Terry Eagleton, sömürgecilikten ve onun neredeyse ideolojik kılıfı olarak ortaya çıkan antropolojiden sanayi Avrupa’sına, Alman Romantiklerinden Britanya işçi sınıfına, İrlandalı devrimcilerden kültür endüstrisine, Jakobenlerden 11 Eylül’e ve neoliberal üniversitenin postmodern kültür kuramcılarına uzanan geniş bir yelpazede, modernliğin başlangıcından günümüze uzanan dönemde, kültürün serüvenini kapsamlı bir yaklaşımla ele alıyor.
Eagleton’a göre postmodern kültürel farklılık, çeşitlilik ve kapsayıcılık fetişizmi geç kapitalizmin piyasa ve tüketim mantığıyla uyum içindedir. Her türlü dışlamaya ve hiyerarşiye karşı durduğunu öne süren bu mutlak kültürelci tutum, tüm radikalliğine rağmen siyasi olarak güçlendirici ve devrimci olmaktan uzaktır.
Eagleton, kültüre ilişkin bütünlüklü bir tanım yapmanın imkânsızlığını teslim etse de, kültürün insanlığın küresel ölçekte karşı karşıya bulunduğu acil sorunlardan ziyade, doğrudan siyasetin alanına dair olduğunu, alıştığımız ironik ve keskin eleştirel üslubuyla ortaya koyuyor.
ÖNSÖZ
Kültür çok yönlü bir kavram, bu yüzden kültür üzerine bütün
halinde bir sav ortaya koymak oldukça güç. Dolayısıyla bu kitap
konuya farklı bakış açılarından yaklaşabilmek adına tamamen bütünlüklü bir iddia sunmama riskini göze alıyor. Önce “kültür” teriminin çeşitli anlamlarını inceliyorum, ardından kültür fikri ile uygarlık kavramı arasındaki birtakım temel farklılıkları mercek altına
alıyorum. Sonra kültürü insan varoluşunun temeline oturtan postmodern kültürelcilik öğretisini inceliyor, bunu yaparken de şu sıralar pek revaçta olmayan bir yaklaşımla çeşitlilik, çoğulculuk, melezlik ve kapsayıcılık kavramlarını eleştiriyorum. Ayrıca kültürel
görecelik öğretisine karşı çıkıyorum.
Kültür bir bakıma toplumsal bilinçdışı olarak görülebilir; ben
de buradan yola çıkarak bu görüşü savunan iki önemli ismin çalışmalarını ele alıyorum: siyaset felsefecisi Edmund Burke’ün büyük
ölçüde bilinse de kültür kavramıyla pek bağdaştırılmayan eserleri
ve Alman filozof Johann Gottfried Herder’in kültürel meseleler
üzerine olağanüstü derecede özgün ama hak ettiği ilgiyi görmeyen
yorumları. Toplumsal bilinçdışı olarak kültürün T.S. Eliot ve Raymond Williams’ın eserlerinde karşılaştığımız örnekleriyle ilgili de
birtakım değerlendirmeler yapıyorum – kültür bu düşünürlerin
ikisi için de hayati öneme sahip ama ona birbirine tamamen zıt
siyasi bakış açılarından yaklaşıyorlar.
Oscar Wilde’a ayırdığım bölümde tarihin bu en cesur, en hoş
kültür eleştirmenine şapka çıkarmanın yanı sıra o noktaya kadar
incelediğim kültür çeşitlerini de özetliyorum. Ardından, çoğunlukla kültürsüzlük çağı olarak tanımlanan modern çağda kültür meselesine neden bu kadar önem verildiği sorusunu ele alıyor ve buna dair bazı nedenler öne sürüyorum. Bu nedenlerin başında kültürün sanayi kapitalizminin estetik ya da ütopyacı bir eleştirisi olarak
görülmesi; devrimci milliyetçiliğin, çokkültürlülüğün ve kimlik
politikalarının yükselişi; dinin yerini alacak bir alternatif arayışı ve
kültür endüstrisi denen olgunun ortaya çıkışı geliyor. Ayrıca kültürü insan varoluşunun özü olarak değerlendiren kültürelcilik öğretisini ve kültürel görecelik konusunu eleştirel bir açıdan irdeliyorum. “Sonuç” bölümünde aslında onu savunanların sandığının aksine kültürün modern toplumlarda hiç de merkezî bir öneme sahip olmadığı yönündeki iddiamın gerekçelerini açıklıyorum.
