Romanda giriş niteliğindeki “1834 yılının sonlarına doğru” sözleriyle bir âna yerleştirilmiş üç anlatı art arda sıralanır. Kendini yazar ve anlatıcı olarak tanıtan Alexandre Dumas çerçeve anlatıyı yürütür ve doğrudan okura hitap ederek onunla bir sohbet başlatır…
1834 yılının sonlarına doğru bir Cumartesi akşamı Grisier’nin eskrim odasının bitişiğindeki küçük salonda toplanmıştık; kapı açılıp içeri Alfred de Nerval girdiğinde bir elimizde kılıç, ağzımızda puro, hocamızın ara ara destekleyici anekdotlarla bölünen bilge teorilerini dinliyorduk.
***
Pauline gizli çekmeceleri olan bir eserdir. Dumas onları açmak için 17. yüzyıldan beri rağbette olan “gömülü roman” tekniğinden faydalanır. Bu teknik, sırayla anlatıcı olan karakterler sayesinde birbirine bağlanan, art arda anlatılar sistemine dayanır. Romancı bu işleyişi seçerek gizemlerin ve anlatılan tecrübelerin çeşitliliğinin adım adım keşfini harekete geçirir, bunlar en sonunda bilgece bir yöntemle birleşir. Romanda giriş niteliğindeki “1834 yılının sonlarına doğru” sözleriyle bir âna yerleştirilmiş üç anlatı art arda sıralanır. Kendini yazar ve anlatıcı olarak tanıtan Alexandre Dumas çerçeve anlatıyı yürütür ve doğrudan okura hitap ederek onunla bir sohbet başlatır…
OKUMA PARÇASI
sunuş: pauline – sylvain ledda
10 Ağustos 1830’da Paris’ten yola çıkan Alexandre
Dumas, Eylül ayının son günlerinde Fransa’nın Britanya bölgesinin güneyinde seyahat etmektedir. Paimboeuf’te kaldığı handa, “çok üzgün bir genç kadın”la göz göze
gelir. Dumas kadının bu derin melankolisini merak eder
ve kederin sebeplerini araştırır. Kadın eşiyle Fransa’dan
ayrılıp Guadeloupe’a gitme hazırlığı yapmaktadır, ailesini,
arkadaşlarını, hatıralarını burada bırakacaktır. Bu acıdan
etkilenen Dumas, teselli meleği rolü oynamaya karar verir.
Genç çifte acılar içindeki genç kadınla aynı ismi taşıyan
Pauline teknesine kadar eşlik eder ve orada Pauline’e Touraine’deki ailesini ziyaret edip annesini öpeceğine dair söz
verir-onlara kızlarının üç seneye kalmadan geri döneceğini söyleyeceğine dair de yemin eder. Bu iyi yürekli jesti bir
başka yemin daha izler: “Adımı unutmazsınız, değil mi
Mösyö?” der genç kadın. “Yazacağım kitapları takip edin,
Madam” der Dumas, “size söz veriyorum, ilk romanlarımda kendi adınızı bulacaksınız.”
Aralarında böyle bir konuşma gerçekten geçti mi bilinmez ama Dumas sözünü tutar. Pauline’in ailesine teskin edici birkaç söz iletmeye uğrar ve bu adı hatırlayarak
Mayıs 1838’de yayımlanan romanına verir.
* * *
Pauline adlı roman, Murat ve Pascal Bruno isimli iki
romanın daha içinde bulunduğu La Salle d’Armes (Eskrim
Salonu) isimli ciltte yayımlandığı sırada, Dumas daha çok
dramaturg olarak tanınmaktadır. Yazar her şeyden önce
hikâye anlatmak ister, kendi hikâyesini ya da Fransa’nınkini. Romancı yanı zaten oyunlarında görülmektedir.
