Öyküleriyle İstanbul Anıtları I-II Cilt – Sennur Sezer, Adnan Özyalçıner

İstanbul bir açık hava müzesidir. Birbirinden farklı dönem ve kültürlerin anıtlarının her biri yaşadığı süreç içinde söylenceler kazanmıştır. Bu söylenceler yanında kimi binalar tarihsel dönemleriyle ilgili öyküler saklamaktadır. Asıl şehir olan suriçi bölgeden başlayan bu öyküler İstanbul ile birlikte gelişmiş, değişmiştir. Şehrin sürekli büyüyen yapısına paralel olarak artan nüfus, İstanbul halkını şehrin simgesi olmuş dini ve sivil pek çok binanın, anıtın kimliğinden habersiz duruma getirmektedir. Pek çok yapının işlevlerinin bugüne kadar geçirdiği değişiklikleri bilen aydın sayısı da sınırlıdır.

İstanbul’da Tarihin Ayak İzleri – Ayça Örer
(04/02/2011 tarihli Radikal Kitap Eki)

Sennur Sezer ve Adnan Özyalçıner?in ortak emeğinin ürünü ?Öyküleriyle İstanbul Anıtları? iki cilt halinde Evrensel Yayınları?ndan çıktı. Öznesi İstanbul olan eserler kütüphanesine konusu en özgün olanlar kategorisinden girmeye aday ?Öyküleriyle İstanbul Anıtları?, uzun, meşakkatli bir çalışmanın sonucu. Her şeyden evvel, İstanbul?un çok görülür, az bilinir bir konusunu araştırma olarak seçmiş, şehrin her yanına dağılmış binlerce anıtı teker teker aramış, bulmuş, araştırmış ve yazmışlar. Şehri gezerken sağa sola dağılmış, kimi unutulmuş, kimi restore edilmiş, kimi restore bile edilemeden yok olmuş irili ufaklı çeşmeler, surlar, heykeller, saraylar, köşkler, camiler, kiliseler, sinagoglar kitabın konusu.
Sezer ve Özyalçıner?in kitabın girişinde ?Güzelim Ayasofya?nın anlatılmış yazılmış on öyküsü varsa, doksanı yazılamamış yitmiştir. Süleymaniye?nin de öyle? diyerek anlattıkları bir gerçek var, kimi artık yıkılmaya yüz tutmuş ve ismi dahi unutulmuş anıtların hikâyelerine ulaşmak zorluğu.
Kitaplardan birincisi ?Surlardır Kuşatan İstanbul?u?, ikincisi ?Saray?dan Liman?a? başlığıyla hazırlanmış. İlk kitap surlar ve sur içlerinde kalan anıtlara yer veriyor. Eski İstanbul?un kadim semtlerinden başlayarak izlenen anlatım sırasında Haliç, Eyüp, Kağıthane, Edirnekapı, Karagümrük, Çarşamba, Topkapı, Aksaray, Fatih, Sultanahmet var. İkinci kitapsa Osmanlı İmparatorluğu?nun yönetim merkezi Topkapı Sarayı ve çevresinden başlayarak Eminönü, Kumkapı, Bakırköy, Galata, Beyoğlu, Beşiktaş?tan, Kadıköy?e Üsküdar?a kadar uzanıyor. Boğazın iki yanına dizili semtler ve Adalar da unutulmamış.