Dikkatli okurlar Swift, Burke ve Wilde’dan İrlanda sömürge karşıtı siyasetine dek kitaba bir İrlanda motifinin hâkim olduğunu fark edecektir.
T.E
Birinci Bölüm
Kültür ve Uygarlık
“Kültür” olağanüstü derecede karmaşık bir kelime –iddiaya göre İngilizcedeki en karmaşık iki-üç kelimeden biri1
– ama
başlıca dört anlamı öne çıkıyor. Kültür, (1) sanatsal ve düşünsel eserler toplamı; (2) ruhsal ve zihinsel gelişim süreci; (3)
insanların yaşamlarına yön veren değerler, gelenekler, inançlar
ve simgesel pratikler; (4) bütün bir yaşam tarzı anlamına gelebilir. “Lapon kültürü” Laponların şiiri, müziği ve dansı anlamına da gelebilir; tükettikleri yiyecekleri, yaptıkları sporları
ve inandıkları dini de kapsayabilir. Hatta toplu taşıma ağından
seçim sistemine ve çöp öğütme yöntemlerine kadar Lapon
toplumunun tamamını içine alacak biçimde genişletilebilir.
Bütün bu örneklerde Lapon kültüründe tipik olarak karşılaşılan bir şey yalnızca ona özgü olmayabilir. Örneğin Laponlar
rengeyiği yiyor ama rengeyiği yiyen tek halk onlar değil. Laponlar yasa gereği kış aylarında araçlarına kar lastiği takmak
zorunda ama kuzeydeki başka ülkelerde de uygulanan bir
yasa bu. Ne var ki Laponya’da tüm yıl boyunca Noel Baba’nın
Kuzey Kutbu’ndaki evini ziyaret edebilirsiniz, bu da herhalde
yeryüzünde başka hiçbir yerde bulunamayacak bir nimet.
Sanatsal ve düşünsel anlamıyla kültür yenilikler içerebilir, öte yandan yaşam tarzı olarak kültür genellikle bir alışkanlık meselesidir. Yeni bir konçerto besteleyebilir, yeni bir
dergi yayımlayabilirsiniz, oysa kültür kelimesini daha geniş
anlamıyla ele aldığımızda, yeni bir kültürel olay yaşanması
fikri kendi içinde biraz çelişkili görünür; ama tabii böyle şeyler gerçekten olabilir. Kültür bu bağlamda daha önce yaptıklarınız, hatta belki de atalarınızın milyonlarca kez yaptıkları
şeyler anlamına gelir. Davranışlarınızın makbul sayılabilmesi
için atalarınızın davranışlarına uyması gerekebilir. Sanatsal
anlamıyla kültür avangart olabilir ama bir yaşam tarzı olarak
kültür çoğunlukla geleneklere bağlıdır. Sanatsal kültür genellikle sadece bir azınlığı –ve tabii erişilmesi güç eserleri–
kapsar, bu açıdan daha eşitlikçi sayılabilecek, gelişim süreci
olarak tanımlanan kültürden farklılaşır. Bugün kültürsüz
olanlar daha sonra kültürlü insanlara dönüşebiliyorsa, azmeden herkes kültürel sermaye biriktirebilir. Nasıl ki tarım doğal gelişime belli bir süre boyunca göz kulak olmaksa, siz de
kendi ruhsal gelişiminize yıllar içinde destek olabilirsiniz.
Bu anlamda kültür bir yavru köpek yahut grip gibi bir anda
edinilen bir şey değildir.
Genel olarak kelimenin ilk üç anlamı, fazlasıyla geniş
kapsamlı olma riski taşıyan dördüncüden (bütün bir yaşam
tarzı olarak kültür) daha kullanışlı görünüyor. Raymond
Williams, “Kültür fikrindeki sorun, onu sürekli genişletmek
zorunda kalmamızdır – ta ki ortak hayatımızın tamamıyla
neredeyse özdeş hale gelinceye kadar,”2
der. Kelimeyi neden
genişletmek “zorunda kaldığımız” pek belli değildir ama
Williams “kültür” teriminin doğasında şişme eğilimi bulunduğu konusunda şüphesiz haklıdır. Ancak bu durum onu
gereği kadar endişelendirmez. Kelimenin estetik anlamı fazlasıyla dar kalabilir, antropolojik anlamıysa fazlasıyla amorf
olabilir. Yine de kültürün daha geniş anlamının da kullanışlı
yanları var. Sanat olarak kültür ile yaşam tarzı olarak kültür
arasındaki farkları Williams’ın kendisi de İngiliz işçi sınıfı
hareketinin resim ve şiirle değil siyasi kurumlarla –işçi sendikaları, kooperatif hareketi, İşçi Partisi ve benzerleri– ilgili
bir hareket olduğu örneğiyle açıklar. Çalışmalarını daha sonra inceleyeceğimiz Alman filozof Johann Gottfried Herder’e
göre kültür, değerler ve duyguları olduğu kadar sanayiyi, ticareti ve teknolojiyi de kapsar.
T.S. Eliot, Notes Towards the Definition of Culture [Kültürün Tanımına İlişkin Notlar] adlı eserinde kültürün “bir halka
özgü tüm faaliyetleri ve ilgi alanları”nı kapsadığını söyler ve
İngilizlere dair birtakım basmakalıp örnekler sıralar: derbi
maçları, Henley Regatta,* dart tahtası, Wensleydale peyniri,
gotik kiliseler, haşlanmış lahana, sirkeli pancar, Elgar’ın besteleri, vesaire.3
Ulusal değerlerin bu tuhaf seçkisi üzerine yazan
Raymond Williams, Eliot’ın listesinin İngilizlerin geleneksel
faaliyetlerini yansıtmadığını, “spor ve mutfak, çok az da sanat”tan ibaret kaldığını, bunun da daha eski ve daha dışlayıcı
bir kültürlenme fikrine işaret ettiğini söyler. İngilizlere has
faaliyetler, diye sorar Williams, çelik üretimini, borsayı, karma
tarımı ve Londra toplu taşıma sistemini de içermez mi?4
Bir
başka deyişle Eliot kültürü bütün bir yaşam tarzı (yukarıdaki
4. tanım) olarak tanımladığını söylese de esasında anlamını
gelenekler ve simgesel pratiklerle (3. tanım) sınırlı tutar. Böylece birden karşımıza yanıtlanması gereken bir soru çıkar: Bir
halkın kültürü o halkın pratik, maddi varoluş tarzını da kapsar mı yoksa simgesel alanla mı sınırlı kalmalıdır?
Belki de bu noktada Lapon kültürü ile Lapon uygarlığı
arasında bir ayrım yapmak fazla detaycılık olmayacaktır. Laponya’da resim, mutfak ve cinselliğe yaklaşım kültüre, toplu
taşıma sistemleri ve merkezî ısıtma yöntemleri ise uygarlığa
girecektir. “Kültür” ile “uygarlık” ilk başta hemen hemen aynı
anlama geliyordu, ama sonraki bölümlerde de göreceğimiz
üzere modern çağda sadece anlamları ayrışmakla kalmadı,
birbirlerinin zıttı olarak algılanmaya başladılar. Modern tarihin sayfalarında Almanlar genelde kültürü temsil eder görünürken Fransızlar uygarlığın bayraktarı olarak birinci sırada
yer alır. Almanların Goethe’si, Kant’ı ve Mendelssohn’u, Fransızların ise parfümü, gurme lokantaları ve Châteauneuf-duPape şarapları vardır. Almanlar ruhani insanlardır, Fransızlar
sofistikedir. Wagner ile Dior arasında bir seçimdir bu. Basma
* Thames Nehri’nde 1839’dan beri her yıl yapılan kürek yarışı. (Ç.N.)
kalıp yargılara göre Almanlar fazla ahlakçı, Fransızlar ise fazla
kurnazdır.