Seyahat yazılarında ve mektuplarında da tasvir ve hoş
anekdot sanatlarını işlemeyi biliyordur. Ritim duygusuna
sahiptir. İşte bütün bu niteliklerini, hikâyesi 1834’te başlayan ve yapısı iç içe geçmiş hikâyelere dayanan Pauline’de
kullanır. Bizzat Alexandre Dumas’nın kendisi olan ilk
anlatıcı, Paris’te bir eskrim salonunda arkadaşı Alfred de
Nerval’le karşılaşır. Sözü de Nerval alır ve Normandiya’da
bir gece, bir yabancının kurbanının cesedini taşıdığını
gördüğü sahneyi anlatır. Dehşet verici bu keşfinin ertesi
günü, sıra dışı yetenekleri olan genç kont Horace de Beuzeval’in eşi Pauline de Meulien’in öldüğünü öğrenir. Anında bağlantıyı kurar. Oysa ceset Pauline’e ait değildir:
böylece Alfred’i sonunda hayatta ama hapis olan genç
kadına ulaştıran bir soruşturma başlar; ikisi İngiltere’ye
kaçarlar. Orada üçüncü hikâye, Pauline’in geçmişe dönen
ve gizemli Horace de Beuzeval’le neden evlendiğini açıklayan hikâyesi başlar, okur kont Horace de Beuzeval’in
gerçek yüzünü adım adım keşfeder. Pauline’in anlatısının
kurgusu gizemleri sırayla açıklar ve okurun keyfine adanmıştır; kara romanın ve macera romanının tüm bileşenleri, Dumas’nın kişisel bir tecrübesi olan seyahatle de
beslenen bu anlatısında bir araya gelir.
Pauline gizli çekmeceleri olan bir eserdir. Dumas onları açmak için 17. yüzyıldan beri rağbetteki tür olan
gömülü roman tekniğinden faydalanır. Bu teknik, sırasıyla anlatıcı olan karakterler sayesinde birbirine bağlanan,
art arda anlatılar sistemine dayanır. Romancı bu işleyişi
seçerek gizemlerin ve anlatılan tecrübelerin çeşitliliğinin
adım adım keşfini harekete geçirir, bunlar en sonunda
bilgece bir yöntemle birleşir.
Romanda giriş niteliğindeki “1834 yılının sonlarına
doğru” sözleriyle bir ana yerleştirilmiş üç anlatı art arda
sıralanır. Kendini yazar ve anlatıcı olarak tanıtan Alexandre Dumas çerçeve anlatıyı yürütür ve doğrudan okura
hitap ederek onunla bir sohbet başlatır. Bu ilk seçimin
okura romanın bir otobiyografi olacağını düşündürttüğü
sırada söz 6. bölüme kadarki ikinci anlatıcı Alfred de
Nerval’e geçer, bu isim de Alexandre Dumas’nın arkadaşı şair Gérard de Nerval’e bir göz kırpmadır. Sonra Pauline geçmişe dönük şekilde Horace’la olan hikâyesini
anlatır (7. bölümden 13. bölüme kadar). En son olarak
14. bölümde Alfred meşaleyi tekrar eline alır ve Dumas’nın
son kısa müdahalesine kadar yeniden anlatıcı olur.
Pauline’i kara roman olarak da okusak, macera romanı olarak da okusak, birçok roman geleneğini içinde bulundurur. Öncelikle gotik roman mirasına sahiptir. 18.
yüzyılın sonunda İngiltere’de ortaya çıkan bu tür pek çok
tiyatro uyarlamasına ilham vererek kütüphaneleri işgal
etti. Türün kurucusu Horace Zalpole’un The Castle of
Otranto (1764), Ann Radcliffe’in The Mysteries of Udolpho
(1797) ve Matthew Gregory Lewis’in The Monk (1803)
tercümeleri ama özellikle melodramatik uyarlamaları sayesinde Fransa’da büyük başarı elde etti. Dumas gotik
romanın estetik prensiplerini bu romanlardaki kadar iyi
bilir ve kendi oyunlarında da kullanır. Bunların bazıları
zindanlar, harabe halindeki şatolar, simyacı dolapları gibi
dekorları içerir. Pauline kara romanla da yakınlık gösterir:
tutkulu romantizmi bu korku modasında kök salar.
Pauline’de gotik ve fantastik miras Dumas’nın bariz
biçimde bağdaştırıldığı başka bir türe, macera romanına
katılır, bu türün belli başlı değişmezleri de romanda mevcuttur: kovalamalar, kaçmalar, soygunlar, adam kaçırmalar, dövüşmeler… Zamanından önce bir Road trip olan
Pauline okurunu sürekli ana karakterlerin seyahatlerinde
sürükler.
Bu romanın başarısı Dumas’nın edebi klişeleri kendine mal ederek yeniden canlandırma biçiminde yatar.
Pauline’in hikâyesi çok erdemlilik abidesi olmasa da en
ahlaksız hikâye de değildir. Dumas’ya bazen oyunları
özelinde yöneltilen sinizm suçlaması burada yalnızca
romanın bir aksesuarıdır. Kötümser çizgilerine rağmen,
roman karakterlerini soyluluğa doğru da yükseltir. İşte
bu yüzden Dumas’nın mükemmel biçimde hâkim olduğu
ilk romanı Pauline, 1840’lı yıllardaki epik şaheserlerinin
habercisidir. Bu öyküden sonra yazar mitolojiden ve kutsaldan beslenen bir roman evreni yaratacaktır: oradan da
olağanüstü fakat insan yüreğine sahip kahramanlar doğacaktır. Bundan böyle anlatılarında kurtuluşu olmayan
ıstırap, telafisi olmayan haksızlık, kefareti ödenmeyen suç
olmayacaktır. Monte Cristo Kontu’nun kahramanı Edmond Dantès romanın bu bilgeliğini son sözleriyle şöyle
vasiyet eder: “Bekleyin ve umut edin!” İki romantik anlatıcı Alfred de Nerval ve Alexandre Dumas, bu şiarı Pauline’de mersinlerin, zakkumların gölgesinde tecrübe
etmişlerdir…
bir
1834 yılının sonlarına doğru bir cumartesi akşamı,
Grisier’nin eskrim odasının bitişiğindeki küçük salonda toplanmıştık; biz bir elimizde kılıç, ağzımızda
puro, hocamız Grisier’nin ara ara destekleyici anekdotlarla bölünen bilge teorilerini dinlediğimiz sırada kapı
açılıp içeri Alfred de Nerval girdi.
İsviçre’ye Yolculuk yazımı okuyanlar, bizi Guillaume
Tell’in mezarına götürecek kayığa binmek için Francesco’yla birlikte koşturduğum sırada ilk defa karşımda beliren gizemli, peçeli kadına kavalyelik yapan bu genç
adamı hatırlayacaktır belki: o zaman yolda yarenlik etmeyi umduğum Alfred de Nerval’in beni beklemek şöyle
dursun, kayıkçılara suya açılmaları için acele ettirdiğini
ve kıyıdan ayrılırken bana hem veda hem dostluk anlamına gelebilecek, benim ‘Kusura bakma sevgili dostum,
seninle görüşmeyi çok isterdim ama yalnız değilim ve…’
diye tercüme ettiğim bir el işareti yaptığını da unutmamışlardır. Ben, Alfred de Nerval’in bu işaretine ‘Tamamen
anlıyorum’ anlamına gelen bir başka işaretle karşılık vermiştim. Bana ne kadar katı görünse de, bu kararına saygı
duyduğumu belirtmek için de durup başımı öne eğmiştim;
öyle bir saygı ki, kayık ve kayıkçı yokluğundan ancak
ertesi gün yola çıkabildim; otele döndüğümde bu hanımı
tanıyan var mı diye soruşturmuş, bir tek, Pauline adında
çok dertli bir kadın olduğunu bildikleri cevabını almıştım.
