Demir Özlü:
“Cepheden resmimi bastınız, bir de profilden olanı yayınlayın”
Takvimler 15 Kasım 1961’i gösterirken Kayseri-İncesu’da dünyaya geldi Metin Kaçan. Ve henüz altı aylık bir bebekken ailesi, çocuklarını alarak “taşı toprağı altın” İstanbul’a geldi. Kaçan’ın çocukluğu Dolapdere’de geçti. Ermenilerin, Rumların, Çingenelerin, Anadolu’nun farklı yerlerinden göç etmişlerin bir arada yaşadığı, ezan seslerinin çan seslerine karıştığı;
esrarkeşlerin, fahişelerin, eşcinsellerin, yobazların, katillerin dip dibe var olduğu Dolapdere’de büyüdü, var oldu Kaçan. Bu semt çok şey öğretti ona ve o sıra dışı yapıtı “Ağır Roman”ın baş mekânı oldu. Kaçan, kendisiyle yaptığım bir söyleşide (ki nereden bilebilirdim bunun son söyleşisi olacağını) Dolapdere’nin ona öğrettikleri üzerine şunları söylüyordu: “Dolapdere’de büyümüş biri olarak ne eşcinselleri ne katilleri ne yobazları ne fahişeleri asla yargılamadım, asla aşağılamadım. Bana göre hepsinin bir hikâyesi vardı. Başlangıçta hepsi güzel hikâyelerle yola çıkmış insanlardı. Onları oldukları gibi kabul etmek, yargılamamak Dolapdere’de yaşamanın bana öğrettiklerindendi. Bu insanların çoğu, zaman içinde benim arkadaşım oldu. İnsanın özellikle böyle bir çevrede yalnız olması, kendini izole etmesi mümkün olamıyor. (11 Ocak 2013, Aydınlık Kitap Eki)” Ancak Kaçan, son zamanlarda tüm insanlardan, bu hayattan sıkılmıştı sanki, çaresiz olmayı seçmişti o da. Şöyle diyordu çünkü: “Ben artık insanların bilinçli olarak çaresiz olmayı seçtiklerini düşünüyorum. İnsanlar şimdilerde kapitalizmin bilinçli köleleri haline geldiler. Alışveriş merkezleri, her köşe başında kentsel dönüşüm rantları, susmak bilmeyen cep telefonları, sosyal paylaşım siteleri, giderek birbirlerinden uzaklaşan insanlar…” Ve bu hayata daha fazla dayanacak gücü kalmamıştı; 6 Ocak 2013 günü yaşamına kendi eliyle son verdi. Birçok intihara sahne olan Boğaziçi Köprüsü’nde, bindiği taksiyi durdurarak serin sulara bıraktı o da bedenini. Ve Kaçan’ın cansız bedeni ancak 10 gün sonra (16 Ocak günü) Beylikdüzü sahilinde bulundu. İntiharlarla dolu edebiyat tarihine maalesef bir edebiyat adamının daha ismi eklenmiş oldu böylece…
Yazar Demir Özlü “Önünde Boş Bir Uzam” adlı anlatısında, intihara dair şu satırları yazmıştı: “İnsan yaşama dayanmalı, sonuna kadar yaşamalıdır. Ama o yolu tutanlara da derin bir saygı duyarım. (…) Yaşam kadar ölüm de saygıdeğerdir”. Yaşamın dayanılmaz ağırlığı altında ezilerek intiharı seçen her edebiyatçı gibi Kaçan’ın ölümü de saygıdeğerdir elbet. Ve her edebiyat adamı gibi o da ölümsüz eserleriyle ve ardında bıraktığı insanlarda kalan anılarda yaşamaya devam edecek. Demir Özlü’nün anısı da bu bağlamda önem arz ediyor. Özlü, Kaçan’ın ölümünün ardından hüküm süren derin sessizliğe dikkat çekiyor ve şöyle diyor: “Edebiyat dergilerinde onunla ve intiharıyla ilgili bir yazıya rastlamadım. Şimdiki durum şöyle sanırım: Cepheden resmimi bastınız, bir de profilden olanı yayınlayın.” Özlü’nün, Metin Kaçan ile ilgili bana aktardığı tanıklığı ben de tüm edebiyatseverlerle paylaşıyorum buradan…
***
Yazar Metin Kaçan, 6 Ocak 2013 günü Boğaz Köprüsü’nden kendisini atarak intihar etti. Cesedi Marmara denizinin ötelerinde 16 gün sonra bulundu. Bu trajik olay üzerine magazin yazınında gene pek çok haber çıktı. 1996 yılında onu üç yıl hapiste yatmaya zorlayan olay üzerine olduğu gibi… Ben 1996 yılında gazetelerin magazin sayfalarında çıkan haberleri, bugün olduğu gibi okumamaktaydım. Sadece bir ya da iki başlığı görmüştüm…
