Onat Kutlar ‘ın Hayatı

30 Aralık 1994. Yazar Onat Kutlar ve eşi Filiz Kutlar, Beyoğlu Mis Sokak’taki evlerinde farklı bir telaş içinde. O gece, evliliklerinin beşinci yıldönümünü kutlayacaklar. Sabah kahvelerini içerken, Onat Kutlar, karısına, “Hiç bu kadar mutlu olacağımı düşünmemiştim” diyor. Birbirlerine uzun uzun sarılıyorlar, sanki bir daha hiç görüşmeyeceklermiş gibi. Akşam buluşmak üzere ayrılıyorlar
Onat Kutlar, evliliklerinin yıldönümü dolayısıyla eşine aldığı gümüş kolye cebinde, sigarayı bıraktığı için müdavimi olduğu Çiçek Bar yerine, ferah olduğu için saat 18.30’da Kafe Marmara’ya gider. 15 dakika sonra, büyük bir patlama olur. Onat Kutlar ağır yaralı olarak hastaneye kaldırılır. 11 gün boyunca yaşam mücadelesi verir. Ama ölüme yenik düşer. Aydınımız Onat Kutlar’ı saygıyla anıyoruz.

Ayrılık
Ayrılık şiiri ne kadar yalın /Sevdiğimiz aşk sözcükleri gibi
Kılıçla kesiyor bir hain nokta /Öpüşen virgüllerle akan cümleyi

Nasıl soğuk ayrılığın güneşi /Gölgeli bir çınar olan gövdemin
Dalları içten kırınca acı /Buzdan bir alçıyla tutuyor beni

Ayrılık sabahı ne kadar beyaz /Ölümün hüzünlü arkadaşı kar
Bana ütülü bir çarşaf hazırlar /Bir karanfil tam yüreğin üstünde
Onat Kutlar, Unutulmuş Kent

Patlama sırasında ağır yaralanan Arkeolog Yasemin Cebenoyan ise hastaneye kaldırılırken yaşamını yitirir. Yasemin, 1957 doğumluydu ve bir gün önce 37. yaş gününü kutlamıştı. Opera Pastanesi’nde bir arkadaşı ile buluşmak için bekliyordu. Arkadaşı gecikti. Pastanenin vestiyerine bırakılan paltonun içindeki bomba saat 18.45’de patladı. Yasemin, oturduğu masada öylece kalmıştı. Birkaç masa ilersinde de Onat Kutlar, belkemiğinden yaralanmış yerde yatmaktaydı.
Olay sırasında pastanede olan Füsun Akatlı’nın 1995’de yayınlanan “Yasemin Geleceğimizden Koparılmış Bir Çiçek” isimli kitabın önsözünden, “Yasemin Türkiye’dir” başlıklı yazıdan patlama sonrasını okuyalım: “Birkaç saniye önce, küçük orkestranın müziği kafenin salonunu doldurduğunda; kimi sohbet eden, kimi okuyan, kimi bekleyen, kimi girip çıkan insan kalabalığıyla birlikteymişiz… İkimiz. Birkaç saniye sonra, pek yoğun olmayan beyaz bir sisin doldurduğu aynı salonda, birkaç saniyeliğine, belki yarım dakikalığına ikimiz yapayalnız, karşı karşıya kaldık.
Patlamanın ve ilk şokun duraklamasının ardından herkes hızla salonu terk ediyordu. Ben, gazetelerimi unutmuştum. Çok önemliymiş gibi, yarı yoldan geri döndüm. Bıraktığım şeyleri toparlayıp tekrar çıkarken, bir masanın önünde tek başına oturmuş, kucağına doğru yığılmış kalmış siyahlı bir kız, olduğum yerde dondurdu beni. Çevreme baktım. Kimse kalmamıştı. Bir kişi bile. Çevreme baktım. Çaresizlikle bir adım attım siyahlı kıza doğru. Yaralı mıydı acaba? Hiç kımıldamadığına göre, ölmüş müydü? Yardım etmeliydim, ama ne kucağıma almam mümkün görünüyordu, ne sürüklemem. ‘Burada bir yaralı var, koşun’ diye bağırdım. Sesim çıkmıyordu. Eğildim önünde, dik oturtup durumuna bakayım diye. Önce bir, ardından iki kişi koşarak yetiştiler o sıra. ‘Ambulans çağırın… Hayır, taksi!’ sesleri arasında çıktım salondan.”
Yasemin?in kardeşi Cüneyt Cebenoyan, patlamadan bir gün öncesini ve sonrasını söyle anlatır: “Yasemin tanıdığım en insancıl, en iyi kalpli insandı. Olaydan bir gün önce Kuruçeşme Divan’da doğum gününü kutladık. Aile yemeği yedik. Çok mutluydu. Ertesi gün evde dinlenmek istemiş. ‘Arayan olursa yokum’ demiş anneme. Ama annem, yalan söyleyememiş. Arkadaşı da ‘hediyeni vereceğim’ diye ısrar edince, kıramamış. The Marmara’ya gitmiş, daha arkadaşı gelmeden bomba patlamış zaten.”
Olaydan sonra, anne ve babasının uzun süre toparlanamadığını söyleyen Cebenoyan, şöyle devam ediyor acı hikâyesine:
“Hep bir neden aradılar bu ölüme. Biz yeniden hayata bağlanalım diye eşimle Ali isminde bir çocuğa sahip olduk. 1999’da Yalova’daki yazlığımıza gittiler. Aslında Fethiye’ye gideceklerdi. Biz engel olduk, arabanın emniyet kemeri yok, tehlikeli olur dedik. Deprem oldu, üçünü de kaybettik. Keşkelerle yaşıyorum. Keşke Fethiye’ye gönderseydik, keşke biz de gitseydik, keşke…”
Yasemin Cebenoyan’ın annesi Tuncay Hanım, babası Hikmet Bey ve Yasemin Cebenoyan’ın kardeşi Cüneyt Cebenoyan’ın 1.5 yaşında küçük oğlu Ali, 1999 Yalova Depremi’nde yaşamlarını yitirdiler.
Daha sonra Cüneyt Cebenoyan ise HSBC’ye düzenlenen bombalı saldırıdan son anda kurtuldu ve yaşadığı acıları kızı Elif’in sevgisiyle unutmaya çalışıyor.

Onat Kutlar’ın Hayatı
Onat Kutlar, 25 Ocak 1936’da Alanya’da doğdu. Çocukluğu Malatya ve İzmir’de geçti. Altı yaşındayken ailesiyle birlikte Gaziantep’e yerleşti. Liseyi Gaziantep’te bitirdi. Gaziantep Lisesinin çıkardığı `İlke’ adlı dergide ilk öyküleri yayınlandı. Felsefe okumak için İstanbul’a gitti, ama Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Bölümüne girdi. Bir yıl orada okuduktan sonra, ayrılıp İstanbul Hukuk Fakültesine geçti. İstanbul Hukuk Fakültesi ilk sınıfında okurken, arkadaşları Erdal Öz, Kemal Özer, Adnan Özyalçıner, Hilmi Yavuz, Doğan Hızlan, Konur Ertop’la birlikte a Dergisi’nin kurucuları arasında yer aldı. Fakülteyi bitirmek için bir dersi kalmışken, ani bir kararla fakülteyi bırakıp Paris’e gitti (1961). Orada yaklaşık iki yıl kaldı, bu süre içinde Felsefe Bölümüne devam etti. Sinematek’le ilgisi de bu sırada başladı. Türkiye’ye döndükten sonra bir süre Doğan Kardeş dergisinde sekreterlik yaptı. 1956 yılında , a dergisinin, 1965’te ise Türk Sinematek derneğinin kurucuları arasında yer aldı ve 1976 yılına kadar aynı derneğin yöneticiliğini yaptı. Kuruluşundan başlayarak İstanbul Film Festivali Düzenleme Kurulu, 1981 yılından ölümüne kadar da İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı İcra Kurulu üyeliği yaptı. Bu arada reklam ajanslarında da çalıştı. 1978’de, Kültür Bakanlığı Sinema Yapım ve Gösterim Merkezi’nin kuruluş çalışmaları içinde yer aldı.
1960’tan başlayarak aralıklarla Meydan Yeni Sinema, Milliyet Sanat, Papirüs, Hürriyet Gösteri ve Yeni Düşün dergilerinde yazdığı denemelerini Yeter Ki Kararmasın ve Bahar İsyancıdır; şiirlerini Pera’lı Bir Aşk İçin Divan ve Unutulmuş Kent; sinema yazılarını ise Sinema Bir Şenliktir adı altında topladı. 1989’da, İranlı şair Füruğ Ferruhzad’ın şiirlerinden bir seçmeyi Celal Hosrovşahi ile birlikte çevirerek Sonsuz Günbatımı adıyla yayımladı. Unutulmuş Kent (La Ville Oubliée) adılı şiir kitabı 1996’da Fransa’da Rauyamont Vakfı tarafından yayımlandı. Ayrıca Ömer Kavur ile Yusuf ile Kenan (1979); Ali Özgentürk ile Hazal (1979); ve Erden Kıral ile Hakkâri’de Bir Mevsim (1982) adlı filmlerin senaryolarını yazdı. Türk Sinemateki’ndeki çalışmalarından dolayı 1994 yılında Fransa tarafından “L’Ordre des Arts et des Lettres” nişanıyla ödüllendirildi.
1964’te evlendi. İki oğlu oldu. 1989’da ikinci kez evlendi.
30 Aralık 1994’te Marmara Otelinin pastanesinde patlatılan bir bombayla ağır yaralandı ve kurtulamayarak 11 Ocak 1995’te öldü. İlk öykü kitabı İshak (1959) ile 1960 Türk Dil Kurumu Öykü Ödülü’nü kazandı.