Pfeffers kaplıcalarını besleyen sıcak su kaynağını ziyarete giderken uzun yeraltı geçidinde –belki hâlâ hatırlıyordur– Alfred de Nerval’in, kolunda daha önce Fluélen’de
gördüğüm ve tanınmak istemediğini size bahsettiğim
şekilde bana belli eden bu kadınla yürüyüşünü gördüğümde o ilk karşılaşmayı tamamen unutmuştum. Kadın bu
defa da bana kendini tanıtmayı arzulamıyor gibi göründü,
çünkü ilk hareketi arkasını dönmek oldu: ne yazık ki üzerinde yürüdüğümüz yol ne sağa ne de sola kaçmamıza
müsaade ediyordu; dibinde, Tamina kaynağının kara mermer yatağının üstünde gürlediği bir uçurumu birleştirmek
yerine, akıntının yaklaşık kırk adım üstündeki yeraltı
geçidinin duvarları boyunca uzanan, kayanın içine gömülmüş kirişlerle desteklenen rutubetli ve kaygan iki tahta
parçasından ibaret bir çeşit köprüydü bu yol. Dostumun
gizemli arkadaşı herhangi bir yere kaçmasının imkânsız
olduğunu düşündü; o zaman arkadaşının koluna girdi,
peçesini indirdi ve bana doğru ilerlemeyi sürdürdü. Şimdiden başka bir dünyaya aitmiş gibi artık endişelenmiyor
görünerek uçurumun kenarında yürüyen gölge hafifliğindeki bu beyaz tenli kadın, o zaman bende kuvvetli bir
izlenim bıraktı; yaklaştığını gördüğümde mümkün olduğunca az yer kaplamak için duvara yapıştım. Alfred onu
köprüden yalnız geçirmek istedi; ama kadın, onun kolundan çıkmayı reddetti; böylece bir an için üç kişi yan yana,
taş çatlasa iki ayak genişliğindeki geçitte bulduk kendimizi: ama bu an yıldırım hızıyla gelip geçti; bu tuhaf kadın,
akıntının kenarından eğilip eşarbını şelalenin köpüğünde
dalgalandıran bir peri gibi, uçuruma eğilerek mucize gibi
geçti yanımdan, ama o kadar hızlı geçti ki ne kadar acıdan
solmuş ve zayıflamış olsa da hâlâ sakin ve hoş olan yüzünü tam göremedim. Bana bu yüzü ilk görüşüm değilmiş
gibi geldi; zihnimde başka bir çağın belli belirsiz hatırasını, salonların, baloların, kutlamaların bir anısını uyandırdı; bugün bu kadar solgun ve üzgün yüzlü bu kadını, bir
zamanlar neşeli, yanakları al al, başında çiçekten taçlar,
zoraki bir valsin ya da hareketli bir galop dansının içinde
kokularla ve müzikle kendinden geçmiş haldeyken tanımışım gibi hissediyordum: nerede peki? Hiç bilmiyordum;
ne zamandı öyleyse? Bunu söylemek imkânsızdı: hafızamda bir görüntü, bir rüya, bir yansımaydı sadece, kesin ve
gerçek bir yanı yoktu ve elimle yakalamak istediğim buhar
gibi kaçıyordu benden. Bu amaca ulaşmak için patavatsızlık etmem gerekse de onu tekrar göreceğime dair kendime söz vererek geri döndüm; ama döndüğümde, aradan
hepi topu yarım saat geçmiş olmasına rağmen Alfred de,
o da Pfeffers kaplıcasından ayrılmıştı.