Unutulmuş tarihler, unutulmuş hikâyeler
Sezer ve Özyalçıner kitabı hazırlarken eski yeni ayrımı yapmamış, geçmişte bulunan yapılarla çağdaş mimari örneklerini bir araya getirmiş. Bunun okurken iki faydası var, birincisi hayli tahrip olduğu için dikkat çekmeyen eserleri fark etmek, ikincisi modern zamanlarda İstanbul?da yapılan eserleri hatırlamak.
Kitapta anılan bazı anıtların anıt olduğunun bile farkında olmayabilirsiniz, çünkü çoğu günümüzde farklı amaçlarla kullanılan ya da tarihi unutulmuş eserler? Mesela Bakırköy?de bulunan Fil Damı. Hebdomon adıyla bilinen Fil Damı?nın Bizans dönemiyle Osmanlı döneminde saraya ait fillerin bakıldığı yer olarak bilindiği rivayeti var. Mekân şimdilerde konserler ve açık hava etkinlikleri için kullanılıyor. Bir diğer örnek Laleli?de bulunan Tayyare Apartmanları. 1918?de Fatih?te ve çevresinde insanların evsiz kalmasına neden olan yangından sonra mallarını kaybedenler için yapılan apartman, günümüzde otel olarak faaliyetini sürdürüyor.
Peki İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi?nin İstanbul?un ilk Müslüman yetimhanesi Darü?l Hayr-ı Âli?nin yerine kurulmuş bir bina oluşu? Savaş koşullarında kömür ithal etmek için inşa edilen Kağıthane Demiryolu? Üzerindeki kitabe kaybolunca tarihi de kaybolan Kadınlar Çeşmesi? Bunların hikâyeleri de unutulanlardan?
Kitapta böyle yüzlerce eser bulmak mümkün. Murat Belge?nin İstanbul?u semtleri ve hikâyeleriyle hemhal ettiği ?İstanbul Gezi Rehberi?nin ardından bu eser semt semt, bütün anıtları kapsayan içeriğiyle daha detaylı gezintilere çıkmak isteyenler için önemli bir tarihi kaynak. Bu kadar özenli bir çalışma için belki bir küçük not düşmek gerekir, kitap bir sonraki baskısında daha iyi bir editörlük çalışmasını hak ediyor.

Kız mı oğlan mı?
Beyazıt?ta İstanbul Üniversitesi Merkez Binası bahçesinde bulunan Beyazıt Yangın Kulesi kitapta hikâyesiyle yer alan eserlerden. Kendi de birçok kez yanan, birçok kez tamir edilen kule, 1828?de Padişah III. Mahmut tarafından yaptırılmış, son halini 1889?da almış. Kulenin hikâyesi şöyle:
?Eskiden kulede gece-gündüz nöbet tutan yangın gözcüsü askerler bulunurdu. Gözcüler, kentin dört yönüne açılan pencerelerden her birinin önünde ayrı, ayrı durup bakarlardı. Gözcü, bir yerde bir yanıgın belirtisi gördü mü ilk işi komutanına seslenmek olurdu:
-Ağa bir çocuğun oldu!
Komutan:
-Kız mı, oğlan mı? diye sorardı.
Gözcü, ?Kız Ağam, kız!? dedi mi
yangının kentin karşı yakası olan Galata, Üsküdar ya da Boğaziçi?nde olduğu anlaşılırdı. O zaman gündüzse, kulenin iki yanına iki sepet ya da iki bayrak asılır, geceyse iki fener yakılırdı. Gözcü ?Oğlan Ağam, oğlan? deyince yangının İstanbul yakasında olduğu bilinirdi. O zaman da, gündüzse kulenin iki yanına bir sepet ya da bir bayrak asılır, geceyse bir fener yakılırdı. Bu böyle belirlendikten sonra iş o zamanların yangın söndürücüleri olan tulumbacılara düşerdi.

İstanbul?a bir de böyle bakın – Sema Barbaros
(29/12/2010 tarihli Radikal Kitap Eki)