Eserleri
* İshak, (öyküler), (1959)
* Sinema Bir Şenliktir, (denemeler), (1984)
* Yeter ki Kararmasın, (denemeler), (1985)
* Bahar İsyancıdır, (denemeler), (1986)
* Peralı Bir Aşk İçin Divan, (şiirler), (1981)
* Unutulmuş Kent, (şiirler), (1986)

Senaryoları
* Hakkâri’de Bir Mevsim (senaryo, Ferit Edgü ile birlikte), (1983)
* Hazal, (1979)
* Yusuf ile Kenan, (1979)

“Naso Magister Erat”

Seni yeniden ben buldum ey unutulmuş kent
Ve kimsenin farkında olmadığı günde sevgilim seni
Bir alacakaranlıkta geçtim aşılmaz surlarını
zamanın. Duru ve dökülgen nefti perdeyi araladım
Ulaştım sana sonunda ne olur unutma beni

Dolaştım eğersiz ve çırılçıplak atlara binmiş
yüzlerce çocuğun çınlattığı dar sokaklarında
Buldum Galata’dan gizli geçen bir postacının
heybesinde taşıdığı ayrılık şiirinde seni
Ne olur satırların arasından kurtar kentimi

Sen Piyer hanının isli, yüksek penceresinden
derin avluya baktım beyaz rahiplerin uyuduğu
Ulaştım dolanarak bir ayazma serinliğine
Uyan ey kentin göz pınarındaki dalgın su
Zaman geçiyor ne olur savunma kendini.

Kaynak: Unutulmuş Kent

At
At konuşmadan çıkar yollara
Eğersiz çıplaktır bir payitahtın
ıssız sokaklarından sabaha karşı
bir ılgarla geçer
Açılir sular ve deniz koşar yalnızca
kendinin bildiği ülkeye doğru
Ardında kıvılcım tarlaları bırakır
Ayaklarında mermere çarpan
demirler bulunması bundandır
Denizi bilir de bakmadan geçer

At uysaldır parlak gönderine
çekilir çocuklar ve gökkuşağı
Kamçıdan dizginden gemden çekinmez
Korkusundan değil utanmasından
Bir çam hizasından geçer ormanı
Yel burnunun narin kanatlarına
bir ipek sezgisiyle dokunur. Ova

Sonra kentler gelir durur bakar at
Gözleri güzeldir gelecek gibi
Sisli yaprakları demir kargıyla
kuşatan askerler ve köpekleri
yelesinin sularında boğulsun diye
fırtınayı bekler

Sonra çılgın dörtnala bir koşu başlar
Nereye nereye? Belki Oramar
Yakar kendi yazısının yapraklarını
Sarı tanyerinin bulutlarından
alnına durmadan yıldızlar kayar
Ayağı sekili dağ köylerinden
kaynağı bilinmez sulara doğru

Bir resim değildir at ve sınırları
tam çizilmemiştir
Tökezler bir düşün yamaçlarında
Kişneyerek bir çavlana dönüşür
Bekler Oramarın ıssız dağları
ve altın nadaslardan doğan çocuklar
yeni bir at gelinceye kadar

Kaynak: Surlar ve Deniz

Bir Soru

Akşamüstü oturdum yol kıyısına
Düşündüm
Ne kalacak bizden geriye
Balkan yaylasindan ve bozkırlardan
Kafdağlarına giden şu bulut
Sonsuz mevsimlerle esmerleşen
Şu toprak ve derin çınar ağacı
Biz yokken de vardı

Çocukların şu gülen sarı feneri
Ayışığı
Ve ıssız balkonlarda
Kırmızı biberlerle üzgün yaşlıları
Aynı mandalda kurutan güneş
Çayırda gölgeler bırakacak
Dalgın yeryüzünde çekilirken

Kalabalık çarşılara tortusu
Çökecek
Tüccarın kanpazarından
Mezarlığa taşıdığı paranın
Değirmeni döndüren ter ırmağı
Kuruyunca ardında tuz kalacak
Ve bir anı öfkeli işçilerden

Sinirli kediler bir tekir şerit
Olacak
Ve bir çöl esintisi
Dörtnala kaybolan arap atları
Bir çavdar haritası çizecek
Bozkırı terkeden tarla faresi
Kuş tüyleri gökyüzünün camını
Buzlu yazılarla donatacak

Hersey değişiyor ama ne yapsak
Duracak
Tarihin uzun duvarı
Taşlara kırmızı izler bırakan
Ve aynı kıyıdan yürüyen köle
Silecek kıralların adını
Gene de karanlık dağ başlarında
Yarın bir kin gibi hatırlanacak
Kanlı soy ağacının dalları

Kiraz ve kamıştan kavalımızın
Sesleri
Dağılıyor havada
Bir kuyu ağzından geçiyor gibi
Rüzgarı mor fistanli zamanın
Bu güzel şarkı da unutulacak
Kıyımlar acılar kanlar içinde
Savrulurken yaşadığımız günler
Bu soruyu mutlaka soracaksın

Ne kaldı ne kaldı bizden geriye?

Kaynak: Pera’lı Bir Aşk İçin Divan

Bir Şiir Üstüne Çeşitleme

Külrengi bulutlarıyla güz günlerinin
Sevdiğim İstanbulu gibisin
Gene de çağırıyor yüreğin
Daha aydınlık bir yeryüzünü

Her zaman genc gozlerinde guluyor
Su kocamis ve yorgun Istanbul
Gene de yasiyor ve sirli aynasinda
Bana gosteriyor senin yuzunu

Ayak basmadığım çorak bozkırda
Sevdiğim Anadolu gibisin
Gene de bekliyor yüreğin
Uzakta ve elinde olmayanı

Sevecen gözlerinde tükeniyor
Hasret rüzgarlarıyla Anadolu
Gene de üretiyor ellerin
Yeni baştan ve umutla sevdanı

İstanbulum Anadolum sevdiğim toprak
Ne kadar yakınım sana
Ve ne kadar uzak

Kaynak: Pera’lı Bir Aşk İçin Divan

Bir Şiirin Gelişi

İlmekler atar
günlerin yatay rüzgarlarına
bir yağmur başlangıcı gibi belirsiz.

Uzakta boşanan bir yayın, açık havada
çınlayan çekiç seslerinin ve bir omuza
yaslanmış ağlayan güzel bir yüzün
parmak uçlarıyla gelir, yaklaşır.

Nedensiz bir kıra çıkma isteği
ya da çok eski bir kitabı yeniden okumak.

Bir kazıya hazirlanır gibi, bir yolculuğa.

Bir tahliye sabahının hüznü tarayan sevinçleriyle
aşar duvarları ve gelir konar
kanatlarıyla yabancı bir kuşun.

Bir uzaklığın habercisidir demir kapılardan
çamurdan, korkulardan, bakan yüzlerinden
küçük çocukların alınlarına
yirmi yıl sonraki ölüm hükmünü
mührüyle şimdiden basan sultanın
kanlı topraklarından.

