Nilgün Marmara: Sylvia Plath’ın Düzyazılarıyla Şiirleri Arasındaki Temel Farklar; Kurgusal Metinleriyle Dizeleri Arasında Bazı Karşılaştırmalar

“Öykü yazma tutkusu, hayatının en bariz yüküydü. Profesyonel olarak büyük bir başarı kazanmak, zor bir mesleğin erbabı olmak ve gerçek dünyayı ciddi bir şekilde araştırmak istiyordu…” der Ted Hughes, Plath’ın şiiri asıl ciddi iş olan düzyazıdan bir kaçış olarak gördüğü için düzyazı yazabilmeyi şiddetle arzulaması hakkında.

Plath düzyazı yazarken karşılaştığı engelleri ifade eder: “…Hayat neredeydi? Dağılıyor, yok oluyordu ve hayatım tartıldığında eksik çıkıyordu, çünkü hazırlanmış bir roman kurgusuna sahip değildi, çünkü daktilonun başına oturup yoğun ve büyüleyici bir romanı sadece dehayla ve irade gücüyle bir ayda yazmayı başaramıyordum. Nereden, nasıl, neyle ve ne için başlayacaktım? Hayatımda yirmi sayfalık bir öyküye bile yetecek bir olay yok gibiydi. Felç olmuş halde oturuyordum, dünyada konuşacak kimsem olmadığını hissederek, insanlıktan tamamen uzakta, kendi eserim olan bir vakumun içinde s Kendimi giderek daha kötü hissediyordum. Ancak yazar olmak beni mutlu edebilirdi ve yazar olamıyordum. Oturup tek cümle bile yazamıyordum. Korkudan kaskatı kesilmiştim… (14)

Bu pasajdan anlayabileceğimiz gibi, Plath için evrende onaylanmanın, kendini gerçekleştirmenin yolu; kurgulanmış biçimsel düzenlere sahip bir eser, mesela giriş, gelişme ve etkileyici sonuç bölümleri olan uzun ve büyük romanlar yaratma gücünü sergileyen düzyazılar meydana getirmekten geçmelidir. Böyle bir sanat eseri yaratabilmek ona verimliliğini, hayal gücünün akıcılığını kanıtlayacaktı. Bu yeteneği edinmek onu hem maddi, hem de ruhani açılardan zenginleştirecekti. Ama hayal kırıklığına uğradı, çünkü bir mahlasla (Victoria Lucas) yazdığı tek romanı, beklentilerini karşılamadı. Sırça Fanus onun için ne bir başarı, ne de tam bir başarısızlıktı. Gizdökümcü türün uç noktasında bir otobiyografik romandı. Plath muhtemelen kendini geçmişin yükünden kurtararak, yetişkinliğe ulaşma sürecinde pek çok değişimle yüzleşen kişiliğinin kusurlarından arınmayı umuyordu. Plath’ın şiirlerinin feminizmin tohumlarını taşıdıklarını söyleyebiliriz, çünkü o bir kadının varoluşuyla gerçek bir fenomen olan çevresi arasında bir gerilim yaratır. Ama bu süregelen çatışma, romanı Sırça Fanus’ ta açıkça belirgindir: Romanda Ester ‘in kendini yerdeki bir çukur gibi hissettiğini söyler; ki bu aslında güç ilişkileri aracılığıyla kadınları umutsuzluğa sürükleyen bir toplumda bir kadının varlığının çoğu zaman görmezden gelineceğine dair bir benzetmedir.

Plath bir sinir krizinden sonraki nekahet devresinde, Sırça Fanus’ta sanki kendi geleceğini görürcesine şunu sorar: “…Günün birinde üniversitede, Avrupa’da, bir yerlerde, herhangi bir yerde… sırça fanusun boğucu çarpıtmalarıyla birlikte üstüme tekrar inip inmeyeceğini nereden bilebilirdim ki?…’’ Sırça fanusun en son kez bir gaz ocağı şeklinde inmesi ve Plath’ın intiharının, benzer bir soruyu bir kez daha sorması olasılığını ortadan kaldırması ne acıdır.

Romanın eleştirisine gelince… Plath’ın nesir yazma konusundaki yeteneksizliğini ifade edişini destekleyecek yeterince kriter ve veri bulunmaktadır; ama üslubundaki kusurlarla kurgusundaki toyluğu bir kenara koyarsak, Sırça Fanus’un Plath’ın kendi geçmişinin farkına varmasını sağlayan ve uzun vadede muhteşem şiirlerini doğallıkla etkileyecek olan değerli bir otobiyografik roman olduğunu söyleyebiliriz.

Öykülerindeyse, her ne kadar bazıları otobiyografik olsalar da, daha serbestçe bir çatı kurmaya ve kendisini etkilemiş çeşitli tarihlerden faydalanmaya çalışır.

“Johnny Panik ve Rüyaların Kutsal Kitabı” adlı öyküsünün girişinde şöyle der: “…oturduğum yerden bakınca, dünyanın tek bir şey tarafından yönetildiğini görüyorum. Köpek suratlı, iblis suratlı, kocakarı suratlı, orospu suratlı bir panik; suratı filan olmayan büyük bir panik… ”(15) Bu söz bize onun “ve yüzüm yok, kendimi silmek istedim…” dizesini anımsatır, ki burada büyük panik Plath’ın kendi yüzüdür ve o yüzden kendini silmek ister.

“Dilek Kutusu”nda Agnes, eşi Harold’a kendisinin karanlık ve sıkıcı geceler geçirdiğinden, kocasınınsa güçlü bir hayalgücünden kaynaklanan renkli düşler gördüğünden yakınır. Agnes daha sonra, güzel düşler göremeyeceği korkusu yüzünden uyuyamaz olur. Sonunda intihar eder. Plath’ın öyküyü aşağıdaki sözcüklerle bitirmesi, bize onun yaratma yetersizliğini ve bir sanat eseri kadar kusursuz bir ölüme kavuşma arzusunu anımsatır:“…Agnes’in oturma odasındaki kanepede yattığını gördü. Kadının Üstünde en sevdiği, prenses tarzı, zümrüt yeşili bir tafta gecelik vardı. Rüzgârla savrulmuş bir zambak gibi solgun ve hoş görünüyordu. Gözleri kapalıydı. Yanında, halının üstünde boş bir hap kutusuyla devrilmiş bir su bardağı duruyordu. Dingin çehresinde hafif, gizli, muzafferce bir gülümseyiş vardı. Sanki ölümlü insanların gidemeyeceği çok uzak bir diyarda; eski düşlerindeki esmer, kırmızı pelerinli prensle birlikte vals yapmaktaydı nihayet.”(16) Bu dizeler, Plath’ın erkeklerin dünyasındaki yaratma yetisine, özellikle kocasınınkine kıyasla kendisinin yetersizliğinin ipucunu verirler ve bu yetersizliğe karşı kazanılabilecek tek eşsiz ve fantastik zafer intihar olacaktır sadece.

Ayrıca “Eve Mektuplar”a baktığımızda, ironik bir şekilde, Plath’ın iç dünyası hakkında herhangi bir ipucu vermeyen (pozitif olayları ve tasdikleri, zayıflıklarını tek otorite figüründen, yani annesinden gizleme yolundaki ussallaştırmalar ve telafiler olarak yorumlanabilecek abartılı bir tonla anlatması dışında) oldukça kapalı, empresyonist bir üslupla karşılaşırız. Ancak evine gönderdiği son mektuplarda paradoksal bir şekilde yalnızlık ve sıkıntı hisleriyle, bu yalnızlıktan yeni bir yaşam kurma çabasını ifade edişi bize onun çelişkili ruh hallerinin, dünya hakkında yorumlar yapma ve orada varlığını sürdürme gücünü geri kazanma çabasında bulunma yolundaki hayaletimsi bir sorumluluğun yükü altında sona giderek yaklaştığını sergiler.

T. Hughes’a göre Sylvia’nın acılı Öznelliği onun asıl temasıydı ve şiirsel stratejileri onun kendi dehasına ansızın kavuşabilmesinin tek gerçek yoluydu. Bir şiir ustasıydı o, şiire gerekli bir uzaklıktan bakarak onunla başa çıkabiliyordu. Ama nesri bir tür idol olarak görüyordu, çükü doğasındaki, kendi zihinsel işleyişi taralından yasaklanmış bir tabuydu.

Hughes’un dediği gibi: “…Şiirlerine karşı çok daha sabırlıydı. Hummalı gibi, bir kumar bağımlısı gibi oturup şiir yazardı. Ama sonrasında yazdıkları üstünde düşünüp taşınır, onu hayal kırıklığına uğratan sonuçları düzeltirdi… kabullenmiş, kederli, ama sadık, hatta anaç bir şekilde.”(17)

Plath, romanla şiiri karşılaştırırken şöyle demekte yerden göğe kadar haklıdır: ‘…Romanın kapısı da şiirin kapısı gibi kapanır. Ama onun kadar hızlı değil; o kadar manikçe, itiraz edilemez bir kesinlikle değil.”(18)

Plath sıkıcı bir hayat sürse belki yaşam sürecini uzatabilirdi, ama bunu yapamadı çünkü hayatının kapısını şiirinki gibi kapamayı yeğledi, hızlı ve manikçe, itiraz edilemez bir kesinlikle.


Sylvia Plath’ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi – Nilgün Marmara

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here