Sennur Sezer ve Adnan Özyalçıner?in hazırladığı Öyküleriyle İstanbul Anıtları bu sorulara olumlu bir yanıt veriyor. 2010 İstanbul Avrupa Kültür Başkenti Ajansının projelerinden bir olan ve Evrensel Basım Yayın?ın yayınladığı 2 ciltlik kitap 808 sayfa.
İSTANBULLU OLMAYA BAŞLAYIN
Öyküleriyle İstanbul Anıtları İstanbul?u surlarından saraylarına, limanlarına kadar karış karış konu ediniyor. İstanbul?u pek iyi bildiklerini düşünenler bile bu sokak aralarında kalan söylenceleri, öyküleri fark etmediklerini görecek. Öyküleriyle İstanbul Anıtları-1 (Surlardır Kuşatan İstanbul?u) ve Öyküleriyle İstanbul Anıtları-2 (Saray?dan Liman?a) kitaplarının arka kapaklarındaki açıklamalar projenin niyetini en iyi şekilde özetlemiş: ?İstanbul?un kültürel yapısında önemli bir yeri olan bina ve anıtları bugünkü kuşaklara tanıtma ihtiyacı ve söz konusu yapıt ve anıtların geçmişten bugüne gelen söylencelerini yazılı hale getirmek?
Sennur Sezer ve Adnan Özyalçıner bu proje için şöyle yazmışlar: ?Bu kitabı okuduğunuzda, katkıda bulunmayı düşündüğünüzde İstanbullu olmaya başlayacaksınız.?
Kalesiyle, çarşısıyla, meyveleriyle, bitmek bilmeyen yazları ve kışlarıyla, öyküleri, masallarıyla yoğrulmuş İstanbul, bu kaynakla daha anlaşılır daha yakın ve daha bilinir hale gelmiş.
EĞLENCE SADABAD?DA BAŞKA OLUR
Belki çok defa geçmişizdir Kağıthane?den ama bilmeyiz eski Sadabad?ı. Eski Sadabad İstanbul?un gezi yerlerinden biri. Seyahatnamesinde buraları da yazan Evliya Çelebi de Kağıthane?yi geç keşfedenlerdenmiş. Çelebi?nin Sadabad?la tanışma hikayesi kitapta şöyle yer alıyor: ?Meğer Evliya Çelebi de daha önce Kağıthane?yi hiç gidip görmemiş. Ününü duyup dostlarına sormuş, azarı da işitmiş: ?Ey tasa ve kederle hali perişan olmuş biçare, aklını fikrini yitirmiş avare. Niçin gam sahrasında Mecnun, mahsun olup bu havadar Kağıthane?yi bilmiyorsun. Bu Devlet-i Ali Osman kurulalı hiçbir gezi yerinde Kağıthane?den tat alınmasına benzer bir sevinç tadılmamıştır. Bu bayram yerini görmeyen adam yeryüzünde bir şey görmüş değildir?? Çelebi aldığı yanıttan öyle utanmış ki, bir pınar olup Kağıthane?ye akıverecekmiş neredeyse.?
225 yıldır çalışan Galata ve Karaköy arasında yeraltı bağlantısını sağlayan raylı sistem diye anlatırız Tüneli. Peki nedir Tünel?in hikayesi? ?Eugune Gavand Fransız bir mühendis, az uğraşmamış bu tünelin yapımı için; önce Fransız hükümetine sonra da İngilizlere sunmuş. Aralarında yaptıkları pazarlıkla kabul etmişler tasarıyı. 1868?de Osmanlılara başvuru görüşmesi yapmış ama ancak aylar sonra kabul etmişler başvuruyu. Dünyanın üçüncü en kısa ?metro?su olan Tünel?den ilk dönemde çok çekinmiş İstanbullular. Arada bir takım kazalar da olmamış değil, bir istasyon şefi ölmüş. Bundan başka da hiçbir can kaybı olmamış neyse ki.?
İSTANBUL?UN TARİHİ APARTMANLARI
Beyoğlu?nun görkemli binaları herkesin dikkatini çeker. Adlarını bilmediğimiz bir sürü binayı öğreniyoruz Öyküleriyle İstanbul Anıtları?ndan. Botter Apartmanı, Narmanlı Yurdu, Pera Palas, Kırım kilisesi… İstiklal caddesine doğru Markiz Pastanesi, Elhamra Hanı, Mısır Apartmanı, Aznavur Pasajı… Önünden geçtiğimiz bu yapılar ne zaman yapılmış, isimlerini nereden almışlar, kimler korkuyla bakmış bu yapılara?
Sennur Sezer ve Adnan Özyalçıner, şiirsel anlatımlarıyla, Şehr-i İstanbul?u, daha önce hiç bakmadığımız bir yerden doya doya seyretmemizi, koca bir tarihin parçası olduğumuzu hissetmemizi sağlıyorlar.