Bastırır sevgilinin tutkulu gövdesiyle
derin sularına koyu mavi bir akşamın.

Pırıltılı balıkları bilinen sözcüklerin
hızla geçerler henüz hiç bir gezginin
ulaşamadığı kaynağa doğru.

Ve bir kayadan
kırınca bir acının zincirlerini
uçmak ister yeryüzüne
bu ateş yıllarından konuğu.

Henüz yazılmamış olan şiir.

Kaynak: Surlar ve Deniz

Bulutlu Bir Günde Doğan Çocuga

Baban bu toprağın en delikanli
boğasıydı bir nevruz
şenliğinde kestiler
Ne tuhaf sen
kirli yeşil eylül bulutları altında
ve aylardan temmuz
onun gelinciklerinden doğdun
Burcunda yıldız görünmüyor

Ölümün kapısını aralayan güz
çok sürmez
Yeniden vurur dallara bahar
İşte sana mavi gökyüzü
ve mavi deniz defteri
üstelik tertemiz
El koymanın tam zamanıdır ufukta
kargalar henüz görünmüyor

Kaynak: Unutulmuş Kent

Cezayir Ağacı

Sevgilim Cezayir beyaz bir duvar
Bir yani akdeniz öbür yani nar

Senin nar ağacın
benim denizim
ve duvar

Bir yasemin senin gibi Cezayir
Ve de zakkum benim gibi zehir

Aures’ten rüzgar
senin kokunu
bana getirir

Bütün gece Kabylie berberileri
Hurma dallarından denize geçti

Ama nice yıllar
göremedim bile
senin düşlerini

Kurşun kanatlarıyla tarihin
Derin ovasında uçuyor Konstantin

Ve göğsümü bir zeytin
dalıyla okşayan
yüreğin

Bu şiiri sevgilime adadım
Hadj Ali, Benzine ve öteki dostlarım

Kanlı bir gül çizgisiyle
ayrılırken haziran

Mor perdelerle Otel Aletti
Bir ateş ağacı gibi yandı gitti

Sevgilim
ayrılık
canıma yetti

Kaynak: Pera’lı Bir Aşk İçin Divan

Cezayir’de Tören

Kapadım perdeleri kayboldu
Duvarları saran ayışığı ve magrip sokakları
Yeşil damarlarında som mermerin Seyyit Yusuf’u
Arayan ilk kanlı boğa
Kayboldu Endülüs kumsalları kolera veba
Zafer kuşunun kanatlarına beyaz
Ürperen eteklerini vurarak geçen
Bab-el-oued ölüleri
Kayboldu

Sahra’da kızıl bir ırmakla işleyen yazın
Değirmeni sanki birden durdu
Sanki bir ölü zaman sanki bitmez tükenmez top seslerinden
Sonra gelen sağır gökyüzü
Geniş sömürge yatağında uzun
Bir uçuş düşü gören kaptanın tüm motorları
Havadayken durdu sanki
Anısız bir çöle karışıp gitti
Kahkahanın küçük dereleri ve sevdiğinin
Ada camaşırlarını yıkayan kızın
Türküsünün sarışın ve tüylü ağzı
Kapandı

Bütün yolculukları unuttum birden bir kaçağın
Garlardan alanlardan limanlardan topladığı
Biraz kurumla kararmış ve yeni sevinçlerin gümüşleriyle
Parlatılmış anılarını unuttum
Unuttum birden arduvaz trenleri deniz manastırlarını
Donmuş votka ırmağını gece güneşi kulelerini portakal
Çicekleriyle donanmış kentlerin şimdi kupkuru
Dallarına kırlangıçlar gibi tüneyen
Geçmişini tutsağın
Unuttum

Son bir şey direniyordu ama silindi
Ormandan savandan çölden dağlardan
Pencereme bakan bir çocuk yüzü
Sırtında bir regal ve ayağında
Ermiş Sylvestre’in keten çarıklarından
Koca Afrikanin yüreğine dalan
Lacivert çuha şandaylı keşişin
Tozlu ve yıllar süren bir ayın için iğdiş ettiği
O esmer çocuğun yüzu de
Silindi

Artık törene başlıyabiliriz

Kaynak: Pera’lı Bir Aşk İçin Divan

Günlük Şiirler

Sen gittikten sonra iki çalgıcı
turnalar semahını çaldı ve kimse dinlemedi onları
benden başka. Sarımsak kokusunun
yoksulluk ve rakıyla buluştuğu saygısız kalabalıkta
kimse duymadı beni terkeden
kanatların bıraktığı esintiyi. Biri incecik öbürü kalın
iki tel vururken çalgının yüreğine
nicedir aklımı kurcalayan Bertold Brecht’in
“Sevenler” şiirini düşündüm bir yaşamdan ötekine
yanyana uçan iki turnayı. Taa yirmisekizlerden.
“Güneşin ve ayın az değişken dilimleri altında
uçup giderler yine, böyle tutkun birbirine.
Hey, nereye gidersiniz? – Hiç bir yere – Nerden gelirsiniz?
Her yerden. Sorarsınız, ne zamandır birliktesiniz? diye.
Az zamandır. Ne zaman ayrılacaksınız peki? – Yakında.”
Çıktığımda hava acıktı ikindi güneşi gibi
nicedir ısıtmayan parlak ayın az değişken dilimleri altında
yürürken sordum kendi kendime. Nereye gidiyorsun?
Hiç bir yere. Ne zamandır yalnızsın? Bilmem, denize
ve ayışığından yapraklar kesen
şiire sormalı bunu. Daha yazılırken
bir anıya dönüşen şiirlere
Sordum kendi kendime ne yapılabilir çamurdan? Heykel
Acilardan? Aşk. Yoksulluklardan
bir devrim bile yapılabilir. Ama hiç bir sey
hiç bir sey yapılamaz ayrılıklardan.
Sen, çalgıcılar ve ayışığı çekip gittiniz uykunun
eşiğine vurulmuş bir turna gibi dönerek
düşerken sordum otuzdokuzlardan Bertold Brecht’le birlikte
“Ne yapmalı peki?” Aklim dokunacak
bir baska akıl arıyor. Nicedir yabancı denizlerde
yıkanan tenim baska bir teni. “Ne yapmalı?”
Biliyorum yağmur yağmaz yukarı doğru yeniden
Acımaz olur, silinir gider izi bıçağın.
Ama hiç bir rüzgar doldurulamaz boş kalan yerini,
bir yaşamdan ötekine
birlikte uçan turnaların yerini
gökyüzünde.

Kaynak: Unutulmuş Kent

İstasyon

Yalnızım bir kompartımanda
Bir hızar testerisinin yaz ışığı ufuk hattından
Ağır ağır gözlerime geliyor köşede rüzgar
Tozla yıkıyor söğüt dalını çocuk
Onaltı bağımsız devlet büstünün
Sarkan bıyıklarını düzeltiyor zaman
Düşündükçe koyu bir renk alıyor
Buraya uzun bir yol boyunca
Kurulu bir kumpanya çadırlarından
Tuğla harmanlarından geldim her ateşin
Çemberinde yanarak ve darağacında
Kurutarak dikişsiz gömleklerimi
Her sabah zekeriya sofralarında herkesle
Kalın kitapların yufkasını yeniden ıslatıp
Yedik açlık
Düşündükçe daha da artıyor hangi geçmişin
Kaynağına eğilsem acı bir su
Gelecek günlerin yorgun treni yıllardır
Telaki bekliyor
Bekle bekle bekle gençliğin karanlık yıldızı
Yıllardır takım değiştiriyor ve cephe
İsimsiz bir tortuyla kapanmış
Bilemedim nasıl bir mangal yüreğimiz
Kömür gözlü çocuklarla yanıyor ve bedenim
Ateş içinde
Eylül.

Her yanımdan geçen öpüşlerinin
Islak serçelerini duymasam
Kör testereyi bile göremeyeceğim.

Kaynak: Surlar ve Deniz

Kitabe

rüzgarın yüzünü vadilerden tanıyorlar sevgilim
arının adını bir menekşeden
çılgın ırmağın yüzünü bir deniz çiziyor
toprağı, yediveren bir gül ağacı
tarihler bir köprü olarak yazıyor bir ustayı
kahramanı, gülümseyen bir yoksul
çocuk olarak

beni bir gün sevgilim senin yüzünle
anacak doğu’nun yeni ozanları
çünkü bir ağustos gecesi sessiz bir gölün
ayışığıyla yıkanmış kıyılarında
akıllı şarkılar söyleyen bir deli
hiç bitmeyen yaz gününe gömecek beni
senin adınla

Kaynak: İki Irmak Arası

Mardin Hoyratı

– Nedendir oğul, sabaha karşı
bir kanat gölgesi geçti yüzünden
Kartal mı desem yoksa keder mi
Bir günah işledin mi?