Bu ikinci karşılaşmanın ardından iki ay geçmişti; Maggiore gölü yakınlarındaki Baveno’daydım: güzel bir sonbahar akşamıydı; güneş az önce Alp dağlarının arkasında
gözden yitmişti ve karanlık doğuda yükselmeye, gökyüzüne yıldızlar serpiştirmeye başlıyordu. Odamın penceresi baştan aşağı çiçeklerle kaplı bir terasa açılıyordu
doğrudan; terasa indim ve kendimi zakkum, mersin ve
portakal ağaçlarından oluşan bir ormanın ortasında buldum. Terası sarıp kuşatacak kadar çok sayıda olmayan
bu çiçeklerin tadını daha yakından çıkarmak istemek öyle
hoş bir şeydir ki; yol kenarında, bahçelerde, nerede bulursak bulalım çocukların, kadınların ve erkeklerin içgüdüsü bu çiçekleri sapından koparıp rayihası peşlerinden
gelen ve parlaklığı onlara ait bir buket yapmaktır. Nitekim
ben de bu cazibeye direnemedim; hoş kokulu birkaç dal
kopardım, aralarında yalnızca Cenevre’den Milano’ya
giden ana yolun bulunduğu göle tepeden bakan pembe
granit korkuluğa dayandım. Daha oraya yeni gitmiştim
ki ay Sesto tarafından yükseldi, ışınları ufku çizen dağların yamaçlarında ve ayağımın dibinde uyuklayan, devasa
bir ayna gibi parıldayan durgun suyun üstünde süzülmeye başladı: her şey sakindi; ne topraktan, ne gölden ne de
gökyüzünden çıt çıkıyordu ve gece görkemli, hüzünlü bir
dinginlikle seyrine başladı. Çok geçmeden, solumda yükselen, kökleri suda gezinen ağaç öbeğinden ahenkli ve
yumuşak bir bülbül şakıması duyulmaya başladı; ortamdaki tek ses buydu; bülbül bir süre güvenle, billur gibi,
ahenkle öttü, sonra nağmenin sonunda birdenbire durdu.
O zaman, sanki bu ses bambaşka bir tabiattan bir sesi
uyandırmış gibi, Ossola kubbesi yönünden gelen bir arabanın teker sesleri duyuldu uzaktan, sonra bülbül şakımaya kaldığı yerden devam etti ve bir tek Juliette kuşunu
duyar oldum. O susunca, şimdi daha yaklaşmış olan arabayı işittim yeniden; hızla ilerliyordu; ancak ne kadar hızlı
geliyor olsa da, ahenkli komşum gece duasına yeniden
başlamaya vakit buldu. Ama bu defa, son notayı henüz
telaffuz etmişti ki, hanın önünden geçen yolun dönemecinde dörtnala iki atın çektiği arabayı fark ettim. Arabacı, hancıya geldiğini haber vermek için iki yüz adım
öteden kırbacını gürültüyle savurdu. Hakikaten de, hanın
koca kapısı neredeyse anında gıcırdamaya başladı ve içeriden başka bir at arabası çıktı; aynı anda yeni gelen araba
da korkuluğuna dirseğimi dayamış olduğum terasın altında durdu.
Gece, dediğim gibi, o kadar saf, o kadar berrak ve o
kadar hoş kokuluydu ki havadan yayılan güzelliklerin
tadını çıkarmak için brandanın üstünü indirmişlerdi. İki
kişiydiler, genç bir adamla genç bir kadın: genç kadın,
kocaman bir şala ya da mantoya sarılmış, yaslandığı genç
adamın kolunun üstünde başını geriye atmıştı. O anda
arabacı, arabanın fenerlerini yakmak için elinde bir lambayla dışarı çıktı; yolcuların yüzlerinden bir aydınlık, bir
parıltı geçti ve Alfred de Nerval’le Pauline’i tanıdım.
Yine bu ikisi! Tesadüften daha üstün akla sahip bir güç,
bizi birbirimize itiyordu adeta. Kadın yine aynı kadındı
ama Pfeffers’den bu yana epeyce değişmiş, solmuş, ölü
gibi, artık bir gölgeden farksız gibiydi; ama yine de bu
sararmış çizgiler, hafızamın derinliklerinde uyuyan, kadının her belirişinde yüzeye çıkan ve Ossian’ın rüyasındaki sis gibi düşüncelerimin üstünde süzülen o
görüntüyü ruhuma tekrar hatırlattı. Alfred’e seslenmek
üzereydim; ama arkadaşının görülmekten ne kadar haz
etmediğini hatırladım. Ne var ki öylesine kederli bir acıma
hissi beni ona doğru itiyordu ki en azından sarsılan, uçmaya hazır ruhunun canlandırdığı zarif bedeninin vaktinden önce çekip gitmemesi için birinin dua ettiğini
bilsin istedim. Cebimden bir kartvizit çıkardım; arkasına
kurşunkalemle, ‘Tanrı yolcuları korusun, kederlileri teselli etsin ve acı çekenleri iyileştirsin’ diye yazdım. Kartı daha
önceden topladığım portakal, mersin ve zakkum dallarının arasına koyup buketi yukarıdan arabanın içine bıraktım. Araba o anda hareket etti ama ondan önce Alfred’in
kartımı ışığa yaklaştırmak için arabadan dışarıya eğildiğini görmeye yetecek vaktim oldu. Sonra bana doğru
döndü, bir el işareti yaptı ve araba yolun köşesinde gözden
kayboldu.
Arabanın gürültüsü, bu defa bülbülün şakımasıyla
kesintiye uğramaksızın uzaklaştı. Çalılık tarafına dönüp
terasta bir saat daha kalmama rağmen bekleyişim nafileydi. O zaman son derece hüzünlü bir düşünceye kapıldım: bu öten kuşun, yeryüzüne ilahi vedasını yapan genç
bir kızın ruhu olduğunu ve kız artık gökyüzüne yükseldiğinden, kuşun da artık ötmediğini hayal ettim.
Sona eren Alplerle başlamakta olan İtalya’nın ortasında bulunan hanın büyüleyici konumu, Maggiore Gölünün
biri bahçe, diğeri köy, üçüncüsü de saraydan oluşan adalarıyla hem sakin hem de hareketli gösterisi, dağları örten kışın ilk karı ve Akdeniz’den gelen son güz sıcakları, bütün
bunlar beni sekiz gün Baveno’da tuttu; sonra Arona’ya,
Arona’dan da Sesto Calende’ye doğru yola çıktım.
Orada beni Pauline’in son bir hatırası bekliyordu;
orada, gökyüzünde gördüğüm kuyruklu yıldız sönmüştü;
orada, o uçurumun kenarındaki narin ayak, mezar taşına
çarpmıştı; gençliği yıpranmış, güzelliği solmuş, kalbi kırılmış, her şey bir taşın altında kaybolmuştu; cesedin
üstüne, hayat perdesinin yüzün üstüne serilişi gibi gizemli biçimde örtülen türbenin perdesi, meraklı dünyaya bilgi namına Pauline’in yalnızca adını bırakmıştı.
Bu mezarı görecektim: bu mezar, kiliselerin içinde bulunan İtalyan mezarlarının aksine göle bakan yamaçta,
ağaçlı bir tepenin üstünde, sevimli bir bahçenin içindeydi.
Akşam olmuştu; mezar taşı ay ışığının altında ağarmaya
başlıyordu: bu genç kadına dair bütün dağınık, uçuş uçuş
hatıralarımı toparlamak için beynimi zorlayarak taşın yanına oturdum; ama bu defa hafızam isyan etti; çerçevesi
belirgin bir heykeli değil de, yalnızca biçimsiz buharları
toparlayabildim ve Alfred de Nerval’i yeniden göreceğim
güne kadar bu gizemi çözmeye çalışmaktan vazgeçtim.
Şimdi onu en az düşündüğüm bir anda beklenmeden
ortaya çıkışının aynı zamanda hem ruhumu, hem kalbi-
mi hem de hayal gücümü yeni düşüncelerle nasıl sarstığını anlayabilirsiniz; bir anda her şey gözlerimin önünden
geçti: gölde kaçırdığım o kayık; cehennem girişini andıran, yolcuların gölgelere benzediği yeraltındaki o köprü;
önünden cenaze arabası geçen Baveno’daki o küçük han;
sonra nihayet, üstünde yalnızca o kadar genç ve muhtemelen o kadar mutsuz ölen genç kadının adı yazılı olan,
portakal ağacı dallarının ve zakkumların arasından süzülen ay ışığının altında ağaran bu mezar taşı.
Böylece, uzun süre yeraltında kalmış bir adamın açılan
kapıdan kendini ışığa atması gibi Alfred’e doğru atıldım;
elimi sıkarken, beni anladığını söylercesine hüzünlü bir
biçimde gülümsedi; o zaman on beş yıllık eski dostum
Alfred, beni onun önüne iten duyguyu basit bir merak
olarak algılamasın diye geriye doğru bir adım atıp düşüncelere daldım.
Alfred içeri girdi. Grisier’nin iyi öğrencilerinden biriydi ama yine de neredeyse üç yıldan beri eskrim salonuna uğramamıştı. En son gelişinde, ertesi gün bir
düellosu vardı ve henüz hangi silahla dövüşeceğini bilmediği için, bir ihtimal, hocayla bir tur oynar mıyım diye
gelmişti. Grisier onu o zamandan sonra görmemişti; yalnızca Fransa’yı terk ettiğini ve Londra’da yaşadığını duymuştu.
Kendi itibarı kadar öğrencilerininkini de önemseyen
Grisier, her zaman yaptığı gibi Alfred’le iltifatlaşmadan,
eline bir kılıç tutuşturup aramızdan onun sikletinde bir
rakip seçti; hatırlıyorum, daha sonra İtalya’ya gidip Pisa’da
unutulmuş, yalnız bir mezarı olacak olan zavallı Labattut’yu seçti. Üçüncü oyunda, Labattut’nun kılıcı rakibinin
silahının kulpuna isabet etti ve kol düğmesinin beş santim
üstünden gömleğinin yenini yırtıp kana buladı. Labattut,
anında kılıcını yere bıraktı; hepimiz gibi o da Alfred’in
ciddi biçimde yaralandığını sanmıştı.
Neyse ki yalnızca bir sıyrıktı; ama Alfred gömleğinin
kolunu kıvırınca bize daha ciddi görünen bir yara izini
göstermiş oldu; omzunu delip geçmiş bir kurşun iziydi bu.
“Durun bakayım!” dedi Grisier şaşkınlıkla, “bu yaranızı bilmiyordum ben.”
Grisier, hepimizi bir sütannenin bebeklerini tanıdığı
gibi tanırdı; öğrencilerinden bir tanesinin bile vücudunda tarihini ve nedenini bilmediği böcek ısırığı dahi yoktu.
Alfred’in önceki hikâyelerini bildiğinden, eğer kılıç yaralarından birinin hikâyesini anlatmak isteseydi epey
eğlenceli ve skandal bir aşk hikâyesi uydurabilirdi eminim;
ama bu defa gördüğü yara dedikodulara yol açardı ve
kurumunu da haksız duruma düşürürdü; anılarını ölümünden sonra yayımlatabilirdi ancak.
“Sizinle oynamaya geldiğimin ertesi günü oldu, o gün
İngiltere’ye gittim” dedi Alfred.
Grisier, “Tabancayla düello yapmamanızı söylemiştim
size. Genel kural: kılıç, mert ve asil adamın silahıdır; kılıç,
tarihin memleketin büyük adamlarına tahsis ettiği kutsal
emanetlerin içinde en kıymetlisidir: Şarlman’ın kılıcı deriz,
Bayard’ın kılıcı, Napolyon’un kılıcı deriz, ama kimse tabancalardan bahsetmez. Tabanca eşkıyanın silahıdır; sahte
mektuplara imzayı gırtlağa silah dayalıyken attırırlar; bir
orman kenarında posta arabasını elde tabancayla durdururlar; iflas etmiş adamlar, beynini tabancayla uçurur…
Tabancaymış!… İğrenç!… Ama kılıç öyle mi ya! Kılıç insana yoldaş olur, sırdaş olur, dost olur; ya şerefini korur
ya intikamını alır” dedi.
“Öyle olsun! Madem kendinizden bu kadar eminsiniz”
diye yanıtladı gülümseyerek Alfred, “nasıl oldu da iki sene
önce tabancayla düello yaptınız?”
“Beni karıştırmayın: ben karşıma kim çıkarsa dövüşmek zorundayım; ben silahların hocasıyım; ayrıca bazı
durumlarda bize zorla dayatılan şartları reddedemeyiz…”
“Peki madem! Ben de kendimi o durumlardan birinde buldum işte, sevgili Grisier; gördüğünüz gibi çok da
fena sonuçlanmadı bu düello benim için…”
“Ya, omuzda bir mermiyle sonuçlanmış.”
“Eh, nereden baksanız kalpte bir mermiden iyidir.”
“Peki, bu düellonun sebebini öğrenebilir miyiz?”
“Kusura bakmayın, sevgili Grisier, ama olay hâlâ gizli;
daha sonra öğrenirsiniz.”
“Pauline mi?” dedim kulağına alçak sesle.
“Evet” diye yanıtladı.
“Öğreniriz nasıl olsa, değil mi..?” dedi Grisier.
“Elbette” diye sürdürdü Alfred; “kanıt istiyorsanız da,
bu akşam Alexandre’ı yemeğe davet edip ona anlatacağım;
aynen günün birinde, bir sakıncası kalmadığında, Kahverengi Masallar ya da Mavi Masallar isimli bir kitapta
okuyabileceğiniz gibi. O zamana kadar sabredin.”
Grisier pes etmeye mecbur kaldı. Alfred, beni teklif
ettiği gibi yemeğe götürüp Pauline’in hikâyesini anlattı.
Bugün, hikâyenin basılmasının önündeki tek engel
ortadan kalktı. Pauline’in annesi öldü, maceraları, içinde
yaşadığımız çağa çok yabancı bir çağdan ya da mekândan
ödünç alınmışa benzeyen bu talihsiz kızcağızın ailesi ve
adı da annesiyle birlikte yok oldu.
Künye
Kitabın Adı: Pauline
ISBN: 978-605-314-382-6
Baskı: 1.Baskı – 2019
Özgün Adı: Pauline
Yayın No: 1309
Dizi No: 48
Sayfa: 192
Dizi: Klasik
Yazar: Alexandre Dumas
Çeviri: Aslı Anar
Sunuş: Sylvain Ledda
Son Okuma: Barış Özdemir
Kapak İllüstrasyonu: Berat Pekmezci
Kapak Tasarımı: Gökçe Alper
Dizgi: Hediye Gümen
Ayrıntı Yayınları
Yazar Hakkında
Alexandre Dumas
24 Temmuz 1802’de Villers-Cotterêts’de doğmuş, eserleri 100’den fazla dile çevrilmiş Fransız yazardır. Birkaç türde pek çok eser veren Dumas kariyerine tiyatro oyunları yazarak başlamış, dergi makaleleri ve seyahat yazıları da yazmıştır. Toplamda 100.000 sayfa yazısı basılmıştır. En ünlü eserleri arasında Monte Kristo Kontu, Üç Silahşörler, Yirmi Yıl Sonra ve Demir Maskeli Adam gibi romanları bulunur. Babası General Thomas-Alexandre Dumas Davy de la Pailleterie, bir Fransız soylusu olan Alexandre Antoine Davy de la Pailleterie ile siyahi köle Marie-Cessette Dumas’in oğlu olarak bugünkü Haiti’de dünyaya gelmiştir. Babası Thomas Alexandre’ı 14 yaşındayken Fransa’ya götürür, orada askeri okula, ardından da orduya girerek görkemli bir kariyer sahibi olur. Dumas’nın babasının aristokrat rütbesi genç Alexandre’a Orleans Dük’ü Louis-Philippe ile çalışmasına, sonra da yazar olarak kısa sürede başarıya kavuşmasına yardımcı olmuştur. 1851’de III. Napolyon’un cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından gözden düşen Dumas Fransa’dan ayrılıp Belçika’ya gider ve birkaç yıl orada kalır. Belçika’dan ayrıldıktan sonra birkaç yıllığına Rusya’ya, ardından da İtalya’ya taşınır. 1861’de İtalyanların birleşme çabalarını destekleyen L’ Indipendente isimli gazeteyi kurar. 1864’te Paris’e döner, 1870’de hayata gözlerini yumar.