her düzeyde iktidara karşı çıkmayı arzuladığını ve buna hazır olduğunu halka ilan etmelidir. Çeşitli sol grupların ilerici Kürt kuvvetleriyle Syriza tipi bir koalisyona gitmesi iyi bir başlangıç olabilir. Olacak iş değil mi bu? 2009’da Syriza yüzde 9 oy aldığında Yunanistan’daki insanlarda aynen böyle hissediyordu. 2015 seçimlerinde bu oranın yüzde 37’ye yükselmesi gerçekten de rüya gibiydi biraz, ama aynı zamanda ruhun çekinceleriyle beraber iradenin iyimserliğinin de olması gerektiğine iyi bir örnekti. Nihayetinde, girmediğimiz bir mücadeleyi kazanamayız.”
Gerçi sosyal medyaya bakarsak HDP zaferi üzerinden sol ve Kürt milliyetçileri arasında kıran kırana bir mücadele sürüyor ama şunu söylemeden geçmek olmaz. HDP üzerinde oluşan ittifakı daha iyi anlamak için bu tarz metinlerin de gündeme alınması abartılı bir yaklaşım olmasa gerek!
***
İnsan hakları dahil hemen her şeyi Fransız devrimi sırasındaki devrimci potansiyeline döndürme çabasında olan Douzinas nazarında insan direndiği için insandır, nefes aldığı için değil. Halka yeni bir umut ilkesi sunmanın daha da önem kazandığı şeklindeki vurgu Türkçe basım için yazılan girişte de tekrarlanan bir husus. Buna göre Syriza zaferiyle sonuçlanan Yunan seçimleri solun uzun süren yenilgi döneminin sonu olarak selamlanmalıydı. Kitap, piyasaların ve esnek hükümetlerin pürüzsüz ve kesintisiz evrimin, insanlığın geleceği olduğu iddiasını sorgulamanın yanında “direniyorum öyleyse varım” diyen solun dünyanın mevcut durumunu nasıl okuduğunu çeşitli olaylar üzerinden göstermesi açısından da önemli. Yazarın Notabene Yayınlarından çıkan Hukuk, Adalet ve İnsan Hakları: Eleştirel Bir Yaklaşım kitabı da bu çerçevede okunabilir.
KÜNYE
Costas Douzinas
Krizde Felsefe ve Direniş
Yunanistan ve Avrupa’nın Geleceği
Metis Yayınları
Özgün adı: Philosophy and Resistance in the Crisis
Greece and the Future of Europe
Çeviri: Tulga Buğra Işık
Yayıma Hazırlayan: Özge Çelik
Kapak Fotoğrafı: Bela Szandelszky
Kapak Tasarımı: Emine Bora
Kitabın Baskıları:
1. Basım: Nisan 2015
304 s.
İÇİNDEKİLER
Türkçe Basım İçin Önsöz
Giriş: Direniş Çağı
Türkçe Basım İçin Giriş:
Sol Melankoli ve Syriza’nın Yükselişi
Birinci Kısım: Kriz
1 Kraliçenin Sorusu
2 Haz ve Kurtuluş Biyopolitiği
3 I. Anomi: Toplumsal Ethos ve Siyasi Sinizm
4 Gösteri olarak Kriz
İkinci Kısım: Felsefe
5 Adikia: Direnişin Sonsuz Geri Dönüşü
6 II. Anomi: İtaatsizlik, Direniş, Egemenlik
7 Siyasi Ontolojiler
8 Halk, Çokluk, Kitle
Üçüncü Kısım: Direniş
9 Stasis Syntagma: Direnişin Özneleri ve Çeşitleri
10 Meydandaki Demos
11 Siyaset Stratejisinden Çıkarılan Dersler
Sonsöz: Gelecek Avrupa
Türkçe Basıma Sonsöz: Bir Direniş Analitiği
Dizin