– İşledim ana, bir ağaç kestim.

– Kalk oğul uyku iyi değildir
Bir arpa ekmeği yapayım sana
Günün çayı yatıştırır öfkeyi
Bu horoz neden ötmüyor?

– Düşte uyur görüyorum kendimi.

– Sormak bana düşmez oğul, erkek
kendi kanadıyla uçar, git su boyuna
yıka ellerini bir de tütün sar
Düğün yok ellerin neden kınalı?

– Ana ben sevdiğimi öldürdüm.

Kaynak: İki Irmak Arası

Mart İçin Hoyrat

Sabah erken kalktım dereler buz
Tanrı bilir ne zaman döner avcılar
Kör Süleyman gece gündüz sayıklar
Çadırı yıkılsın da bozulsun bağı
Kan izlerini sildi götürdü acı kırağı
Dolandım durdum uzun yollarda yalınız

Severim gözünü şu halime bak
Yaramı saran gümüş telli kavak

Döner durur göğün dibinde bir yabana
Kartal mı desem peşinde bir alıcı kuş
Hakkari Oramar yaylası Van gölü Muş
Genç ömrüm bir kürt kilimiydi geçti gitti
İnsan yüreği pas tutar derdi babam rahmetli
Başında bir solgun poşu ayağında çarpana

Gözünü severim bir haber salsana
Yüreğimden uçan gümüş telli turna

Uyudum uyandım bir uzun gece
Ay karanlık devir puşt hava dumanlı
Sırtımda bir hançer söğüt yaprağı
Düşte gördüm dökülmüş odamın beyaz
Kireci bahar gelmeden geçip gitmiş yaz
Kimse sormaz aç mıyım susuz mu halim nice

Gözünü severim sen söyle kiraz
Agacından doğan gümüş telli saz

Kar üstüne açmış yaz delisiydi
Erken öttü gönlümün çapar horozu
Korkarım silerler defterden bizi
Götürür ayrılığa bir tahtadan at
Tarih dokuz yüz seksen gün yirmi üç mart
Biri hasret gömleğini bir daha giydi

Yüzünü seveyim sarayım belin
Koynumda uyan gümüş telli gelin

Kaynak: Pera’lı Bir Aşk İçin Divan

Mayıs Büyüsü

Kentin dölyatağından bir öğle sonu
mor kelebeklerle doğan siyah apansız
abanoz işlemeli geceydik. İkimiz.
Beklerdik. Nasil olsa bir mayıs büyüsüyle
açılırdı bu şiirin defteri. Her buluşmamız
aşardı sevinçlerin ipine
öpüslerle ayrılığın canını.
Sevişirken
durmadan vedalaşırdık gece yatısına
gider gibi evine gitmeden önce.

Hep şaskın otururduk ikimiz de
kapı aralığında, apansız bir geleceğin.
Ve ben yontulmamış bir akılla düşünürdüm:
Babasını tutmuş bastıran
gözleri kıpkırmızı bir zenci – içimdeki –
Neden diz çökerek salınır durur
bir güvercinle bir kara arasında?
Tapınırdım türkü tanrısına: Mayıs, ne olur,
okşa artık ışığının sağnaklarıyla
yanan gözlerimi ve yeniden
başlasın düşleri bir çılgınlığın.
Nerdeyse silecek dilin keçesi
yazgı tahtasından bu şiirleri.
Dalardım usulca bir kaç kulaçta
ürperen denizine teninin ve mayıs
yüzünün bahçelerinden geçerdi.
Derdim ki hep, bir büyü yapmalıyım: Mayıs ne olur,
bizi bir aydınlığa götüren
yıldızlarla dolu şiir bitmeden önce
kapansın kapıları bir an gecenin.
Kimsecikler kalmasın içerde mor kelebekler
ve ikimizden başka.

Kaynak: Unutulmuş Kent

Nazım’dan Ve Cendrars’dan Sonra

Geceyarısı geçen güzden kalma birkaç yaprak kırk yıllık kahve
renkli bahçeler ve bir mimibüste
Kartaldan eminönüne giderken uyumuş titreyen bir çırak
Karanlık denizi köpürten dalgaları yararak çook gizli bir yere
giden tenha bir üsküdar alanı gemisiyle
bu yolculuğa başladım senden ayrılınca

Balığın karnında yunus bir kumul masalı anlatmaya
başlarken solgun belleğinde
Söğütler ve leylak ve kara lale soğanı çorbasıyla
işe koyulan balıkçıların ilk çektikleri ağa
takılan dülger balığı gibi çirkin ve şaşkın ve öfkeli
Yaralı bir arap kısrağı gibi bekleyerek ensemde yağlı kurşunu
alanın güvertesinde öylece
kaptan miyim kürek mi bilmeden duruyorum

Bekçiler görünmez oldu çırak çocuklar ve köpekler
gizlendiler kuytu köşelere
Büyük ve paranoyak kaya devinin geniş çeneleri
boğazından soğuk sular akıtarak çarpıyor
birbirine ve karşı kıyıda duran solgun sevgilimin
saçlarına kül bana ateş savuruyor
Bütün ölü şeyler yangın yerleri eski savaşlar ve ne yapsam
geçip gidiyor ayrılığın günleri

Nereden çöküyor bu sis karadenizinin sularını akdenizin kuytu
ve narların portakallara karıştığı derin koylarına ulaştırıyor
Nereden başladı bu hüzün güz yapraklarını taa nisan günlerine
eşiklere rıhtımlara sürükleyip
yeniden çamura bulaştırıyor
Alanya kalesinde uçuruma yakın doğan kara saçlı bir oğlanın
kara keçi pöstekisinde kabaran bir kedi dili gibi diklenerek attığı
Beyaz niyet çakıllarıyla denizin dibinde yuvarlanan binlerce milyonlarca
büyük ve mermer güllenin uğultusu ters akıntılarla
üsküdarın karanlık sularına nasıl geliyor?

Alanya’da doğdum babam hakimdi
düzlüğe, kız kaçıranlara, denizin yakın sularına geceleri
koyunların çene kemiklerinden çift hörgüçlü develer yapıp ablamın
ağzını büyük bir çuvaldızla diken ve bana
korkulu masallar anlatan sırmalı nineye
O günlerden kaldı kulağımda “yeni kesilmiş” nar
çiçeği ve portakal yapraklarının sesi
Ve yaşamımdan hiç eskilmeyen uçsuz deniz duygusu
İki jandarma belirdi alanda, kaptan köprüsünde dolaşıyor
hergele bir ekip otosunun homurtusu
Sonra iki daha ve üç daha ve dört
acı bir hınç rüzgarı kasıp kavuruyor içimi
Yapraklar savuruyor derin ve çamurlu bir kuyuya
Üstüne müsteşarların kapıcıların şoförlerin
yarasa gibi dolaşan ozanların çocukluk anılarımın
kocalarının dizi dibinde kadınların perşembe tacirlerinin puştların
ve alanda kurumuş bir zakkum ağacı gibi duran benim üstume
Bir yere gidiyor bu bozkır gemisi ardında kuyunun çevrintisini bırakıp
ve senden uzaklaşıp sürekli
Atlasam karanlık bir deniz

Hep giden bir bozkır gemisiydi antep, yelkenlerini sam yeli
yapraklardı
Boz abalı köylüler geçerken develerle kapımızdan
Önünde bir yasemin ağacıyla korunan karanlık ve kör mutfağın
geniş taş döşemelerinde bir kurbağanın
küflü ve güherçileli duvardan korkusunu
uzun bir çocukluğun tek düşü olarak yazdım
çiçekli sayfalarında şiirler bulunan bir deftere
O defter araştanın ortasında elinde zindiyan asasıyla
geçmişimize geleceğimize söven bir dilenciden
kaçarken tekke istiklal ilkokulunun yosunlu havuzuna
kücük bir kağıttan kayık olup battı
Beni o gün olağanüstü öğrenciler tahtasına çaktı
kurutma baskısıyla hocam Ali Rıza