Evrensel Basım Yayın’dan “Öyküleriyle İstanbul Anıtları” – Cumhuriyet Haber Portalı (2 Kasım 2010)
Çağdaş edebiyatımızın en önemli ismlerinden Sennur Sezer ve Adnan Özyalçıner’in akıcı, yalın, dost kalemi bu kez İstanbul’a uzanıyor. “Açık hava müzesidir” dedikleri İstanbul’un kaybolmuş, kaybolmaya yüz tutmuş bütün kültürünü kucaklamaya, belgeleyerek korumaya çalışıyorlar. İki cilt olarak yayımlanan kitabın birinci cildi “Öyküleriyle İstanbul Anıtları-Surlardır Kuşatan İstanbul’u” nda şehrin semt semt çeşitli dönemlerden kalan ya da kalamayan camisinden kilisesine anıt yapıları tanıtılıyor. İkinci cilt “Öyküleriyle İstanbul Anıtları-Saray’dan Limana” Surların İstanbul’u kuşatması gibi, Sarayın da yönetimsel olarak İstanbul’u kuşattığı vurgulanarak başlıyor. Limandan, saraydan şehre hatta yerinden edilen çağdaş heykellere kadar, dünü, bugünüyle her anıta uzanılmaya çalışılıyor. Sanki, gelecek kuşaklar onlardan esirgenen mirası öğrensinler de hak arasınlar diye somut ve somut olmayan kültür mirasının dökümü çıkarılıyor.

Evrensel Basın Yayın tarafından 29.İstanbul Kitap Fuarı ile aynı temayı paylaşan ve aynı zamanda basılan “Öyküleriyle İstanbul Anıtları 1-2” yazı ve fotoğraflarıyla, kaliteli baskısıyla yani nicelik ve niteliğiyle her kuşağın yararlanacağı, edinip saklayacağı bir kaynak kitap. Hazırlanıp basılmasında İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı’nın da katkıları bulunan kitap, Ajans’ında ufkunu açacak, öykülerin arasından sezilen, öneri ve eleştirileri de kapsıyor.

Kitaptaki anıt yapılar ve öykülerinden bazıları;

Çarşı Camii
Kuzguncuk?ta Çarşı Caddesi üstünde bulunmaktadır. Son dönem camilerinden biridir. Tarihsel ve mimari bir değeri olmamakla birlikte Müslüman, Hıristiyan dayanışmasının bir örneği olduğu için önemlidir.

Gülsüm Cengiz, ?Boğazdaki Mutlu Çocuk Kuzguncuk? kitabında, semt sakinlerinden Fahrettin Uzunoğlu?nun bu caminin yapılışı konusunu aktarmaktadır:

?Çarşıdaki cami yapılmadan önce Nakkaş Camisi vardı, oraya giderdik namaz kılmak için. Üryanizade Camisi deniyor, ama biz Nakkaş Camisi derdik. Ramazan kışa rastlamıştı bir sene. Orada karların üstünde teravih namazı kılmıştık. Ben yeni caminin temeli atılırken buradaydım; ben askere gitmeden önceydi. 1952?de açıldı. Caminin yerini Suudi Dağdelen verdi? .Gülsüm Cengiz Fahrettin Uzunoğlu?nun anlattıklarını şu sözlerle tamamlıyor:

?Cami Surp Krikor Lusaroviç Kilisesi?yle yan yana. Halk desteğiyle yapılan Kuzguncuk Camisi?nin yapımı sırasında, Ermeni Kilisesi yönetimi de 500 TL yardımda bulunmuş.?

Bir başka kaynak, yeni caminin yapımı için 1950?li yıllarda sahilde bulunan Ermeni Kilisesi?nin bahçesinin bir bölümünü bağışlayıp yüklü bir para yardımı yaptığını yazıyor.