Sıra dışı bir roman: “Ağır Roman”
1990 yılı başında Türkiye’ye döndüğümde Metin Kaçan’ın yazınsal açıdan gerçekten çok başarılı olan benzersiz “Ağır Roman” adlı romanı, gene o sıralarda yayınlanmıştı. Sadece ismi ya da çok beğenilmiş olması değildi beni romanı hemen okumaya sürükleyen. Yakın çevrem de romanı okumuştu; çok iyi bir roman olduğunu söylüyorlardı. Kitabı ben de hemen alıp okudum. Gerçekten sıra dışı bir romandı bu. Önce otantikti. Başka yazarların edebiyatlarından gelmiyordu. (Yanlış anlaşılmasın; başka büyük yazarların açtıkları derin kanallardan gelen çok üstün edebiyat yapıtları da vardır. Edebiyatta böyle bir tartışma alanı açmak istemiyorum). Fakat bu roman İstanbul’un belirli bir köşesinde yaşanan gerçek yaşamdan pek çok öğe alıyordu içine. Hem de o yörenin jargonuyla, ama hiçbir an aksamayan, tek sözcükte bile yapaylaşmayan bir jargonla yazılmıştı. Elbette bu kadar da değil: Duyarlılık içinde kaybolan -bayağılaşmayan- bir mizah gücü de vardı içinde. Ama en üstte de o eksiksiz trajik yapı yer alıyordu. Aşk romanıydı ama hangi ortamda, hangi mahallede, hangi koşullar altında? Kitapta başka bir şey daha dikkatimi çekti: Sait Faik, Kasımpaşa’daki hayatı, Beyoğlu’ndan aşağıya inerek Ziba’ya kadar anlatıyordu (Sait Faik/Havada Bulut); Metin ise sonrasını getiriyordu. Bütün bir büyük mahalleyi kapsıyordu anlattıkları. “Havada Bulut”un kahramanı, yaşamı arayan, bir ölçüde yukarı tabakadan gelen bir gezgindi. Metin’in kahramanlarıysa o mahallede oturan insanlardı…
Yurda yeni dönen birisiyle söyleşiler yapılır. Benle yapılan bu söyleşilerin ikisinde bu romanın başarısını işaret ettim. Metin’e üç beş yıl sonra bir yerde rastladığımda, romanının güzelliğinden söz ettiğim gibi bu işaret edişleri de görüp görmediğini sordum. Çok kısa süren bir rastlaşmaydı. Birini görmüştü; bir edebiyat dergisinde. Gazetelerin magazin sayfalarının en çok okunduğu bir ülkede, edebiyat dergilerinde yer alan yazıların ne önemi olabilir?
Marsilya Havaalanı’nda Kaçan ile karşılaşma
2009 yılında Paris’ten Stockholm’a, oradaki bir edebiyat etkinliğinden yeni dönmüştüm. Bu etkinliği örgütleyen Fransız dostlar bana Eiffel Mahallesi’nin bir kıyısında, Emile Zola’ya yakın bir yerde küçük bir otelde yer ayırtmışlar. Biraz memnuniyetsizlik belirtecektim ki birdenbire bir mucizeyi fark etmekle sıçradım. Bu otel 60’lı yıllarda öğrenci olarak kaldığım, şimdi var olmayan Epoq’in (Epoque değil) elli metre ötesindeydi. O güzel Paris günlerinin gömülü olduğu yerin… Münich’den aktarmalı bir Lufthansa uçağıyla gene bir edebiyat etkinliği için Marsilya’ya gidecektim. Sabah saatlerinde geçen Stocholm-Münich yolculuğu çok daha rahattı. Münich Havaalanı’nda değiştirim (transfer) yapılan yer oldukça kalabalıktır. Müniche-Marsilya Lufthansa uçağına geçtiğimde uçak tamamen doluydu. 11 Ekim 2009 günü olacak… Uçuşun ilk saatinde, uçakta kuyruktaki tuvalete giderken Metin Kaçan’a benzeyen birisini görür gibi oldum ama hem aklım başka yerlerdeydi hem de ihtimal vermedim. Marsilya Havaalanı’nda çıkışa inen yürüyen merdivenlerde birdenbire rastladım ona. Etkinliği düzenleyen örgütten bir hanım almaya gelmişti bizi, otomobiliyle.
“Mösyö Kaçan nerede?”
“İşte burada.”
Ben öne, şoförün yanına oturdum. Metin de arabanın koltuğuna…
30 yıl sonra gene Marsilya…
Benim 1961’de, sonra da 1974’te gördüğüm Marsilya gibi değildi. Otomobil yolu çok tenhaydı. Deniz de öyle. Hemen hemen boştu. Kadının bana, benim de kadına birçok sorularımız vardı. Deniz niçin bu kadar boş gibi? Çünkü Marsilya uluslararası bir liman değildi artık. Bu şaşılacak bir şeydi. Bir halk oylamasıyla mı böyle olmuştu? Yolun kenarına yapılmış siloya benzeyen bu büyük yapı da hiç yakışık almamıştı. İstanbul’da hava nasıldı? Ya Stockholm’da? Ben hep orada mı oturuyordum? Arka koltuktan öne yakınlaşmış Metin bütün konuşmaların çevirisini bekliyordu benden. Üşenmeden yaptım. Kentin merkezine uzanan bir haliç olan ama şimdi üzerinde gemiler bulunmayan durgun limana
geldik. Kadın hemen yol üstündeki limana bakan otelimizi gösterdi. Eşyalarımızı, güneyin ışığına boğulmuş otelin ön yüzündeki odalarda bıraktıktan sonra karşılayıcımız bizi yeniden arka sokağa bıraktığı otomobiline aldı. Suyun karşısındaki rıhtımın arkasındaki ortasında kahveler olan, pazar yerine benzeyen bir kahveye, orada oturan birkaç kişiye tanıştırılarak bırakıldık. Vakit öğleyi birkaç saat geçiyordu. Karşılayıcımız işaret etmişti, akşam yemeğine hemen karşıdaki klasik ama çok yüksek olmayan, merkez olan yapının sokağı gören birinci katına yemeğe çağrılıydık. İki yanı yol olan, ortadaki ağaçlıklı bölüme de servis yapılan kahvede ben bir “perno” ısmarladım kendime. Kente sonbahar gelmişti ve hava çok sıcak olmasa da iki perno’dan fazlasını içmemeyi kararlaştırdım. Oturduğum masaya bazı Fransız kadınlar geldi gitti. Onların kim olduklarını sormamayı kararlaştırdım. Zaten onların aralarında konuşacakları bir şeyler vardı. Hava çok güzeldi. Marseille idi burası: Marseille, Marsilya. Otuz yıl sonra orayı gene görüyordum. Metin, kenti biraz dolaşmaya çıkmıştı.
Büyük bir çadırda kültür haftası…
Edebiyat etkinliği bir diyaloglar toplamıydı. Etkinliğin yeri de kahvenin biraz ötesindeki büyük çadırdı. Burası Akdeniz olduğundan akşam üzeri olan bu toplantıdan önce, körfeze bakan, açık penceresinden caddenin rahatsız etmeyen gürültüsü duyulan odamda bir saat kadar “siesta” yapmaya olanak buldum. Uçak yolculuğundan ötürü yorgundum. Belki de iklim değiştirmiş olmaktan… Çadırın içindeki oturuma giderken tezgâhlar üzerinde sergilenmiş kitaplara baktım. Ne güzel basılardı. Elbette Fransa kitaplarla yaşayan bir memleketti. Paris de öyleydi. Şehrin birçok yerinde, en çok da Latin Mahallesi’nde yığılı kitapların, kaldırımların zeminini çökerteceğini sanırdım. Önce Metin’in baskıya girecek olan Ağır Roman’ından bazı parçalar okundu. Türk edebiyatıyla haşır neşir bir Doğu Dilleri Yüksek Okulu profesörü dinleyicileri romana yaklaştırıcı bir konuşma yaptı. Daha önceki gelişlerimde bu romanın çevirisinin güçlükleri üzerine kendisiyle konuşmuştuk. Romanın adını bile çevirmek zordu. Bu defa buldukları dil olanaklarını anlattı bana. Ardından Marsilyalı bir kültür gazetecisi benim “Bir Beyoğlu Düşü” anlatım üzerine konuştu. O denli güzel çözümlemeler yaptı ki; konuşmasının sonunda söz sırasını bana geçirince, bu kadar güzel çözümlemelerden sonra bir şey söyleyemeyeceğimi belirttim. Bir ölçüde eski bir kültür merkezi olarak Beyoğlu’ndan söz etmeye çalıştım. Metin yanında çevirmeni olsa da pek az konuştu. Bu tür büyük bir çadırda kültür haftasıyla ilk kez karşılaşıyordum. Toplantıdan sonra yirmi metre ötedeki kahveye uzandık. Asıl şimdi perno zamanıydı. Metin perno’nun çok sert olup olmadığını sordu. “Rakıdan çok daha hafiftir” dedim.”Ama biliyorsun, her içki kendi yerinde güzel. Perno da burada.”
Fransız kadına kompliman…
Akşam yemeği, o alt kat pencereleri kocaman olan klasik binadaydı. Tabii bu lokanta bölümü oturaklı masaları gibi maun tahtalarıyla, düzenlenmiş ışıklandırılmasıyla, döşemesindeki tek renk, koyu yeşil halısıyla çok klasik bir lokaldi. Sokağa bakan pencerenin yanındaki masayı bize -misafirlere- ayırmışlardı. Lokanta, kahvehane, oturma salonu gibi kullanılan bu yüksek tavanlı, ihtilalden sonra yapılmış yapılardan biri olacak bu güzel binayı Marsilya’da kültür işlerine bırakmışlardı. Yemekler bir bayan garson tarafından getiriliyordu. Kırmızı ve beyaz şaraplar, ilk serviste bardağımıza doldurulmuş, sonra da şişeler masada bırakılmıştı. Metin’le beni havaalanından almış olan hanım gece elbiselerini giymiş olarak yanımıza geldi. Hatırımızı sorarken genç bir kızı masamıza bıraktı. O da yemeğe katılacaktı. Cote d’Azur’deki üniversitelerden birinin genç bir öğretim üyesiydi bu kız. Çadırdaki sergide yeni yayınlanmış bir kitabı vardı; edebiyat bilimiyle ilgili bir çalışma… Konuşma konuları bulmamız zor olsa da, gene de bir şeyler bulabildik. Masamızda oturan tek kadın o olduğundan ona komplimanlar da yapmamız gerekiyordu. Gerçekten rahat hareket eden güzel bir genç kadındı. Metin’in komplimanlarını da ben çevirdim. Konular iyice hafifleyince kız eteğini daha yükseğe çekerek düzgün bacaklarını iyice gösterir bir biçimde oturmaya başladı. Benim yanımda oturuyordu. Ben kadın-erkek havasına girmediğimden komplimanları tadında bıraktık. Fransız kadınlar erkeklerden kompliman beklerler. Tersine davranış kabalık sayılabilir. Bir iki bardak şaraptan sonra, rıhtımdaki caddeye çıkacak, karşı kıyıda çok yakında olan otelimize gidecektik. “Kıza neden daha fazla kur yapmadık?” dedi Metin. “O kadarı yeterdi.” “Neden ama?” Başka bir bahane bulamadım: “Ayakları çok büyüktü.” “Deme yahu!”… Rıhtım Caddesi’ndeki ışıklarda durmuştuk. Başımı çevirdim. Kız da ışıkları bekliyordu. Yanımdaydı. “O, nereye böyle ?” diye sordum. “Kız kardeşim burada oturur. Ona gidiyorum.” “Bizden selamlar söyleyin.” Işıkları geçtik. Kız kayboldu. “Gördün mü Metin, fazla kur yapmak bir sonuca ulaşmayacakmış.”
Birlikte İstanbul’a dönüş…
Ertesi sabah çadırda bir oturum daha oldu. Hava bir gün önceki gibi güzeldi. Ben de dinlenebilmiş, daha diri olmuştum. Eşsiz güzellikte liman… Çok sakin. Rıhtımdaki cadde, Paris kahvelerini aratmayan kahveler… Körfezin ucundan yukarıya doğru çıkan görkemli cadde… Rıhtımı çevreleyen caddeye koşut caddeler… Büyük ağaçlar… Öğleden sonra gene Lufthansa ile İstanbul’a uçacaktık. Bizi havaalanına gene karşılamaya gelen hanım götürdü. Evi Marsilya’nın tam merkezinde değildi. İki çocuk sahibiydi. Marsilya’yı çok seviyordu. Çok geniş olan bekleme salonu yürüyen merdivenle çıkılan üst katta idi. Havaalanına biraz erken gelmiştik. Oradaki rahat koltuklarda uzun boylu oturduk. Çaylar ve sandviçler vardı. Ekim ayının 12’si… Günler eskisi kadar uzun değildi. Bu havalimanında anlamadığım bir şey vardı. Biz bekleme salonundan kalabalık bir yolcu gurubu olarak uçağa girmiyorduk ama uçağın içini kalabalık buluyorduk. İki saatlik bir uçuşla gene Münih’e geldik. O havaalanında çok güzel şeyler satan butikler olduğunu biliyordum. Ama bu uçak değiştiriminde o kadar çok vakit yoktu. Bazı merdivenler çıktık. İstanbul’a giden uçak bölümüne ben hemen geçebildim. Elimde Avrupa Birliği pasaportum vardı. Metin, Türk pasaportunda vizesi olduğu halde on-on iki dakika kadar bekletildi. Uçak tam saatinde kalkacaktı. Kalabalık bir uçağa yerleştik. Hava kararmıştı. Marsilya’dan sonra, gene iki saat uçacağımız için bir sıkıntı duydum. Uçak kalktıktan sonra hostesten bir yarımlık Cognac Martell istedim. Metin’le onu içe içe Yeşilköy Havaalanı’nı bulduk. Yeşilköy’de ben tax free’den bir şişe viski -Jak Daniels- aldım. Tax-free’nin önünde Metin’in alışverişini bekledim. Çok uzun bir süre alacağı şeyleri seçti. Kimisini bıraktı başkalarını aldı eline. Kendisini ne kadar çok sayıda kişiye hediye almaya mecbur hissediyordu. Oysa hiç sevmem bu hediye alma işini. Feriköy’e gitmek için ben taksi tutacaktım. Onu önce bırakabilir miydim? Hayır, önce o beni bırakacaktı. Bu konuda ısrarlıydı. Birtakım yollardan Aşağı Feriköy çarşı içine geldik. Ben burada inebilirdim. Hayır, taksi parasını bana ısrarla verdirmedi. Zaten şoförle de arkadaş olmuş gibiydi. O da onun tarafını tutar gibiydi…
“Marsilya yolculuğu Metin’in ilk yurtdışına çıkışı imiş”
Yeniden görüşmeyi diledik. Onunla ahbaplık etmek isterdim. 6 Ocak 2013 gecesi intihar ettiğinde, internette 1996 tarihinde hapse girmesine, orada şişlenip ölümden zor kurtulmasına neden olan, çok yankılanan olayla ilgili bütün söylenenleri gözden geçirdim. Her kafadan sinik başka başka şeyler çıkıyordu. Mertçe konuşan bir iki kişi vardı. Dava dosyasında bir tek bilimsel delil vardı; ilgili doktorun tecavüz olmadığı hakkında raporu… Yakında öğrendim Act Sud Yayınevi redaktöründen; bu Marsilya yolculuğu Metin’in ilk yurtdışına çıkışı imiş. Eski kuşak edebiyatçılar ortadan çekileli sanırım edebiyat dünyasında insani duygular kalmadı. Diyeceğim, edebiyat dergilerinde onunla ve intiharıyla ilgili bir yazıya rastlamadım. Şimdiki durum şöyle sanırım: Cepheden resmimi bastınız, bir de profilden olanı yayınlayın.
HAZIRLAYAN: Elif Şahin Hamidi
Bu yazı, 2013 yılında, Varlık dergisinde yayımlanmıştır.