Saat iki. Genel iş üyesi ve bıçkın şöförüyle bir otobüs
ışıklarını bir erken vapur gibi yakarak ve harmanlayıp
gecikmiş sarhoşlarla erken işçileri yola koyuldu
Bomboş alanda sıkıntıyla hatirladığım öğrencilik yıllarının
kapısı zor kapanan kırmızı tramvayında
balık istifi duruyorum sanki ayakta kızgın sıkışık
Oysa yapayalnızım ve ellerinde kovalar, sopalar ve zamklarla
uzun bacaklı yabancı kuşlar gibi gölgeleri geçen öğrenciler duvara
bir anıyı çiziyorlar: Yarın…

Kuru ve beyaz çakıllarla döşeli dere yataklarından
geçerdim yağız parlak sağrılı bir atla
Postalıma takılı bir devedikeni, şebboy kokusuyla havada
derinlere kırmızı çiçekler çizen arıkuşları ve Lorca
Aklımda safonun küçük memeleri saçım ateş gibi ve saman
kokusunu uzak kentlere kadar uçuran rüzgar
Bütün bir yaz bekleyerek sevgilimi göreceğim günü
gene aşk şiirleri yazardım dalgın bakarak kağıtların
denizinde yürüyen şiir gemisine o yıllarda
fransızca öğrendim ve Hafızdan okumak için biraz farsça

Ay battı dindi fırtına iskele ışığı sabaha karşının kör sisine
bulanmış görünmüyor ortalık sessiz jandarmalar
potinlerini sürüyerek çekip gittiler köfteciler sarhoşlar sabahcılar
Kimse yok ortalıkta şimdi sen uyuyorsun bir çocuk gibi gülümseyerek
korkularını çoğaltan düşlere bakıp
yanımda ufacık ve gülünç bir seyis sırıtarak
atasözleri söylüyor; demir tavında dövülür
Herkes uyuyor gümüş saplı bir bıçak… boşver o da olsun
Yüreğime saplanarak taa derinlerden ve aynı soruyla kıvrılarak
acıtıyor kararan yüzümü “niçin?” anamın çini bir sandukadan
çıkarıp şimdi bir bir bavuluma doldurduğu
zakkum ve ateş ütüsüyle kırıştırılmış
İlk gençlik anılarını yırtan boynuz saplı bir bıçak
gölgeye düştü artık hiç titremeyen dünyamızı
tam ortasından acımasız ikiye ayırarak

Veznecilere abanoz sokağı arasındaki uzun kanalı bir laz
arkadaşımın tekleyen motoruyla günaşırı
geçiyor ve sakız çiğneyen ve bana kocam demeyi seven
Ve adı kadriye miydi? göbeğinin altında uzun bıçak iziyle
orospu sevgilime ulaştırıyordum tramvay durakları arabın
kahvesi palamut tava şiirler ve polislerle
vuruşurken ölen genç arkadaşlarım ıhlamur ağaçları

Gölgeleri sahaflar ve asaf halet’in kaldırımlara düşmüş büyük
yazı defterleri gibi ucuza satılan gençlik yılları
O yıllarda öykülere başladım.

Sabah oluyor ölümle yaşamın
gerçekle düşün geçmişle geleceğin birbirine karıştığı
Acının keskin düşüşün derin ölümün hazır olduğu saat
Uzun bir hesaplasmayı bitiriyorum sanırım
üsküdar gemisi dar boğazın
en sıkışık en dolaşık ağlarından geçıyor
Sırtımda dolu bir tabancanın horozu öttü ötecek
Ve kupkuru dereden bir yıldırım gibi geçen şimdi’nin atı
Artık düşle gereği iyice karıştırıyorum uyku
ya da artık yüzünü bile unutmanın saati
Paris bir yılbaşı gecesi karların
üstüne düşen aydınlık ve sisli
katedralin karşısında oymalı tahta gaveau saydam bir konyak
Sonra yeniden gittim oraya eski kahvelerin
yerinde yangın artıkları gibi çılgın
ve amerikalı bir manyak
chaillot’nun delisi bayan meerson’in her geceyarisi
lazare’ı ölü anılarından çıkararak helva yedirdiği
müzeler ve yaşamıma görüntünün
bitmez tükenmez şeridini sokan sinema paris

Üsküdar gemisi boğazdan çıktı seni düşünerek
yazdığım bu şiir bitmek üzere
Filmin sonu buluşamadığimız günlerin
ayların ikindi güneşinin sonu
Hesabı kapatan bir çizgi gibi
karşı tepelerde ışıyan gün kırçıl bir kalabalık
Asker asker asker bugün kızıldere bin dokuz yüz yetmiş dokuzun
bir nisan günü ve aslında çok uzun
bir acının bir ayrılığın bir susuzlugun
Ardından ışıyan gün iskelede
elele tutuşmuş bir delikanli bir kız
günlük şeylerden konuşuyorlar derslerden vapurdan
çok geciken devrimlerden ve yüzleri
Tertemiz deniz gibi aydınlık sakin ve onların
serinliğinde yeniden başlıyor yaşantımız

Artık bu şiir bitti, sanırım

Kaynak: Pera’lı Bir Aşk İçin Divan

One For The Road

Akşam ağaçlarla kaplı sevgilim ve eteklerine
saçılmış yedi bakır göl olan kentte
mavi bir pelikan ayağı gibi
düşünceli duruyorum
hiç bir sey yazmaksızın, nicedir
geliştirilemiyen bir şiir
yaşam tutkusu

Akşamları bir uçurum gibi derinleşen
kalabalık barların kıyılarında
bir ağaca yaslanıyorum ıslanmak için
usulca yağan sarı bir çamın
iğneleriyle, yüzümde bir opus sıcaklığı
gelip geçen kadınlardan
ve nedense hiç geçmeyen
kaçış duygusu

Akşam olmadık şeyler düşünüyorum bir idam mahkumunu,
kahvaltıda ne yediğini çöpcü çocuklarının
kalabalık bir caddenin ortasındaki çınarın
hangi mevsimde budandığını niçin
savaşlarda yitmiş ordular gibi
görünmeden geçtiğini dostlukların
Bir menekşe yaprağının bir kuleden
bizim için sessizce
savrulduğunu
Akşamları geç saatlerde sevgilim
gizli bir şiddet sarıyor kasıklarımı
her saat başında yarı çıplak melekler
beliriyor gölgeli yatağımın
ayak ucunda ve toplayarak
diş kırıklarını bir adak gibi
cennetin kapısına bırakıyorlar
Karşılığında, ne var sahiden karşılığında?
Hamiline yazılı bir bağışlanma çeki
ya da uyku

Kaynak: Unutulmuş Kent

Oramar

Telefon direğinde bir yeni yaprak
Yaralı, gergin bir dişi tayın yelesi
Kiraz çalgısının dalıydı sesin
Bir bahar vuruşuyla titreyen

Unutma bana ve tüm yeryüzüne
Yepyeni sevinçler vereceksin
Bir tek kiraz yesen çekirdeğini
karnının tarlasına eken sen

Kale yollarından geçtik yıllardır
Bir düş ülkesine ülaşmak için
Bırak bütün düşlerini ırmağa
Adı senin olan yere gel hemen

Kaynak: Unutulmuş Kent

Orman

Kendine esen rüzgarla derinleşen
yüzü bir adamın durur
ve ormana bakar, bu benim.
Damarların ugultusunu duyar bir sarnıçtan
gizli bir kente döşenmiş su yollarının
Ağaçların sararmış yaprak uçları
dalarken gökyüzünün karanlık denizine
kökler büyülü bir ışıkla aydınlanır ve toprak
yabancı bir mimariye açılır, bana ait olan.
Yalnızlık, doğunun bildik çarşısı
kendi alışverişiyle canlanır, yeni bir ırkın
kölesi masmavi bir adam haber bekler, benden
yabancı bir tapınağın tanrıçasına.
Ötmeyen soyu tükenmiş kuşun saati
alacakaranlığı gösterir, gündüze mi geceye mi
gideceği belirsiz bir yolcu gibi. Ben.
Anılar biter ve bir cumhuriyetin
sınırları silinir.
Çekilirken bir çınarın burcuna
yüzünün gölgesi olan güneş bayrağı,
bir adam çam iğnelerinden bir çelenk koyar
kayanın dibine, bir gençlik anıtı olan kayanın.
Sonra ağır ağır ağaca dönüşür
Geleceğe ve sonsuzluğa uzatır yapraklarını
sürgünde bir kıral gibi, ülkesi olmayan
Bırakır kılıcını toprağa
rüzgar ve büyüyle gelen adam
Geriye uzak bir uğultu kalır ve kimsenin
ayak basmadığı bir orman.