Kuzguncuk Surp Krikor Lusaroviç Kilisesi
Kuzguncuk?ta Çarşı Caddesi üstündedir. Osmanlı döneminde yapılan, dıştan görülebilen kubbeli iki Ermeni kilise­sinden biridir. Yanı başında Kuzguncuk Çarşı Camii’nin bulunuşu, cami ile kilise siluetinin birlikte görünmesi, bi­naya ayrı bir dostluk anıtı kimliği ka­zandırmaktadır.

Kilisenin ilk yapılışı Patrik İsdepanos Zakaryan Ağavni (1831?1839) döne­mindedir. 11 Mayıs 1835’te ibadete açı­lan kilise 4 Mart 1861 tarihli fermanla verilen izne göre büyük bir onarım gör­müştür. Binanı son onarımı 1967’dedir. Bina doğu-batı doğrultusunda T/Yunan haçı planında moloz taş-tuğla hatıl karışımı olarak yapılmıştır. Mima­rı Hovhannes Amira Serveryan’dır. Do­ğudaki çan kulesi kilise gibi kubbeyle örtülüdür ve ilk katı kemerli pencereler, ikinci katı dört ayağın yanına otur­muş dört kolondan oluşur.

Binanın ana girişi batı cephesindedir. Yontma taşla çerçeveli bu kapının üs­tündeki üçgen taş silme, batı cephesi­nin üçgen biçimde sonlanışı ve hemen çatı altındaki üçgen pencereyle uyum sağlar. Kapının iki yanında birer ve üst hizasında üç pencere bulunur. Ana giriş nartekse (giriş holü) açılır. Üç nefe ayrıl­mış olan narteksin yan bölümleri orta bölümden daha yüksektir. Ana ibadet mekânından demir kafesle ayrılan narteksin üzerinde galeri bölümü yer alır. Galeriye, kilisenin dışında, kuzey cep­hesindeki merdivenlerle ulaşılır. İbadet alanı narteks genişliğinde baş­lar. Bu bölümün kuzeyinde kilisenin adandığı Surp Krikor Lusavoriç’in res­mi yer alır. Bu resmin tam karşısındaki duvarda kilisenin ikinci girişi vardır. Alan bu kapıdan sonra köşeli bir pa­rantez gibi genişler ve din adamlarına ve ilahi okuyucularına ayrılan ?tas?la sonlanır. Bu alana köşeli parantez biçi­mini köşelerde duvarın kolon görüntü­sü verilmiş kalın ayaklar oluşturması verir. Bu köşeli ve yivli kolonlar korint başlıkları ile sonlanır. Bu bölümün ya­nal duvarlarına ve kuzey güney doğrul­tusundaki kemerler üzerine Bizans üslubundaki kubbe oturur. Bu kubbe penceresizdir. İbadet alanı kuzey ve gü­ney cephelerdeki, kubbe genişliğinde ve bir arada üçe bölünmüş yarım daire görünümünü taşıyan üçer pencereyle aydınlanır.

Din adamları bölümüyle (tas) ibadet alanını (absid) el oyma­sı, ceviz bir korkuluk ayırır. Kilise binası tas bölümünde genişleyerek gü­ney ve kuzeydeki kiliseciklerle absidi kapsar. İlahi okuyucuların hazırlanmasına ayrılmış olan kiliseciklerin ve kuzeydeki vaftizhanenin avludan giriş kapıları vardır. Ayrıca tasın güneyinde ve kuzeyinde bu alanlara geçiş bulunur. Tasın kuzey ve güneydoğusundaki basamaklarla ?pem?e çıkılır. Sunak ve pemi oluşturan absid yarı dairesel planlıdır. Kısmen altın va­rakla kaplı olan ahşap sunak dört ko­lon üzerine oturur ve tepesi bir külah örtü (gatoğige) ile sonlanır. Vağarşag Seropyan, sunağın üzerinde yer alan Ermenice bir ilahi dizesini şöyle çevirir: “Ey Mesih! Tanrılığının nuruyla kut­sal kiliseyi aydınlattın. Onu sonsuzluğa kadar sabit kıl.? Absidin doğusundaki bir kapıyla kuzeydeki hazine odası ve güneydeki din adamlarının hazırlık odasına açılan ge­çitle bağlantı sağlar. Bu geçidin üzerinde çan kulesi yer alır.

