Yirminci yüzyılın son on yılı, “Komünizmin çöküşü ve Liberalizmin zafer yılları” diye mi anılacak ileride? Immanuel Wallerstein, 1990’larda çökenin Liberalizmin ta kendisi olduğunu iddia ediyor. Fransız Devrimi’nden bu yana soldan sağa “Sosyalizm, Liberalizm, Muhafazakârlık” diye sıralanan üçlü ideolojik sistemin, aslında dünya çapında hâkim ve merkez ideoloji olan Liberalizmin üç görüntüsü olduğunu, bu sistemin “sol” kanadının çöküşüyle, dünya çapında bir bütün olarak meşruiyetini ve geçerliliğini yitirdiğini söylüyor.
İdeolojik meşruiyetini yitirmiş devletler 21. yüzyılda ayakta kalabilmek için ne yapabilir? Daha da önemlisi, “sol” geleneğini yitirmiş sistem karşıtı güçler, aynı dönemde hangi ideolojik çerçevede, nasıl bir yapı içinde örgütlenebilir? Wallerstein SSCB’nin çöküşüyle “tek kutuplu” hale gelen “yeni dünya düzeni”nin, yakın gelecekte ABD-Japonya ve Avrupa Birliği-Rusya eksenlerinde yeniden örgütleneceğini ve bu temelde yeni bir meşruiyet aramaya başlayacağını öngörüyor. Sömürüye karşı ve özgürlükten yana güçlerin kaderi ise, bu yeniden yapılanma sürecinde ne yaptıklarına bağlı. Liberalizmin “sol” bir türevi olan eski sistem karşıtı hareketleri diriltmeye mi çalışacağız, yoksa özgürlük, eşitlik ve demokrasi için yeni bir yapılanma ve meşruiyet arayışına mı girişeceğiz? Wallerstein’a göre 21. yüzyılın ilk ve hayati soruları bunlar.
Wallerstein ve Dünya Sistemi Analizi hakkında daha fazla şey öğrenmek, ve bu analiz biçimiyle yapılmış çalışmaları izlemek için Fernand Braudel Ekonomiler, Tarihsel Sistemler ve Uygarlıklar İncelemeleri Merkezi’ni (http://fbc.binghamton.edu) ziyaret edebilirsiniz.
OKUMA PARÇASI
Giriş, “Liberalizm’den Sonra mı?”, s. 9-15
Berlin Duvarı’nın yıkılışı ve sonrasında SSCB’nin dağılışı, Komünizmler’in ve modern dünyada ideolojik bir güç olarak Marksizm-Leninizm’ in çöküşü olarak kutlandı. Kuşkusuz bu doğru. Bu olaylar, bir ideoloji olarak liberalizmin nihai zaferi olarak da kutlandı. Bu, gerçekliğin tamamen yanlış algılanmasıdır. Tam aksine, aynı olaylar daha da büyük ölçüde liberalizmin çöküşünü ve “liberalizm sonrası” dünyaya kesin olarak girişimizi göstermekteydi.
Bu kitap, bu tezin açımlanmasına hasredilmiştir. 1990 ile 1993 arasında yazılmış makalelerden oluşmaktadır. Bu makaleler, yaygın, erken, naif bir iyimserliğin yerini, ortaya çıkmakta olan yeni dünya düzensizliğine dair yoğun, yaygın bir korku ve endişenin almaya başladığı büyük bir ideolojik karmaşa döneminde yazılmıştır.
1989 yılı genellikle 1945-1989 döneminin sonu olarak, başka bir deyişle soğuk savaşta SSCB’nin yenildiğini gösteren yıl olarak değerlendirilmiştir. Kitapta söz konusu yılı 1789-1989 döneminin, yani modern dünya sisteminin küresel ideolojisi, benim deyimimle jeokültürü olarak liberalizmin zaferi ve çöküşü, yükselişi ve giderek ölüşü döneminin sonu olarak değerlendirmenin daha yararlı olduğu savunulacaktır. Böylece 1989 yılı, çoğu insanın Fransız Devrimi sloganlarının bugün ya da yakın gelecekte gerçekleşecek olan tartışmasız tarihsel gerçekliği yansıttıklarına inandığı bir siyasi-kültürel dönemin –göz alıcı bir teknolojik başarı döneminin– sonunu gösterecektir.