Kaynak: Unutulmuş Kent

Penceremden Görünmeyen

Çamağacına

Duman renkli ve kocaman bir karganın
Kumlu dalgın kanatları ardından
Denizin derinliklerine açılan
Akdeniz güneşinde çürümüş ahşap
Ve kuytu yosunlara çalan teknenin
Reçine kokusuyla tanıdığım

Çamağacına

Bol sisli bir kışın ormanından
Karlı gelin telleri taşıyan
Gümüşten yapraklarla örtülü
Uysal ve uzun boynunu bahçelerin
Ve benim toprağıma eğmiş
Gülümserken bir eşkiya rüzgarın
Söküp uzaklara götürdüğü

Çamağacına

Bir akşamüstü kayboluşu
Penceremin daracık sahnesini
Lacivert ve kadife ve kesin
Birinci perdesiyle kapayan
Günlerimi çok eski bir oyunun
Gözgözü görmeyen karanlığında
Ortaçağ panayır soytarılarının
Küt ve kıvırcık sakallarıyla
Durmadan dekor değiştirdikleri
Öfkeli aralığında bırakan

Çamağacına

Şimdi rüzgar geçiyor penceremden
Gövdemin kuruyan kavalını
Kırmızı türkülerle donatarak
Senin ormanından sayısız ağaç
Ve düslerimde bembeyaz yıkadığım
Teninden coşkun sular geçiyor
Kapılıp sürüklenen ırmağa
Kıyıların danteline alışkın
Ellerim birden ulaşıyor

Çamağacına

Öperken yapraklarını acıyla kısık
Sesli kuşlar bakırlayan yüzünün
Bahçesinde yediğim vişnelerinin
Kabına sığmaz sevinci ve tutku
Yırtarken demirden kuşağını
Ağır bir işçi gibi ölümün
Beni yaşamanın kavgasına
Yarışta bir tay gibi fırlatan

Çamağacına

Seni bir çok daha görmek için
Dallarına basıp yaylandığım
Şiiri katıksız dolambaçsız
Bir önsöz olsun diye yazdığım
Senin adınla karıştırıp
Adını yüreğimin canına
Kazıdığım ve şimdi bir akşamüstü
Penceremden ansızın görünmeyen

Çamağacına

Kaynak: Pera’lı Bir Aşk İçin Divan

Pera’li Bir Aşk Için Divan

Bir zambagin taçyapraginda yagmur tanesini
Bir kula atin rüzgarli bayirdan kaynaga inişini
Yarisi gölgeli kumlarda ölümü bekleyen karanlik bogayi
Sabaha karşi ve hiç uyunmamiş tanyerinde işiyan kavak agacini
Ve bütün bunlari birden düşündüren seni düşünüyorum şimdi

Kaynak: Pera’li Bir Aşk Için Divan

Pera’li Bir Aşk Için Gazel

Merhaba güzelim, bak nasil doldurdu
– Dur önce şu sigarami yakayim –
Kirmizi bir güneş bardagimizi
Dişarda kararan rum kilisesinin
Gürültüyü yapraklara çeviren
Çan sesleriyle yüklü ve karmakarişik
Saatlerden geçiyoruz umut, ayrilik
Günleri. Yüzünün gülü kapali
Aci eylül geçiyor köklerimizden
– Sanirim degişen birşey olmali –

Biliyoruz öglesonu mavi pardesi
Gözlerinin yildizlariyla işiyan
– Dur güzelim yüzüne dokunacagim –
Ve akli yetmeyen tarlakuşuna
Öpüşlerle derinleşen bir hali
Yeni gelin bahçeleri dokuyan
– Bu kör eylül karanligindan uzak –
Bir ölümsüz yaz ülkesi olmali

Çikalim buradan hemen gidelim
– Ben önce şu hesabi vereyim –
Avluda fatihin ormanlarindan
Kesilmiş camlara bakan rum yetim
Içimi yalnizlikla dolduruyor
Kapida sadakor bir dalginligin
Ardindan bize bakan şu delikanli
– Nasil benim gençligime benziyor –
Şiirimiz bitince ve soldugunda
Sari gül yapragina yazdigim divan
Alip götürecek bir sahaf olmali

Kaynak: Pera’li Bir Aşk Için Divan

Rübailer

I

“Saki Şarap sun, beni de unutma” Hafız böyle diyor
Şiraz’da, gül altında, “aşk kolay göründü, oysa çok zor”
Bir cezayir menekşesi senin aşkın, uzakta ve elinde değil.
Ey kör Gel de açıkla şimdi sana nasıl kolay görünüyor?

II

Uyanıyor yeniden gül farkında mısın?
Uyanıyoruz yeryüzünü okşarken parmakların
Sen bir ağaç olmanın önsezisiyle yeniden
Ve ben gövdene yeniden rüzgar olmanın.

III

Bir şiir ülkesi olan yüzünü sevgilim
Sözcüklerin ordusuyla kuşatıp fethettim
Benimle dile geldi senin eşsiz güzelliklerin
Seninle bundan böyle şiir sultanı benim.

IV

Yazıldı benim gibi bir çılgının tapusuna
Senin güzelliğinin olan ülke ve koca dünya
Öylesine zenginim ki kıyamıyorum
Elim varıp bir tek pulunu harcamaya

VI

“Ölesiye yaşadı” dedi Can, gidince Yılmaz
“Nazım da öyleydi, başka türlüsü bize yakışmaz”
Öylesine ölesiye sevdim ki seni, ben gidince,
“Aşktan öldü bu çocuk ta” diyecektir, hic şaşmaz

Kaynak: İki Irmak Arası

Sadece Senin Yüzün

Yeraltinda bir bizans sarnici gibi loş
Kuyularda körlerin duragan bakişlarini
Tedirgin bir çocugun önsezileriyle
Bozmadan geçerken hiç düşünmemiştim
YUkarda bembeyaz bir güvercinin
Mavi bir balkonun bulutlarindan
Benim topragimi aradigini

Karşida tepelerin hayal perdesini
Bir sardunya agaci hişirdatiyor
Koyunlar sessiz bir yilan bir güneş
Bir kisragi her yil aşan kirlarin
Azgin tanrisi Pan’dan dogma yabansi
Ve inatçi bir keçi gibi Gavvino
Bir zincirlemeyle geçiyor çocuklugumun
Kisa pantolonlu kara gözlü yoksulluguna

Sanki Pera’nin bindokuzyüzden
Art nouveau pencerelerden baktigi
Tirşe haliç ve loş kumrular oteli
Birbirinden habersiz iki odada
Seni de saliyor düşlere ve beni
Tanrim görmeden tedirgin ve kizgin
Gümüş bir asansör çikarirken seni
Kara bir agirlik gibi iniyorum boşluga

Sakalinin koyu meşe dallariyla
Kapatinca karanlik bulutlar
Göklerdeki hâsin ve eski ahitten
Bir mezmurla isyan eden babamiz
Dilsiz ve korkulu ve yoksul
Siki topragi delip güneşe dogru
Alinyazisi yirtan ufacik tohum
Benim geçmiş tarlalardan arkadaşim
Kemik sapli kaçamak bir çakiyla
Kurak hayalgücümü kanatiyor

Sanki bir sayim günü ya da sikiyönetim
Issiz sokaklarinda surdiplerinin
Birbirine rastlamadan dolaşan
Iki serüvenci gezgin gibiyiz
Bomboş bir sinemanin koltuklarinda
Kapkara bir perdeyle ayrilmiş gözlerimiz

Bir kuzunun bogazina saplanan hançer
Birden gürültülere boguyor kenti
Kanli sokaklarinda gondollar yüzdüren
Bir venedik dişarda bu bozgun bizans
Çocuklari hançerleyip öldürüyorlar
Kirik bir akordeon gibi yüzleri

Sanki erken rönesansin bir sarayinda
Sesleri sarmaşiklar gibi bir madrigalin
Iki sagir şarkici gibiyiz
Şiirimiz sariliyor usanmaksizin
Birbirine ve biz sarilamiyoruz