Ahmet Fethi Paşa Yalısı
Kuzguncuk?ta Paşa Limanı Caddesi?nde bulunmaktadır. Pembe Yalı olarak da bilinen bu yapının ne zaman yapıldığı konusunda kesin bir bilgi yoktur. Salâh Birsel?in yazdığına göre Ahmet Fethi Paşa Yalıyı, Mihrimah Sultan?ın torunlarından birinin kocası olan bir şeyhülislâmdan almıştır. Buna göre yalının XVIII. yüzyıl sonlarında yapıldığı varsayılmaktadır.

Ahmet Fethi Paşa, Eyüp?te 1801 yılında dünyaya gelmiştir. Enderun?dan yetişen Ahmet Fethi Paşa, çeşitli askeri görevlerde bulunmuş, padişah yaverliği ve elçilik yaptıktan sonra Tophane Müşirliği?ne yükselmiş, 1840 yılında, Abdülmecit?in kız kardeşi Atiye Sultan?la evlenmiştir. Paşa, Aya İrini?de ilk Türk Müzesi?nin de kurucusudur. Yalı, harem ve selamlık olmak üzere iki ayrı bölümden oluşmuştur. Yalı, taş temeller üstünde yer yer tuğlaların da kullanıldığı ahşap bir yapıdır. Ahmet Fethi Paşa yalının orijinalliğini de koruyarak onartmıştır. Yalı, Osmanlı sivil mimarisinin tipik bir örneğidir. İki katlı, on altı odalı ve çok büyük iki salondan oluşan yalının üst katı, Beylerbeyi?ndeki Hasip Paşa Yalısı?ndaki gibi, sütunlara dayandırılmadan duvarların üstüne oturtulmuştur. Üst kattaki iki uç ve ortası, dörder adet büyük eli böğründe ile dışarıya taşırılmıştır. Bu da cephenin görünümünü hareketlendirmektedir.

Yalıda karnıyarık plan tipi uygulanmıştır. Salonların uçları denizle karaya doğru yöneltilmemiş, sofalar kıyıya paralel yerleştirilmiştir. Büyük ve küçük iki sofa, uzunlamasına, uç uca yerleşmiştir. Her ikisinin de denizle kara yönüne değişik büyüklükte odalar konmuştur. Büyük sofanın Kuzguncuk iskelesine yönelik dar yüzüne merdiven oturtulmuştur. Yalının en büyük özelliği sofaların içe dönük oluşudur. Amaç, kalabalık aileninkadınlar bölümü (harem) ve erkekler bölümü (selamlık) biçiminde ayrılmadan bir arada oturabilmelerini sağlamaktır.

Yalının bahçesi iki kademeli olup selsebillerle süslenmiştir. Havuzunun Roma?daki Berberini Sarayı?ndakinin eşi olduğu söylenmektedir. Yalının bahçesindeki Arif Hikmet Bey?in babası İsmet İbrahim?e hayrat olarak yaptırdığı çeşme ve kitabesi yalının karşısındaki yamaç duvarından sökülüp yalının giriş kapısının yanına taşınmıştır.

Yalının Üsküdar yönündeki harem dairesi ile uşak odaları 1922 ya da 1923 yılında yanmıştır. Yangından zarar görmeyen, günümüzde var olan bölüm, 1927?1928 yıllarında onarılmıştır. Yalı, paşanın ölümünden sonra, damadı İngiliz Sait Paşa?nın torunu olan avukat ve eski Demokrat Parti milletvekili Şevket Mocan?a kalmıştır. Bu yüzden yalı, Mocan Yalısı diye de bilinir. Yalıyı pembeye boyatan da Mocan?dır

Salâh Birsel?in yazdığına göre: Ahmet Fethi Paşa, Sakız Adası?ndan kalyoncuların getirdiği güzel bir kız çocuğunu yanına alıp onu eğiterek büyütmüştü. Şemsinur adını verdiği bu güzel kız serpilip geliştiğinde paşa, kıza âşık oldu. Bu durum Paşa?nın annesinin hiç de hoşuna gitmedi. Kızın gönderilmesini istedi. Paşa da kızı, Beylerbeyi?nde İstavroz Çayırı?nda tuttuğu bir eve götürdü. Annesine de Şemsinur?u Tunus Paşası?na sattığını söyledi. Ahmet Fethi Paşa?nın annesi, bir süre sonra, yaptığına pişman oldu. Paşa?dan kızı geri almasını diledi. Paşa, kızın aslında boğulduğunu onun için geri getiremeyeceğini annesine bildirdi. Kadın, üzüntüden ağlamaklı oldu. Günlerce ?Ben ne yaptım da kızı gönderdim? diye dövünüp durdu. Annesinin gerçekten üzüldüğünü gören Paşa, Şemsinur?u sakladığı evden alıp yeniden yalıya getirdi. Annesi de Paşa da durumdan memnundu artık. Şemsinur?un da keyfine diyecek yoktu.

Tam o günlerde, Abdülmecit, kızkardeşi Atiye Sultan?la Paşa?yı evlendirdi. (Padişahlar kızlarını ve kızkardeşlerini evlendirecekleri kişilerin olurunu almazlardı) Evliliğin ardından Paşa için zor günler, yeniden başladı. Atiye Sultan çok kıskanç bir kadındı. Paşa?nın her davranışına kuşku ile bakıyordu. Görevli olarak eve gelmediği akşamlarda, Kuzguncuk?taki yalıya gizlice adamlar göndererek Paşa?nın orda olup olmadığını kontrol ettiriyordu. Buna rağmen Paşa, Şemsinur?u. evlilikleri süresince Atiye Sultan?dan gizlemeyi başardı..

Ahmet Fethi Paşa, yalısını zevkle döşemiş, zaman zaman da onartmıştır. Avrupa?daki çeşitli görevlerde bulunan Paşa, oradan getirdiği en seçkin parçalarla yalısını donatmıştır. Paşa?nın bu yeteneğini bilen Sultan Abdülmecit Dolmabahçe Sarayı?nın dekorasyon işini ona bırakmıştır. Bu yüzden saraydaki adı Bezirgan Paşa?ya çıktı. Cam işlemeciliğine olan merakı yüzünden yalıyı, İstanbul?daki ustalara döktürdüğü billurlar ve çeşmibülbüllerle, baştan ayağa, süslemiştir.

Atiye Sultan?la geçirdiği on yıllık evliliği sonunda, Sultan ölünce, Atiye Sultan?ın kasrını bırakarak yeniden yalıya yerleşti. Paşa, 1854 yılındaki ölümüne kadar da hep burada yaşadı. Paşa?nın öldüğü gün, yalıdaki kalfalarla hizmetçiler, gözyaşları içinde, ?Ah efendimiz bunları ne kadar severdi, o gittikten sonra bunları görecek göz kimde var? diyerek yalıdaki en değerli sanat eserlerini, o canım çeşmibülbüllerle bin bir ışıltıyla parıldayan billurları bir bir denize attılar. Pembe Yalı, 1973 yılında Y. Mimar Sinan Genim tarafından yenilendikten sonra, 1990 yılında İsmail Yalçın?a satıldı. Yalının arkasındaki çam, çınar ve köknar ağaçlarının oluşturduğu koru belediyece kamulaştırıldı.

Kitabın Künyesi
Öyküleriyle İstanbul Anıtları 2 Cilt
Yazarlar: Sennur Sezer, Adnan Özyalçıner
Evrensel Basım Yayın
11/2010
808 sayfa

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here