Liberalizm asla bir Sol doktrin olmadı; daima tipik merkezci doktrin olageldi. Liberalizmin savunucuları ölçülü, bilge ve insancıl olduklarından emindiler. Kendilerini aynı anda hem (muhafazakâr ideoloji tarafından temsil edildiğini düşündükleri) gayri meşru ayrıcalıklarla dolu uzun bir geçmişe karşı, hem de (sosyalist/radikal ideoloji tarafından temsil edildiğini düşündükleri) yetenek ya da erdemin dikkate alınmadığı umursamaz bir eşitlemeye karşı konumlandırmaktaydılar. Liberaller siyasi manzaranın geri kalanını daima kendilerinin tam ortada yer aldıkları iki uçtan kurulu olarak tanımlamaya çalışmışlardır. 1815-1848 döneminde gericilere ve cumhuriyetçilere (ya da demokratlara); 1919-1939 döneminde Faşistler’e ve Komünistler’e; 1945-1960 döneminde emperyalistlere ve radikal milliyetçilere; 1980’lerde ırkçılara ve karşı ırkçılara eşit derecede karşı oldukları iddiasındaydılar.
Liberaller daima, reformcu, yasallığı savunan ve bir ölçüde özgürlükçü olan liberal devletin, özgürlüğü garanti edebilecek tek devlet olduğunu iddia etmişlerdir. Özgürlükleri korunan nispeten küçük grup açısından bu belki de doğrudur. Fakat maalesef bu grup her zaman, durmaksızın herkesi içine alacak kadar genişleme yolunda ilerleme iddiasındaki bir azınlık olarak kalmıştır. Liberaller her zaman, baskıcı olmayan bir düzeni sadece liberal bir devletin garanti edebileceğini iddia etmişlerdir. Sağcı eleştirmenler liberal devletin, baskıcı görünmekteki çekingenliğiyle düzensizliğe göz yumduğunu, hatta bunu teşvik ettiğini söylemişlerdir. Öte yanda, Solcu eleştirmenler ise her zaman, yönetimdeki liberallerin başlıca kaygısının aslında düzen olduğunu ve ancak kısmen gizlenen, son derece gerçek bir baskı uyguladıklarını dile getirmişlerdir.
Mesele bir kez daha iyi toplumun temeli olarak liberalizmin erdemlerini ya da hatalarını tartışmak değildir. Bunun yerine liberalizmin tarihsel sosyolojisini yapmaya yönelmeliyiz. Fransız Devrimi sonrasında tarih sahnesine çıkışını; ilkin (en güçlülerinde de olsa) sadece birkaç devlette, daha sonra dünya sisteminde (ama gerçekten dünya sistemi anlamında) egemen ideoloji olarak hızla zafere yükselişini; ve son birkaç yılda, aynı derecede ani biçimde tahttan inişini açık bir biçimde çözümlemeliyiz.
Liberalizmin Fransız Devrimi’nin başlattığı siyasi çalkantılara dayanan kökenleri literatürde enine boyuna tartışılmıştır. Oysa liberalizmin dünya sistemi jeokültürünün merkezi söylemi haline gelişi savı biraz daha tartışmalıdır. Çoğu çözümlemeci liberalizmin Avrupa’da 1914 itibariyle zafere ulaştığında hemfikirken, bazıları o dönemden itibaren çöküşünün başladığını ileri sürecektir; ben ise liberalizmin doruk noktasının 1945 sonrası dönemde (1968’e kadar), dünya sisteminde ABD hegemonyasının yaşandığı dönemde yer aldığını ileri sürüyorum. Bunun yanı sıra, liberalizmin nasıl zafere ulaştığına –ırkçılıkla ve Avrupamerkezcilik’le temel bağlantılarına– ilişkin görüşüm birçoklarının itirazına maruz kalacaktır.
Ancak sanırım en kışkırtıcı olan, Komünizm’in çöküşünün bir ideoloji olarak liberalizmin nihai başarısını değil, liberal ideolojinin tarihsel rolünü sürdürebilme kabiliyetinin kesin biçimde zayıflayışını temsil ettiğini savunmaktır. Kuşkusuz bu tezin bir versiyonu, dünya Sağ’ının dinozorları tarafından savunulmaktadır. Fakat bunların birçoğu, ya sloganları manipüle eden sinikler ya da tarihsel olarak hiç varolmamış aile merkezli bir ütopyayı savunan umutsuz romantiklerdir. Diğer bazıları ise, sadece cereyan etmekte olduğunu doğru biçimde algıladıkları bir olgudan, dünya düzeninin yaklaşan parçalanmasından korkmaktadırlar.
Liberal reformculuğun bu reddi, şu anda ABD’de “Amerika ile Sözleşme” etiketi altında geliştirilirken, aynı anda IMF yardımlarıyla dünyanın dört bir yanındaki ülkelere zorla yediriliyor. Açıkça gerici olan bu politikalar, muhtemelen, halihazırda Doğu Avrupa’da olduğu gibi, ABD’de de siyasi bir geri tepmenin doğmasını teşvik edecektir; çünkü bu politikalar nüfusun çoğunluğunun mevcut ekonomik durumunu iyileştirmekten çok kötüleştirmektedir. Fakat bu geri tepme, liberal reformculuğa olan inanca geri dönüleceği anlamına gelmeyecektir. Bu sadece, bugün yeniden güçlenen gericiler tarafından satışa çıkarılan ve sahte bir piyasa övgüsü ile yoksullara ve yabancılara karşı yapılan düzenlemeleri birleştiren bir doktrinin, reformculuğun karşılanamamış vaatlerinin yerine yaşayabilir bir karşılık sunamayacağı anlamına gelecektir. Her halükârda benim iddiam farklı. Benim tezim, makalelerden birinde “özgürleşme modernliği” diye adlandırdığım görüşü benimseyenlerin tezidir. Bence, enkazdan kurtarabileceklerimizi ve dünyaya liberalizmden kalan zor koşullar altında onun belirsiz mirasıyla nasıl mücadele edebileceğimizi görebilmek için, liberalizmin tarihini ciddi biçimde gözden geçirmeliyiz.
Kasvetli ve karanlık bir tablo çizmeye çalışmıyorum. Ancak pembe bir tablo çizen beylik lâflar edecek de değilim. Liberalizmden sonraki dönemin, geçen beş yüz yıldaki diğer dönemlerin hepsinden daha önemli bir siyasi mücadele dönemi olduğuna inanıyorum. “Hiçbir şeyin değişmemesi için her şeyin değişmesi gerektiğini” gayet iyi bilen ve bunu gerçekleştirmek için ustaca, zekice çalışan ayrıcalık yanlısı güçler görüyorum. Tam anlamıyla soluğu tükenmiş özgürleşme güçleri görüyorum. Uğrunda 150 yıl mücadele ettikleri siyasi bir projenin –devlet iktidarının, bugün bu devlette, yarın ötekinde elde edilmesi vasıtasıyla toplumsal dönüşüm projesinin– tarihsel beyhudeliğini fark ediyorlar. Herhangi bir alternatif projenin varolup olmadığı konusunda son derece kuşkulular. Fakat eski proje, dünya Solu’nun stratejisi her şeyden önce, Leninizm gibi en iddialı biçimde anti-liberal, “devrimci” varyantlarında bile liberal ideolojiden etkilenmiş, onunla kaplanmış olduğundan ötürü başarısız olmuştu. 1789-1989 arasında ne olduğu açıklığa kavuşmadan, yirmi birinci yüzyılda akla yakın hiçbir özgürleşme projesi ortaya konulamaz.
Ancak, 1789-1989 arasında neler olduğu hakkında açık bir görüşe sahip olsak ve önümüzdeki yirmi beş-elli yıllık geçişin sistemsel düzensizlik, parçalanma ve hangi tür yeni dünya sistem(ler)inin inşa edileceği hususunda şiddetli bir siyasi mücadele dönemi olacağı konusunda aynı fikirde olsak bile, insanların çoğunu ilgilendiren soru, şimdi ne yapılacağıdır. Bugün insanlar, kafaları karışmış, öfkeli, korku dolu, hatta bazen umutsuz bir durumdalar, ama hiç de pasif değiller. Siyasi bir faaliyette bulunulması gerektiği inancı, “geleneksel” tipte bir siyasi faaliyetin muhtemelen beyhude olduğu yolundaki eşit derecede güçlü duyguya rağmen, dünyanın dört bir yanında gücünü hâlâ koruyor.
Artık yapılması gereken seçim “devrim mi, reform mu” şeklinde takdim edilemez. Bir yüzyıldan fazla bir süredir bu farazi alternatifi tartışmaktayız; sonuçta çoğu durumda keşfettiğimiz tek şey reformcuların gönülsüz reformcular olduğu, devrimcilerin ise sadece biraz daha fazla militan reformcular olduğu ve gerçekleştirilen reformların, bütününe bakıldığında taraftarlarının niyet ettiğinden de ve muhaliflerinin korktuğundan da daha az şey başardığı oldu. Aslında bu, egemen liberal konsensus tarafından bize empoze edilen yapısal kısıtlamaların zorunlu sonucuydu.
Fakat, parçalanma gelecekte olacak şeyler için devrimden daha uygun bir isimse, bizim siyasi konumumuz ne olacaktır? Yapılacak sadece iki şey görüyorum ve bu ikisinin eş zamanlı olarak yapılması gerekiyor. Bir yanda, hemen hemen herkesin acil kaygısı, yaşamın sıkıştıran, süregiden sorunlarının –maddi sorunlar, toplumsal ve kültürel sorunlar, ahlaki ve manevi sorunlar– üstesinden nasıl gelineceğidir. Öte yanda, daha az sayıda olmakla birlikte, hâlâ birçok insanın zihni, daha uzun vadeli bir meseleyle –dönüşüm stratejisiyle– meşguldür. Geçen yüzyılda ne reformcular ne de devrimciler başarılı olabildi; bunun nedeni, her iki kesimin de kısa vadeli ve uzun vadeli meselelerin ne ölçüde eş zamanlı, ancak birbirinden oldukça farklı (hatta aksi yönlerde ilerleyen) türden faaliyetler gerektirdiğinin farkına varamamış olmasıdır.
Modern devlet, reformcuların insanlara sorunların üstesinden gelmelerinde yardım edebilmelerinin baş aracıydı. Ancak devletin tek işlevi bu değildi; hatta belki birincil işlevi bile değildi. Devlet-yönelimli faaliyet de, sorunların üstesinden gelmenin tek mekanizması değildi. Ancak gerçek şu ki, devlet faaliyeti, sorunların üstesinden gelme sürecinin vazgeçilmez bir unsuruydu; ayrıca sıradan insanların sorunların üstesinden gelme girişimleri, haklı olarak ve sağduyulu bir biçimde, devletleri belli biçimlerde faaliyette bulunmaya sevk etmeye yönelikti. Düzensizlik, karışıklık ve süregiden parçalanmaya rağmen, bu olgu hâlâ geçerli. Devletler, kaynakları dağıtmaları, hakları çeşitli derecelerde korumaları ve farklı gruplar arasındaki toplumsal ilişkilere müdahaleleri aracılığıyla çekilen sıkıntıları arttırabilir ya da azaltabilir. Herhangi bir kimsenin bundan böyle devletinin ne yaptığı hakkında endişe duymaması gerektiğini ima etmek çılgınlıktır; birçok insanın devletlerinin faaliyetlerine yönelik canlı bir ilgiyi tamamen bir kenara bırakmaya razı olacağına da inanmıyorum.
Devletler işleri herkes için bir parça daha iyi (ya da bir parça daha kötü) kılabilirler. Sıradan insanların sorunlarla daha iyi başa çıkabilmelerine yardım etmek ile yukarı katmanların daha da serpilmesine olanak tanımak arasında bir tercih yapabilirler. Ancak devletlerin yapabileceği bundan ibarettir. Kuşkusuz bu işler kısa vadede çok şey fark ettirebilir, ancak daha uzun vadede hiç de önemli değildirler. Bütün dünya sisteminin yaşamakta olduğumuz büyük dönüşümünü, yönünü değiştirecek düzeyde etkilemek istiyorsak, devlet temel bir faaliyet aracı değildir. Bir araç olmaktan ziyade önemli bir engeldir.
Devlet yapılarının (“devrimci” güçler olduklarını iddia eden) reformcu güçler tarafından kontrol edildiklerinde (ya da belki özellikle o zaman) dünya sisteminin dönüşümünü önemli ölçüde engeller hale geldikleri (daima öyle oldukları?) anlayışı, Üçüncü Dünya’daki, eski sosyalist ülkelerdeki ve hatta OECD’ye üye “refah devleti” ülkelerindeki muazzam devlet aleyhtarlığının ardında yatan şeydir. Enkazda, yeni bir saldırgan (Batılı) muhafazakâr uzmanlar ve siyasi figürler grubu tarafından pazarlanan “piyasa” sloganları, sözel açıdan anlık bir geçerlilik kazanmıştır. Ancak slogan olarak “piyasa”yla birleşen devlet politikaları sorunların üstesinden gelmeyi kolaylaştırmak yerine zorlaştıracağından, piyasa-öncelikli yönetimlere karşı savrulmalar birçok ülkede şimdiden başladı. Ancak bu savrulma devletin dünyayı dönüştürme kapasitesine dair yepyeni bir inanca dönüş şeklinde değildir. Gerçekleşmekte olduğu kadarıyla bu savrulma, sadece insanlara sorunların üstesinden gelmede yardım etmek için hâlâ devleti kullanmamız gerektiğine ilişkin makul bir yargıyı yansıtır. Dolayısıyla bugün bazı insanlar için, hem (sorunların üstesinden gelmede yardım almak için) devlete dönmek, hem de (dünyayı gidebileceğini umdukları doğrultuda yeniden inşa açısından) devleti ve genel olarak politikalarını yararsız ve hatta çok kötü bularak kınamak, bir tutarsızlık değildir.
Öyleyse bu insanlar dönüşümün yönünü etkileyebilecek ne yapacaklar, ne yapabilirler? Bu noktada bir başka aldatıcı slogan devreye girer: Bu, “sivil toplumu” kurma, genişletme ve yeniden inşa çağrısıdır. Bu da eşit derecede beyhude bir çabadır. “Sivil toplum” devletler varoldukça ve temel olarak yurttaşların devlet çatısı altında, devlet tarafından yasallaştırılan faaliyetlerde bulunmak ve devlete karşı dolaylı (yani parti dışı) politikalara girişmek üzere örgütlenmesi anlamına gelen “sivil toplum” denen bir şeyi ayakta tutacak güçte oldukça varolabilir. Sivil toplumun gelişimi, iç düzenin ve dünya-sistemi düzeninin dayanakları olan liberal devletlerin kurulmasında temel bir araçtı. Sivil toplum, o güne değin liberal bir devletin kurulmadığı yerlerde liberal devlet yapılarını oluşturmak için bir toparlanma simgesi olarak da kullanıldı. Ancak en önemlisi, tarihsel olarak sivil toplum, tehlikeli sınıfları uysallaştırma tarzı olmasının yanı sıra, devletin potansiyel yıkıcı şiddetini kısıtlama tarzıydı.
Sivil toplumun inşası, on dokuzuncu yüzyılda Avrupa ve Kuzey Amerika’daki devletlerin faaliyetiydi. Yirminci yüzyılın ilk altmış-altmış beş yılında devlet kurma dünya sisteminin gündeminde kaldıkça, daha fazla devlette sivil toplumların inşasından söz edilebilirdi. Ancak devletlerin zayıflamasıyla, sivil toplum da zorunlu olarak parçalanıyor. Zaten çağdaş liberallerin üzüldükleri ve muhafazakârların gizlice sevindikleri şey tam da bu parçalanmadır.
“Grupçuluk” –her biri bir kimlik çevresinde dayanışma kuran ve kendilerine benzeyen diğer grupların yanında ve karşısında hayatta kalma mücadelesi veren savunmacı grupların inşası– çağında yaşıyoruz. Bu grupların siyasi sorunu, insanlara sorunların üstesinden gelmelerine yardımcı olacak yeni bir araç olmamaktır (bu durum siyasi açıdan muğlaktır, çünkü yeni birer araç olmaları durumunda devletlerin çöküşüyle ortaya çıkan boşlukları doldurarak düzeni korumuş olacaklardır; dönüşüme aracılık etmelerinin tek yolu devletin bu işlevini üstlenmemeleridir). Eşitlik mücadelesinin bir parçası olarak grup hakları için savaşmak, (her halükârda çoğu grup için akla yakın görünmeyen bir hedef haline gelmiş olan) “arayı kapatmak” ve ön sıralara geçmek adına grup hakları için savaşmaktan tamamen farklıdır.
Dünyada bugün yaşanmakta olan geçiş döneminde, hem yerel düzeyde hem de dünya düzeyinde çalışmak etkilidir; ancak artık ulusal devlet düzeyinde çalışmak sınırlı bir yarara sahiptir. Çok kısa vadeli ya da uzun vadeli hedefler izlemek yararlıdır, ama orta vade süregiden, iyi işleyen bir tarihsel sistemi varsaydığından, etkisiz hale gelmiştir. Önümüzdeki dönemin bu denli karışık görünmesinin nedeni, zorunlu olarak buna özgü ve tesadüfi taktiklere sahip olan bu tür bir stratejinin yerine getirilmesinin basit olmamasıdır. Ancak bugün liberal değerlerin artık egemen olmadığı ve varolan tarihsel sistemin (meşruiyeti bir yana) kendi kabul edilebilirliği için gerekli olan asgari kişisel ve maddi güvenliği sağlayamadığı bir dünyada yaşadığımızı kabul edersek, açıkça makul bir umut ve güvenle, fakat elbette herhangi bir güvence olmaksızın ilerleyebiliriz.
Küstahça bir biçimde kendinden emin olan liberal ideologların vakti geçti. Muhafazakârlar, 150 yıllık bir kendini küçümsemeden sonra, dindarlık ve mistisizmle maskelenmiş pervasız bir çıkarcılığı, ideolojik bir ikame aracı olarak ortaya koymak üzere tekrar ortaya çıktılar. Muhafazakârlar egemen oldukları dönemlerde kendini beğenmiş, hedef gösterildiklerinde ya da sadece ciddi biçimde tehdit edildiklerinde ise kinci ve öfkeli olma eğilimindedirler. Mevcut dünya düzeninin dışında bırakılanların tümüne düşen tüm cephelerde birden ilerlemektir. Bundan böyle devlet iktidarını odak almak gibi basit bir hedefleri yok. Yapmaları gereken iş çok daha karmaşık bir şey: Aynı anda hem yerel, hem de küresel düzeylerde hareket etmek suretiyle yeni bir tarihsel sistemin yaratılmasını sağlamak. Bunu gerçekleştirmek zor ama imkânsız değil.
ELEŞTİRİLER GÖRÜŞLER
Oylum Yılmaz, “Kriz’i doğru anlamak”, Sabitfikir, 2009
“1990’dan 2025/2050’ye kadar olan dönemde çok büyük ihtimalle, barış, istikrar ve meşruiyet kıtlığı çekilecektir. Bunun nedeni kısmen, dünya sisteminin hegemonik gücü olan ABD’nin zayıflamasıdır. Ancak asıl neden bir dünya sistemi olarak dünya sistemindeki krizdir.” (s. 34)
“Kriz mutlaktır: Açmaz mutlaktır. Bunun sonuçlarını önümüzdeki yarım yüzyılda yaşayacağız. Krizi birlikte nasıl çözersek çözelim, ne tür yeni bir tarihsel sistem inşa edersek edelim ve bu sistem ister daha iyi ister daha kötü olsun, ister daha çok ister daha az insan haklarına ya da halkların haklarına sahip olalım, kesin olan bir şey var: Bu sistem, iki yüzyıldır tanıdığımız ideoloji olarak liberal ideolojiye dayanan bir sistem olmayacak.” (s.155)”Gerçekçiliğimin bir kısmı, ABD’nin kurtuluşu tek başına gerçekleştiremeyeceğini ileri sürmektir. ABD 1971’den 1945’e kadar bunu denedi. 1945’ten 1990’a kadar aynı şeyi başka yollarla denedi. 1990’dan sözgelimi 2025’e kadar yine başka yollarla bunu tekrar deneyeceğini tahmin ediyorum. Fakat tüm insanlığın kurtuluşu olmayan bir kurtuluşun olamayacağını göremedikçe, ne ABD ne dünyanın geri kalanı modern dünya sistemimizin yapısal krizini aşamayacak.” (s. 194)
Bu kâhince belirlemeler yeni değil, orijinali 1995, Türkçe çevirisi 1998 tarihini taşıyan bir kitaptan, Immanuel Wallerstein’in Liberalizmden Sonra başlıklı kitabından. Her zaman olduğu gibi okuyanlar için bu krizin gelişini de on sene önceden görmek mümkündü. Geldiği halde göremeyenleri ise hiç konuşmayalım. Bu kriz ne gördüklerini zannedenlerin, ne de görmedikleri halde hayatın gözlerine soktuklarının algılayabildikleri türde bir kriz değil. Bazı insanlar bu konuda yıllardır çalışıyorlar, çok gelişkin modeller geliştiriyorlar ve bu matematiksel modellerle de olabilecekleri boş lâfların ötesinde zamansal ve hatta miktarsal kesinlikte öngörebiliyorlar.
Wallerstein bir yandan Marksizmden, öte yandan Annales Okulu geleneğinden ve Bağımlılık teorilerinden yararlanarak 1970’lerde Magnum Opus’u olan Modern Dünya Sistemi’ni yazmıştı. Şu anda Yale Üniversitesinde. Dünya ahvali üzerine 15 günlük yorumlarını şu adresten izlemek mümkün: http://www.binghamton.edu/fbc/cmpg.htm. Türkçe çevirileri biraz gecikmeli olarak aynı sayfada yayımlanıyor. Wallerstein’in kitaplarını okurken bilinmesi gereken kavramlardan birisi “Kondratiyef Safhaları” ya da dalgaları. Kapitalist ekonominin bu uzun dalgalarının ismi, konuyu ilk kez analiz eden Nikolai Kondratiev’e atfen Joseph Schumpeter tarafından konulmuş. Çok kısaca söylemek gerekirse, ekonominin uzunluğu 40 ilâ 60 yıl arasında değişen safhaları/dalgaları söz konusu. Bu safhaların ilk yarısı Kondratiyef A safhası ya da yükseliş, gelişme, refah; ikinci yarısı Kondratiyef B, ya da düşüş, kriz safhası olarak adlandırılıyor. Wallerstein’in yazının başına aldığımız cümlesinde 2025/2050 yıllarından dem vurmasının nedeni, ilki 1771’de Sanayi Devriminin başlangıcı ile tarihlenen bu dalgaların, 1971’de başlayan 5.sinin içerisinde (Enformasyon ve Telekomünikasyon Çağı) olmamız. Şimdi 5. dalganın çöküş ya da diğer deyişle “kış” aşamasındayız. Ancak bu tarihler konusunda ekonomistler arasında bir konsensus bulunmuyor. Görüldüğü gibi olaylara insanlık tarihinin bilimsel birikimini kullanarak bakınca hamdolsunlu ya da morgıçlı yorumların ötesinde ormanı görebilmek mümkün oluyor: Orman yanıyor.
Wallerstein bu kitabında teorik çerçevesi içerisinde Liberalizmi, Komünizmi, Modernleşmeyi, Kalkınma paradigmasını ve soğuk savaş dönemini siyasal ve ekonomik açıdan çözümlüyor. Yaşadığımız dönemi ve geleceği daha iyi anlayabilmek, ve aslında hiçbir şey anlatmayan, anlatırmış gibi duran açıklamaların ötesine geçebilmek için bugünlerde mutlaka okunması gereken bir kitap bu. Özellikle ABD’deki konut sektörü ile ilgili çok bilmiş açıklamaları duydukça şu tesbit hatırlanmalı: ” Yine de Braudel’in bize hatırlattığı gibi “olaylar değersizdir”, büyük olaylar bile. Olaylar, onları konjonktür ritimlerine ve uzun vadeli eğilimlere yerleştirmediğimiz sürece hiçbir anlam taşımazlar.” (s. 219) Yani “Normal bir Kondratiyef B safhasının semptomları olan fenomenler şunlardır: Üretimde büyümenin yavaşlaması ve muhtemelen kişi başına dünya üretiminde düşüş; faal ücretli çalışma işsizliği oranında yükselme; kazanç mevkilerinin nisbi olarak, üretim faaliyetlerinden finansal manipülasyonlara kayması; devlet borçlanmasında artış; “eski” endüstrilerin düşük ücret bölgelerine kayması; meşrulaştırmaları aslında askeri olmaktan çok, karşı-döngüsel talep yaratılmasıyla ilgili olan askeri harcamalarda artış…” (s. 36). Buyrun, 1995’te çizilen bir 2000’ler panoraması; kuramın sağlam temellerinde savaşın, Çin üretim bölgesinin ve finansal manipülasyonların öngörüsü.
Kondratiyef safhasının sonu aynı zamanda 4. safhadan itibaren hegemonik güç olarak dünya sahnesine çıkmış olan ABD’nin, hegemonik güç olarak sahneden çekilişi ile de örtüşüyor ve bu geleceği biraz daha belirsiz hale getiriyor. Soru net: Eski dünya düzeni tarihin müzesindeki yerini alırken, yeni düzen nasıl şekillenecek? “Geçmişe özlem duyacağımız günler çok mu yakın? Korkarım bu kaçınılmaz. Dünya sisteminde ABD hegemonyası döneminden (1945-1990) çıktık ve hegemonya sonrası bir döneme girdik. Eski Üçüncü Dünya’nın o dönemdeki konumu zor idiyse, kanımca bugün çok daha zor koşullarla karşı karşıya bulunmaktadır. Geride bıraktığımız dönem umutların, kuşkusuz çoğu sahte umutların, ama yine de umutların çağıydı. Hemen önümüzdeki dönem ise sorunların ve güvenden çok umutsuzluktan doğan mücadelelerin çağı olacaktır. Bu koşullar altında uygun düşmeyebilecek olan eski bir Batı simgesini kullanacak olursak: bu sonucun daima belirsiz olduğu bir araf çağı olacaktır.” (s. 19)
15 Ekim’de yazdığı yorumda da http://www.binghamton.edu/fbc/cmpg.htm , kitaptaki yorumlarına paralel olarak korumacılığın artacağı bir dünya ve çok bilenlerin hâlâ bel bağladığı “babalar gibi özelleştirme” yerine devletin üretimde artacak olan rolüne; daha demokratik ya da daha totaliter rejimlerin ortaya çıkacağına değiniyor. Ama her hâl ve şartta kısa vadede ortada güzel bir resim olmayacak ve sonrasında yeni bir düzen olacak, diyor.
KİTABIN KÜNYESİ
Immanuel Wallerstein
Liberalizmden Sonra
Özgün adı: After Liberalism
Çeviri: Erol Öz
Yayına Hazırlayan: Bülent Somay, Semih Sökmen
Kapak Fotoğrafı: Robert Frank
Kapak Tasarımı: Semih Sökmen
Kitabın Baskıları:
1. Basım: Eylül 1998
4. Basım: Kasım 2012
Metis Yayınları
İÇİNDEKİLER
Teşekkür
Giriş: Liberalizmden Sonra mı?
Birinci Bölüm
1990’lar ve Sonrası: Bir Yeniden İnşa Mümkün mü?
I Soğuk Savaş ve Üçüncü Dünya: Eski Güzel Günler mi?
II Barış, İstikrar ve Meşruiyet 1990-2025/2050
III Afrika’nın Umudu Ne? Dünyanın Umudu Ne?
İkinci Bölüm
Liberal İdeolojinin İnşası ve Zaferi
IV Üç İdeoloji mi, Tek İdeoloji mi? Sözde Modernlik Savaşı
V Liberalizm ve Ulus-Devletlerin Meşrulaştırılması: Tarihsel Bir Yorum
VI Ulusal Kalkınma Kavramı, 1917-1989: Ağıt ve Cenaze Duası
Üçüncü Bölüm
Liberallerin Tarihsel Açmazları
VII Hangi Modernliğin Sonu?
VIII Liberalizmin Aşılamaz Çelişkileri:
Modern Dünya Sistemi Jeokültüründe İnsan Hakları
ve Halkların Hakları
IX Kalkınma Jeokültürü mü, Jeokültürümüzün Dönüşümü mü?
X Amerika ve Dünya: Bugün, Dün ve Yarın
Dördüncü Bölüm
Sosyalizmin Ölümü mü, Yoksa Ölümcül Tehlike İçindeki Kapitalizm mi?
XI Dönüşüm Stratejisi ve Taktikleri Olarak Devrim
XII Komünizmler’in Çöküşünden Sonra Marksizm
XIII Liberalizmin Çöküşü
XIV Liberalizmin Sancıları: İlerlemeden Umulan Ne?
Immanuel Wallerstein
New York’ta doğdu (1930-2019). Columbia Üniversitesi’nden 1951 yılında lisans, 1959 yılında doktora diploması aldı ve aynı üniversitenin Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi oldu. 1955-1970 döneminde başlıca araştırma alanı Afrika’ydı. 1961’de Africa: the Politics of Independence adlı çalışması, 1967’de ise Africa: the Politics of Unity adlı çalışması yayımlandı. 1968 yılında Columbia Üniversitesi’ndeki reform hareketine etkin bir biçimde katıldı. 1971 yılında Montreal’de McGill Üniversitesi’nde görev aldı. 1976’dan bu yana New York eyaletindeki Binghamton Üniversitesi’nde sosyoloji profesörlüğü yapmakta ve Fernand Braudel Ekonomi, Tarihsel Sistemler ve Uygarlık Araştırmaları Merkezi’nin müdürlüğünü yürütmektedir. Temel yapıtı niteliğindeki Modern Dünya Sistemi adlı kitabını üç cilt halinde 1974, 1980 ve 1989 yıllarında yayımladı ve sosyal bilimlerde verimli bir damarın ortaya çıkmasına yol açtı. “Dünya sistemleri analizi” olarak bilinen bu anlayış ve çalışma tarzı mevcut kapitalizm analizlerine geniş bir bakış açısı ve tarihsellik boyutu getirdi. 1994-98 tarihleri arasında Uluslararası Sosyoloji Derneği başkanlığını yapan yazarın Türkçedeki eserleri şunlardır: Jeopolitik ve Jeokültür (İz, 1993), Sosyal Bilimleri Düşünmemek (Avesta, 1999), Geçiş Çağı, Dünya Sisteminin Yörüngesi, 1945-2025 (Hopkins ile birlikte, Avesta, 2000), Güncel Yorumlar (Aram, 2001), Ütopistik ya da 21. Yüzyılın Tarihsel Seçimleri (Avesta, 2001), Dünya Sistemleri Analizi: Bir Giriş (Aram, 2004), Modern Dünya Sistemi 1, 2 (Bakış, 2004, 2005), Avrupa Evrenselciliği (Aram, 2007).