Gölgeli kümeslerde yeniyetmeler
Kucaginda fisildaşan tavuklar
Kara gözlü sipalar ve soluk soluga
Evreni sevişmenin kuşlariyla dolduran
Gelinler metresler orospular melekler
Agaçlarin ve rüzgarin ve tüm denizlerin
Seslerine karişan su azgin hayat
Sanki seni ve beni
Bogazin çok derin akintilarinda
Ters yöne habersiz yelken kaldiran
Iki çagdişi ve şaşkin balik gibi
Bir doyumsuz hasrete tutsak ediyor

Perdede şimdi kocaman bir hayal
Sadece senin yüzün

Kaynak: Pera’li Bir Aşk Için Divan

Satraplar

bulutlu bir sabahtı
yalnızlık
saatin kumlarıydı sanırım yüzüme çarpan
ivecen
kalabalık
ağır ağır uzaklaştı orman
ve deniz günleri
geride kaldı

çölü kesti bir martı
bir çığlık
taş kanatlarla vurdum uzak dağlara
ardımdan
gelen yok, sanırım
cebi çiçeklerle dolduran
gül ve kiraz bahçeleri
yandı

altımda geçmişin atı
omuzlarımda
saçlarının uzun yıllar ördüğü kaftan
karardı
sanırım dönmeyeceğim
sislere gömüldü çoktan eski günlerin
bulanık
tapınağı

dönüyor güz kartalları
yaklaşık
satrapların gömütüne, boz kayalardan
nerdeyse inecek
karanlık
köşede gözlerini dikmiş üç başlı köpek
sızan kana
baktı

artık
ırmağın sonuna vardık

Savaş ve Barış

Yamaçta bir ev evin üstünde
Kocaman bir tavuskuşu oturmuş
Dar pencerede ufacık bir kız
Elinde paket taşı kadar bir çikolata
Bir tüy ormanının ardında kalan
Güneş içindeki çin’e bakıyor

Bahçeye kurulmuş üç arsız keman
Renkli şeritlerin bayrağıyla
Çivi yazısından bir karıncayı
Tam iki saattir oynatıyor
Çaldıkları parça da Chopin

Mor renkli ispirto içtiği için
Çiroz olduğuna inanıyor dede
Merkezkaç gücüyle karadenizin
Balkonuna yaslanmış bıyık altından
Gülerek küçük kıza bakıyor
Dede çiroz değil bir hinoğlu hin

O anda duyuldu arka tarafta
Ovaya bakarak gözcülük eden
Arap oğlanın sesi ve bembeyaz
uğultusu pusudaki ölümün:

Tanklar geliyor

Kaynak: Surlar ve Deniz

Senin İçin Dört Alçakgönüllü Hai-kai

I

Sisli ilkyaz bahçelerinde
Herkes kendine bir bahar dalı arıyor
Önce seninkini öğrendim bu sabah
Japon elması

II

Tankların ölü ağaçları arasında
Yapma çiçekler gibi bando
Bir köşede açmış diri güllerini
Japon elması

III

Bir mayıs ikindisi ıssız kentin
Patikalarında ölü güvercinler
Onları beklemiş bütün bir gün
Dalları bomboş japon elması

IV

Kırmızı akşam yıldızının uçurtması
Bahar esintisiyle sallanıyor
Omuzunun beyaz kuşlarına
Dönüyor siste japon elması

Kaynak: Pera’lı Bir Aşk İçin Divan

Sokak

Durmadan değişen bir kentte selvilerin
anılarıyla uğuldayan bir sokaktı
Yüksek ve külrengi yapıların tepesinde ikindi
sarı bir ışıkla vururdu pencerelerin donuk ve sessiz
krater gölcüklerine
Orada yaşlılar otururdu tozlu iğne yastıkları ve güz
sararmış martıların eğri yağmurlarıyla gelir tarardı
yüzlerinde unutulmuş sepya boşluğu
Karınlarına ölümün tohumlarını ekerdi aşağılarda
hafif bir lağım kokusuyla karışık kahve
ve anason çiçekleri satılan
küf rengi ırmakların sokağında ehliyetli kurbağalar
safa pezevenkleri ve geçmiş kaçakçıları
Arada inatçı arnavutların
durmadan yenilediği kaldırımlardan
gülleri örselenmiş kadınlar geçerdi farkedilmeyi
bekleyen erken kararmış lidya gümüşleri genç kızlar
Kanlı bayrakların yelkeniyle arada
tersane işçilerinin kadırgaları geçerdi ilkyardıma doğru
Siren sesleri sivaslı kapıcıların granit belleğine
bulanık izler bırakırdı

Günlük işlerin bittiği saatlerde yani geceleri
sokak bir kerhane gibi işlerdi bahriye gediklileri
denizi ve orospuları aynı anda gören evlerin
duvarına arabesk bir savaşın tarihini yazarlardı: Aşk
Binliklerin mor jileti çalışırdı kapılarda titreyerek ve derin
bir yarıkla açarak feodal zamanın surlarını
sabahın eteklerine ulaşırdı

Oradan başıboş çocuklar çıkardı yaşamın çöpçüleri
doğulu çocuklar plastik ayakkapları ve kendi gövdelerindeki
ölü ana sıcaklığına sarılan kollarıyla
süpürürlerdi gecenin artıklarını
Solgun iğneleriyle ilk ışıkların dikerdi ağırbaşlı halk
kentin zarını yeniden ve gün
başlardı

Orada sevdim seni
Sokağı denize bağlayan geçitte orada
geceyi gökkuşağına bağlayan günlerin saçını hızla örerdi zaman
Sevecen sorgulu uysal yüreğin
bir çimen türküsüyle açardı soyağacının gizli bahçelerini
çılgın bir büyücüye, orada kan ırmağından
geleceğin şarabını çıkardım ve yanan günlerden altın
bir şiir çıkardım güzelliğinin kapalı yapraklarından
bozkır ortasında ırmak kuyu dibinde gökyüzü bir özgürlük
esintisi zindanlarin avlularindan

Unutma ben yokolunca değişince kent ve bir yoksulun
o günlerden
sana bağışladığı söz ülkesi yitip gidince
sonsuz ve isimsiz bir deniz kalacak bir de çamagacı
benim sularımla öpüşen.

Kaynak: Unutulmuş Kent

Surlar Ve Deniz

körler ülkesinin tam karşısında
çünkü gören olmadı seni benden başka
duran kent sevgilim nicedir
surların çevirdiği denize doğru
kurdum barbar çadırını bekliyorum

bekliyorum bembeyaz bir yapının
omuzlarına konacak kartal
kapına dikilmiş boynuzlarıyla
kara koç başı hırslı kalkan
ve hasret ve tutku ve bitip tükenmez
ayrılığa inatla kafa tutan
bakısların tozlarına bulanmış
ağaç heykeli olan gövdemle

içinden görmek istiyorum seni
dinlemek daha da bir güze doğru
çimenlerinden geçen serin esintiyi
yıkanmak derin saatlerinde denizinin
yarı aydınlık sokaklarından geçmek ve eski
bir balıkçının uslanmaz merakıyla
ağ atmak akşama karşı sularına
yanan alnımı su mermerinin
karnına koymak ve uyumak
yorgun savaşçının
tütün ve barut kokusuyla uyumak bir hayvanın
karlı sınırlarını aşmak bir yaza doğru

saklı kent bıktım seni kuşatan
kendi çadırlarından kör kılıcına
tuğlalarla örülmüş yanık surlardan
bıktım bana uzaklığı öğreten
di’li geçmisiyle zamanın
yazılmış kuşatma günlüklerinden

taş perdeleriyle bir gize doğru
yelken açan kent göremiyorum seni

Kaynak: Surlar ve Deniz

Teşekkürler Kalbim Sana..