Kabaca ifade etmek gerekirse posta kutuları uygarlığın
bir parçasıdır ama posta kutularını ne renge boyadığınız (örneğin İrlanda Cumhuriyeti’nde yeşil) kültüre dair bir konudur. Modern toplumlarda trafik ışıklarına ihtiyacınız vardır
ama kırmızı “Dur”, yeşil de “Geç” anlamına gelmek zorunda
değildir. Kültür Devrimi sırasında Pekin’de bunun tam tersinin uygulanması istenmişti. Kültürün büyük bir kısmı ne yaptığınızla değil neyi nasıl yaptığınızla alakalıdır. Kültür bir tarzlar, teknikler ve yerleşik prosedürler kümesi anlamına gelebilir. Örneğin bir otomobil fabrikası işletmenin çeşitli yolları
vardır, bu yüzden insanlar Renault kültürünü Volkswagen
kültürüyle kıyaslayabilir. Herkesin akrabası vardır ama geleneklerin kimi akrabalarınızla ilişkinizde sürekli espri yapmanızı şart koşup koşmadığı kültürel bir meseledir. “Polis kültürü” coplar ve plastik mermilerden ziyade emniyet güçlerinin
bunları en ufak bir provokasyonda kullanmaya hazır olması
anlamına gelir. Polislerin alışılagelmiş düşünce ve davranış biçimlerini kapsar – örneğin tecavüzcülere nasıl yaklaştıklarını
ya da alt rütbeli memurların üstlerini selamlayıp selamlamadığını. Avustralya kültürü herhalde Alice Springs’de çok sayıda araç kiralama acentası bulunduğu gerçeğini kapsamaz ama
barbeküyü, Avustralya futbolunu* ve plajda vakit geçirmeyi
kapsar. Britanya kültürü ironi ve meseleleri olduğundan
önemsiz gösterme tavrı ile en küçük fırsatta kırmızı plastik
burunlar takma** arasında bir yelpazeye yayılır.
“Kültür” terimi insana bazen lüzumsuz gelebilir. Futbolda köklü bir şike kültürü olduğunu söylemek futbolda epeyce şike yapıldığını söylemektir. Ancak adına kültür demek
bunun bir alışkanlığa dönüştüğünü, kemikleştiğini, belki de
* Oval bir sahada, her biri on sekiz sporcudan oluşan iki takım arasında oynanan,
Avustralya’ya özgü futbol türü. (Ç.N.)
** Red Nose Day (Kırmızı Burun Günü), Comic Relief Vakfı’nın bağış toplamak için
1988’de başlattığı komedi programı. (Ç.N.)
kanıksandığını ve bazı yerleşik prosedürlerle yürütüldüğünü
ima eder. Kültür bu açıdan sadece betimleyici bir kategoriye
benzeyebilir ama aldatıcı bir görünüştür bu. Örneğin insanın
yaşam tarzını kendine özgü görmesi, genelde başkalarının yaşam tarzından nasıl ayrıldığını bir şekilde bildiği, bu yüzden
belki de onlara bir miktar şüpheyle yaklaştığı anlamına gelir.
Çoğu kolektif kimlik biçimi başkalarını dışlamak zorundadır,
üstelik bazen haklı olarak. Profesyonel olarak kılıç yutan biriyseniz Kraliyet Hemşirelik Koleji’ne katılamazsınız. Dışlamalar her zaman bu kadar masumane değildir. Kuzey İrlanda
Birlikçileri’nin İngiltere bayrağını* asmalarının tek sebebi, sokağın karşısına yığınla milliyetçi Katoliğin doluşmuş olmasıydı. Yani zararsız görünen kültür fikri daha baştan uyuşmazlık
tohumları içerebilir. Ayrıca bir açıdan sadece olgusal bir betimleme olarak görünen şey – sözgelimi “toprak sahibi üst
tabaka kültürü” – bir başka açıdan (örneğin onların topraklarını ekip biçenler için) böyle görünmeyebilir.
Bütün bir yaşam tarzı olarak kültür mevhumu muhtemelen kabile hayatına ya da modern öncesi toplumlara, modern toplumlardan daha fazla uymaktadır. Hatta modern
öncesi halklar üzerine yapılan çalışmalar bu mevhumun ortaya çıkış noktalarından biridir. Bunun sebebi böyle toplumların organik bir bütün oluşturmaları değildir. Çatışma ve
çelişkiden tamamen arınmış şekilde “bütünlüklü” bir toplum
yoktur. Sebep daha ziyade modern öncesi koşullarda simgesel pratikler ile toplumsal veya ekonomik faaliyetler arasında belirgin bir çizgi çizmenin belki de daha zor olmasıdır. İş
ve siyaseti kültür başlığı altında ele almak insana Danlardan
ziyade Dinkalardan bahsederken daha mantıklı gelir. Pratik
ve simgesel olan, modern öncesi çağlarda modernliğe kıyasla
daha yakın bir ilişki içindeymiş gibidir. Sözgelimi kabileler
emek ile ticaretin, manevi inançlar ve önceki nesillerin miras
braktığı görevlerden bağımsız, ekonomi adında ayrı bir alan
* Beyaz zemin üzerine kırmızı bir haçtan oluşan, sadece İngiltere’nin kullandığı
bayrak. (Ç.N.)
oluşturduğunu düşünmezler. Bunun aksine modern dünyada ekonomi alanında eski haklarla geleneklerin önemsenmesi bir yana bırakılır. Patronunuz artık babacan bir tavırla genel refahınızla ilgilenmek ya da en azından ilgileniyormuş
gibi davranmak için ahlaki bir sorumluluk hissetmez. Artık
sadece hayatta kalabilmek ya da salt kâr elde etmek için çalışıyorsunuzdur; bunun üstüne bir de yüce Rabbe hürmet
etmek, derebeyinize karşı göreneksel yükümlülüklerinizi
yerine getirmek ya da kabilenizin hısımlık sisteminde size
ayrılan rolü oynamak için değil. Toplumsal olgular kültürel
değerlerden ayrılmaya başlar ve bu süreç yeni özgürlükleri
olduğu kadar yeni güçlükleri de beraberinde getirir. Artık
emeğinizi en yüksek teklifi veren kişiye satabilirsiniz, eliniz
kolunuz tek bir efendiye bağlanmış değildir. İktidar kendini
manevi otorite perdesi arkasına artık kolay kolay gizleyemez. Geleneğin sinsice zorlayıcı gücünün baskısını hissetme
ihtimaliniz şimdi daha azdır ve yeğeninizi her görüşünüzde
onunla laklak etme zorunluluğundan kurtulabilirsiniz.
19. yüzyıldaki bir köylü ile modern bir fabrika işçisi arasındaki farkı ele alalım. Geleneksel aile çiftliğinde emek ve
ev hayatı iç içe geçmiştir, oysa bir fabrika kentinde sanayi ile
hane iki ayrı şeydir. Örneğin köylülerin çocuk sahibi olma
nedenleri herkesle aynıdır ama büyüdüklerinde toprakta çalışmaya başlayacakları, yaşlandıklarında onlara bakacakları
ve nihayetinde onların payına düşen mütevazı dönümlerin
vârisi olacakları için de çocuk yaparlar. Çocuklar şirin görünmelerinin yanı sıra emek gücünü, bir refah sistemini ve çiftliğin devamlılığını temsil eder. Buna karşın modern uygarlıkta çocukların ne işe yaradığını söylemek güçtür. Çalışmazlar,
üstelik bazılarının göze hoş göründüğü bile söylenemez.
Bakımları pahalıdır, üstelik her zaman mantıklı davranmazlar. Bebekken onlara bakmak insanlık tarihinde bilinen en
zor işlerden biridir. Tüm bunlar düşünüldüğünde modern
insanın üremeyi becermesi başlı başına şaşırtıcı bir durumdur. Oysa çocukların köylülere ve kiracı çiftçilere olan faydası yadsınamaz
Kitabın Künyesi
Kültür
Terry Eagleton
Özgün Adı : Culture
Çevirmen : Berrak Göçer
Dizi : Düşünce
Tür : İnceleme
Sayfa Sayısı : 152
Baskı Bilgileri : 1.Baskı Ağustos 2019
Can Yayınları
İçindekiler
Önsöz ………………………………………………………………………….. 13
Birinci Bölüm: Kültür ve Uygarlık …………………………………….. 15
İkinci Bölüm: Postmodern Önyargılar ……………………………….. 37
Üçüncü Bölüm: Toplumsal Bilinçdışı…………………………………. 51
Dördüncü Bölüm: Bir Kültür Havarisi……………………………….. 87
Beşinci Bölüm: Herder’den Hollywood’a………………………….. 101
Sonuç: Kültürün Kibri…………………………………………………… 129
Son Notlar ………………………………………………………………….. 139
Dizin………………………………………………………………………….. 145