Schopehnauer felsefesi başlangıcından itibaren bir red felsefesidir. Bu red, ona kadar uzanagelen felsefe geleneğinde olağan kabul edilmiş, öylece benimsenen temel felsefi hakikatlere yönelik bir reddir. On dokuzuncu yüzyılın girişinde felsefenin temel hakikati denince, kendi bilincinde olan ben anlaşılıyordu. Bilincin birliği, bütünlüğü bu ben’in içinde, onun sayesinde kurulmaktaydı. Descartes, “cogito ergo- sum / düşünüyorum öyleyse varım” anlayışını kurucu bir ilke olarak yeniçağ felsefesinin temeline yerleştirmişti. Kant, on sekizinci yüzyıl idealizmine “bütün tasarımlarıma eşlik edebilecek ben” anlayışını soktu. Hegel ise, tözün (geist’ın) özne olmak (görünürleşmek) zorunda olduğu görüşünü felsefesinin programı olarak değerlendirip bu gelişmeyi bir sona götürmüştür.
Düşünen ben’in bu kendi bilincinde olma, kendinin farkında olma savı, idealizmin felsefesinin, kendimiz ve dünya (gerçeklik) hakkındaki bilgimizin temeli ve açıklaması olarak ben’i nihai ve sarsılmaz bir temel olarak görmesi, Schopenhauer’in kuşkuyla yaklaştığı bir anlayıştır. Nesne ile öznenin, gerçeklik ile bilgisinin ben temelindeki bu buluşması, Schopenhauer’in kabul edemeyeceği bir çözümdür. Ona göre, az sonra göreceğimiz gibi, görünürdeki dünyada ne varsa düşünme işlemlerinin ürünüdür, ama insan aklının çürütülemez son hakikatleri doğruca ben’den, kendi içinden çıkarak ortaya koyması, bu hakikatlerin, dünyanın maddi varlık temelleri olarak anlaşılmak istenmesi, işte bu imkânsızdır. Hele Hegel felsefesinde başlangıçta kendi bilincinde olmayan mutlak idee’nin, gelişme üzerinden kendi bilincine varması anlayışı, hakikati ben’de. temellendiren modelin artık en uç örneğidir; öyledir, çünkü bu başlangıçtaki geist’ın kaynağı, Schopenhauer’e göre, aslında kendi düşünme işlemlerimiz, bizim beyin fonksiyonlarımızdır. Dolayısıyla da Hegel, dünyanın temel ilkesini ben’de temellendirmiş olmaktadır.
Schopenhauer’in tepkisinin öteki yarısı da mekanikçi materyalizme; genleşmiş, evreni kapsayan, içine nüfuz edilmez madde anlayışına dayalı materyalizme yöneliktir. Böylelikle, felsefesini bir yandan idealizmin öte yandan materyalizmin karşısına yerleştirmeye çalışan Schopenhauer, iki yönlü bir cephe oluşturur. Bu cepheyi kurarken materyalizmin yetersizliklerini göstermek için Kant idealizminin argümanlarına sarılır, idealizmin bilgi teorisi alanındaki engel ve sınırlarını göstermek isterken de materyalizmin bazı argümanlarını kullanır; giderek, mekanikçi materyalizm ile idealizmin bilgi teorisi alanında dayandıkları temellerin önemli bir farkları bulunmadığı sonucuna varır. Hem mekanikçi materyalizmde hem de idealizmde; birinde bireysel duyumların, ötekinde akim kategorik aygıtının faaliyetleri, bilgi’nin birlik ve bütünlüğünü kurucu ilkeyi oluşturmaktadırlar. İdealizm, dünyanın (gerçekliğin) birliğini, bütünlüğünü oluşturan yapıların temeline aklı, logos’u yerleştirirken, mekanikçi materyalizm, anschanung’ların (kavrayıcı/iç) görü’nün salt biçimlerini alıp nesnelerin özüne taşır. Kant’a göre zaman ve mekân anschauung’un/görü’nün salt biçimleridirler. Bunun ne anlama geldiğini biraz açalım: Felsefenin bilgi teorisi kanadında, bilgilerimizin ‘kaynağı’nın ne olduğu sorusu Elealı’lardan itibaren başlıca iki düzlemde toplanabilecek cevaplar bulmuştu. Bunlardan biri, bilgi’nin kaynağının dış, nesnel gerçekliğin algısı, yani duyu olduğunu ileri süren cevapların toplandığı düzlem; ikincisi, bil- gi’nin kaynağının doğrudan düşüncede, yani beynin işlevlerinde olduğunu ileri süren anlayışların oluşturduğu düzlemdir. Rasyonalist felsefe geleneğinde, düşünce kaynaklı bilgi, duyu bilgisine değerce üstün tutulur. Rasyonalist anlayışta, düşünce bilgisi’nin salt, yani kaynağı gene sadece düşüncenin içinde bulunan, a priori, doğuştan, bilen özneye ait biçimleri vardır. Kant, işte bu düşüncenin temel formları, kategorileri anlamındaki salt kavramına bir tür alan kaydırması yaptırarak, onun kapsamını genişletir ve sadece düşünce bilgisinin değil duyu bilgisinin de salt formları bulunduğunu ileri sürer. Bu iki salt biçim ya da kategori, zaman ile mekândır. Bunlar olmadan duyu verilerinin bilgiye dönüşmesi imkânsızdır. Zaman ile mekân bu tanımda, birer soyut kavram değil, görü ‘dürler. Zaman ile mekânın kendisine düşünce yoluyla değil, görü yoluyla ulaşırız. Zaman ile mekân, duyu dünyasına açılan gözler gibidirler; özne, bu ikisi olmaksızın, duyu dünyasına ulaşamadığı gibi, bu dünyanın bilgisini de edinemez.
Anlayacağımız, Kant öncesine kadar ben’in düşüncesinin içinde sadece duyum dünyasından ayrı biçimler temellenirken, Kant, duyumlarla edindiğimiz bilgi alanında da a priori iki kategorinin varlığını benimseyip bunları da gene bilgi edinen özneye bağlıyor. Kavrayıcı görü’nün bu iki biçimi, zaman ve mekân, son tahlilde gene nedensellik yasası ve öteki kategorilerle birlikte, bilgi edinen öznenin dünyasına aittirler. Demek ki dünyanın (gerçekliğin) birlik ve bütünlüğü, bir başka deyişle tekliği, burada, dıştan, nesnelerin dünyasından değil de, bu nesneleri algılayan, duyumlayan ve düşünen öznenin dünyasından gelerek kurulur.
Varolmanın Acısı-Schopenhauer Felsefesi
Veysel Atayman
Donkişot Yayınları