Gençligimin dallari hep ikindiyi gösteren durmuş bir
yelkovan gibiydi o yillarda yani erken ölümü ve içinde
altin tozlariyla agir agir yaz boyunca yapraklari tirse
yeşili ve kişin yoktu bilemezsin o küçük saatin karninda
sapsari bir çark ne işe yarar tipki kimi sözcükler gibi
önce anlaşilmayan ve bir zaman gelir döner başlatir
bir şiiri

Işte öyle bir şarkiydi

Her gün içimde yaşayan yalniz bir japonun küçük bir
alanda kirmizi kasim yapraklarini büyüttügü paris’te
tuvaletlerinde bile çeyrek le monde sayfalari kullanilan
çünkü kalindir kagidi banyolarla dolu ve sartre’in
çocukluk anilariyla bir otelde lahmacun cumhuriyetinin
üç uyruguyla eski bir rus plagini ilk kez dinlerken
bu şarki çantama düşürmüş olmali
gelecegin ormanini

Sagol yüregim çünkü o ezgi

bakir bir şafakta uçarken saatlerce altimda “güneşte
sararmiş kemik ve kil ve külle örtülü” ortaasya kentleri
ve parti çizgisinde lacivert giysilerle adamlar büyük
bir gökyüzü gemisinin lombozlarindan alkol denizinde
yüzen daglara bakar bakar donuk gözlerle
içimde bir sikinti ne istedigimi bilmiyorum görünmüyor
ekimin kayip ülkesi düşünürken habersiz savurdugumuz
beyaz bir bulutta

seni taşiyordu

Bagli kaldi

içimdeki japonun da içinde kapkara bir koç o yüzden
dolanir durur düşleyerek tanyeri ülkesini ve bekler ne
zaman işitacak beyaz duvardaki tüy sarmasigi seher
yildizi bekler kil çadirlarda göçer denklerine sikişmiş
kara bir çekirge gibi umutsuz bir yarini ve atlara eger
örgütleyen kolan durmadan dagilir gider gene de iner
mahmuz kan içinde bir hint horozunun gözlerine kararir
ortalik nerede başaklar ve yanilmiyorsam tipki
böyle bir zamanda yüregin kanatlari bir tele çarpar

eski bir şarkiyla

Çark döner
tamamlar şiirimizi.

Turgut’a

Eylül mezarlıklarından şimdi her gece
ellerinde fenerlerle geçen arkadaşlarım
Oturup düşündüm unutkan bir ülke eylül
Herkes unutuyor ancak bir deniz sofrasında
durulunca hazları tenin ve bütün kitaplar
hatırlıyoruz. Ne kadar yoksuluz çocukluğumuzda.
Anamızın eteğine doldurulmuş çakıltaşları
Güz gelince yeniden ölen çekirge, savruk otlar
gizli bir tarihin yarıklarını
doldurmak için ırmağın sürüklediği çerçöp
kambur yollarında ceza okullarının
aşınmayı önleyen bir avuç kabara ve anamız
şimdi düşünüyorum kimbilir kaç kez
yamalı çoraplarla birlikte yeniledi bizi

Islanınca esmer defterleri yüzümüzün
bu çamurla kanla alınteriyle gizli bir yazgı
çakıyor bir an. Karanlık feneri ülkemizin.
Nasıl bir yalnızlık, unutulmuş bir ışık diliyle
çırpınırken biz üstümüze geliyor büyük gemisi geleceğin
Bir tenis topu, koşan bir çocuk, bir gözyaşı bile değiliz.
Yalnızca bir ağaç ailesi ve bir köşede
yıllardır bizi gözleyen hep aynı balta: Dalgınlık.
Düşünüyorum nasıl budandık bahara ulaşmak için.
Şimdi sessiz duruyoruz kıyısında bir düşüncenin
unutmamak için çünkü unutuşun kolay ülkesindeyiz
ölü balıklar geçiyor kırışık bir deniz sofrasından
ve ellerinde fenerlerle benim arkadaşlarım
durmadan düşünüyorum ne kadar çok öldük yaşamak için.

Kaynak: Surlar ve Deniz

Unutulmuş Kent

Vermeme olanak yok bana verdiklerini
Ama ayrilirken bir hesaplaşma da gerekli
Geçmiş bunca güzellikten bir ani olarak
Ben seni alayim istersen sen de beni

Yalnızlık

Bütün bir haziran evin önünde
Akasyanın dallarını eğerken rüzgar
İpeğe kırmızı bir gül işlerdi
Kulağı ıssız ve tozlu yollarda

Yoksulluğun kedileri kapıyı
Bir yaz boyu her gece tırmaladı
Sırtının teline mavi bir horoz düşü
Dokunmadan uykuya varamazdı

Uzak denizlerden atlar geçerdi
Bulutlar güze yakın gözlerinden
Bekledi ölümün beyaz elinde
Solgun bir gül oluncaya kadar

Kaynak: Surlar ve Deniz

Yedi Küçük Fotoğraf

Çok tenha bir kumsala çekilmiş
Bir dilim taze kavun sandalı
Masanın ayağından sular geçiyor

Çıplak memeni okşayan rüzgar
Bir turunç kokusuyla sarıyor
Buğulu kadehe bakan yüzümü

İkindi güneşi bir pencerenin
İşlemeli demirine vuruyor
İçerdeki kuşlar dağılsın diye

“Aptal” diyor “durma orda yanarsın”
Gölgeye çağırıyor tales eşeğini
Zeytinin dibinde bir ufacık kız

Bir bakır mangaldan iki istavrit
Gizlice göz kırpıyor kedilere
Defneler yaprak kabartıyor

Balıkçılar ağ atıyor durgun denizin
Dibini ısıtan mor yıldızlara
Ve akşam da onlara ağ atıyor

Alıp götürecek ay görününce
Herkes sevdigini yer yatağına
Yeryüzü sevişince değişiyor

Kaynak: Pera’lı Bir Aşk İçin Divan

Yedili Tuyuğ

Küçük ırmak sen buradan gidince
bozulur bahçeler bağlar
ve durur mu gider arabı zengi
atlayıp kişneyen atına
yerine kays gelir altına
çekerler horasanın düzünden
çöl halısı kahve rengi

Açar sen gidince padişah rüzgar
perdelerini gün batımının
görünür nereye baksam bir çölde
iki irmak arasının kurbanı
alinin ki selam üstüne olsun
elim yüreğine değmesin diye
aramıza koyduğu verev zülfikar

Gün gelir zamanın çekirgeleri
geçer gövdemizin çimenlerinden
öpüşlerin şarabına bulanmış
güzelliğin bir bozguna dönüşür
gözyaşları bile sakın unutma
yol bulamaz yüreğime ve gider
kenar suyu olur bir çöl divanina

Kaynak: İki Irmak Arası

Onat Kutlar İngilizce Hayatı
Mehmet Arif Onat Kutlar (January 25, 1936 ? January 11, 1995), also known as Onat Kutlar, was a prominent Turkish writer and poet, founder of the Turkish Sinematek and one of the founders of the Istanbul International Film Festival.
Biography
Onat Kutlar was born in Alanya, Turkey in 1936. He was the grandson of Arif Pasha, an Ottoman governor of the Taif district and the son of Ali Riza Bey, a penal judge of the young Turkish Republic and later a farmer, and Meliha Hanim. He grew up in the city of Gaziantep. He studied law at Istanbul University and philosophy in Paris. His book, Ishak (1959), comprised of nine short stories, most of which are written from the point of view of a child and are often surrealistic and mystical was the recipient of the 1960 “Turkish Language Association Short Story Award”. According to the literary critic Fethi Naci, these represent a very early example of magical realism genre. In 1994, he was awarded with L’Ordre des Arts et des Lettres and in 1975 Cultural Medal of Poland for his work in the Turkish Sinematek. He died of injuries sustained in a terrorist attack in Istanbul on January 11, 1995. Currently, the FIPRESCI Prize in the National Competition of the Istanbul International Film Festival is named after him to commemorate his contributions to the Turkish cinema.

Bibliography
Poetry
* Peralı Bir Aşk Için Divan (Divan for a Pera Love), 1981
* Unutulmuş Kent (Forgotten City), 1986 translated into French as La Ville Oubliée published by Royaumont

Essays and short stories
* Yeter ki Kararmasin (Just Let It Not Get Dark), 1984
* Sinema Bir Senliktir (The Cinema Is a Feast), 1985
* Bahar Isyancidir (Spring is Rebellious), 1986
* Gundemdeki Sanatci, 1995
* Gundemdeki Konu, 1995

Collection of short stories
* Ishak

Screenplays
* Yer Çekimli Aşklar (1995) (screenplay)
* Hakkari’de Bir Mevsim (1983) based on the novel ‘O’ by Ferit Edgu, aka A Season in Hakkari (International: English title), aka Eine Saison in Hakkari (German) directed by Erden Kiral
* Hazal (1979) directed by Ali Özgentürk
* Yusuf ile Kenan (1979) directed by Ömer Kavur

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir