Pragmatizmin kurucusu olarak gösterilen Charles Sanders Peirce (1839-1914), aslında yalnızca felsefeye değil fakat modern matematik ve mantığa da çok önemli katkılarda bulunmuş ve böylelikle ülkesinin en özgün ve yaratıcı filozoflarından biri olmuştur. O, bir filozof kimliğiyle, modern felsefenin Descartes’tan beri hâkim temaları ya da yaklaşımları olan temsilciliği, sezgiciliği, içebakışçılığı ve egoizmi reddederken, öncelikle yöntemsel kuşkuculuğa karşı çıkmış ve şüphenin genel olarak bütün inançlara uygulanamayacağı gibi, mutlak olarak kesin olduğu düşünülen inançların doğruluğunu kanıtlamak için de kullanılamayacağını savunmuştur. Peirce yine aynı bağlamda, insan zihninin kesin doğruları açık ve seçik düşünceler olarak sezme kapasitesine sahip bulunmadığını, araştırmanın özel ve bireysel bir faaliyet değil de sosyal bir teşebbüs olduğunu öne sürmüştür.
(a) Doğruluk Teorisi
Peirce, pragmatizmin esas itibariyle doğruluğun doğasıyla ilgili bir görüş olmasından yani onun çoğu zaman, “bir teorinin işe yaradığı veya toplumsal olarak faydalı olduğu takdirde doğru kabul edilmesi gerektiğini” bildiren doğruluk görüşüyle özdeşleştirilmesinden dolayı, felsefesine önce farklı doğruluk teorilerini birbirinden ayırarak başlar. Ona göre, öncelikle şeylerin kendileriyle ilgili doğrular anlamında transandantal doğrular vardır. Burada, her şeye rağmen önermelerin doğruluğuna karşılık gelen kompleks doğruyla ilgili olduğumuzu ifade eden Peirce’a göre, transandantal doğrular kendi içlerinde, etik doğrular veya mantık doğruları benzeri farklı türlere ayrılırlar. Sözgelimi etik doğru, bir önermenin konuşmacının ahlaki kanaat veya inançlarıyla uyumlu olmasını ifade eder. Mantıksal doğru ise, bir önermenin gerçekliğe uygun düşmesinden meydana gelir.
Peirce, işte bu noktada doğruluğun tam olarak ne olduğunu ifade edebilmek için bir önermenin “gerçekliğe uygun düşmesinin” ne anlama geldiğini açıklama ihtiyacı hisseder. Gerçekten de doğruluk ve yanlışlıktan söz ettiği zaman, önermenin yanlışlanma veya çürütülme olasılığına gönderme yaptığını bildiren Peirce’a göre, bir önermeden algısal bir yargıyla çatışan bir sonuç çıkarsandığı takdirde, o yanlış olmak durumundadır. Başka bir deyişle, bir önerme deneyim tarafından çürütüldüğü takdirde yanlış, buna mukabil çürütülmediği takdirde doğrudur. Bu, Peirce açısından doğruluk ile doğrulanabilirliğin aynı olduğunu telkin ediyor gibi görünebilmekle birlikte Peirce, söz konusu özdeşliği meşhur yanılabilircilik öğretisine vücut verecek şekilde reddeder. Buna göre Peirce, gerçekte bir önermenin ampirik olarak doğrulandığı takdirde değil de deneyimsel olarak yanlışlanmadığı sürece doğru olduğunu söyler. Bu şekilde yanlışlanma imkânı bulunmayan matematiksel doğrulardan da söz eden Peirce, daha sonra Leibniz’in sözünü etmiş olduğu olgusal doğruları ele alır. Gerçeklikle ilgili bilimsel hipotezleri olduğu kadar metafiziksel teorileri de ihtiva eden bu türden olgusal doğruların doğru olduklarının, hiçbir zaman kesin sonuçlu olarak bilinemeyeceği sonucuna varır. Buradan çıkartılması gereken sonuç, açıktır: Peirce’a göre, insan bilgisi olarak geçen her şey, son çözümlemede kesinlikten yoksun olup, yanılabilirlik durumunu ihtiva eder.
Onun söz konusu yanılabilirlik ilkesi, bununla birlikte nesnel hakikatin tümden reddedilmesini gerektirmez. Peirce, çıkar gözetmeyen bilimsel araştırmaya ilham veren yegâne şeyin, nesnel hakikat düşüncesi olduğunu söylemekten bir an olsun geri durmamıştır. Hakikat de bir şeyin, onun öyle olduğuna ilişkin bireysel düşünmeden bağımsız uygunluğundan meydana gelir. Ona göre, işte bu noktada çıkar gözetmeyen nesnel hakikat arayışını, dogmatizmin hakikat arayışının düşmanı olduğunu bildiren yanılabilircilik ilkesiyle birleştirdiğimiz takdirde, bütün araştırmaların mutlak ve nihai hedefi olan hakikat kavrayışına erişmemiz mümkün olur. İşte bu, bütün çabalarımızın bizi götürebileceği sınırın ötesinde bulunan bir ideal olup, insan varlıkları ona sadece yaklaşabilirler.
(b) Anlam Teorisi
Mutlak ve nihai hakikati bir ideal olarak en tepeye yerleştirip, ona erişmenin mümkün olmadığını söyleyen Peirce, çare veya kabul edilebilir bir alternatif olarak aşağıya yani sonuç veya eyleme döner ve kendisini hakikat veya inanç ile eylem arasında bir yerde konumlandırır. Gerçekten de Peirce’ın bir dünya görüşünden ziyade bir metodoloji, yani düşünceleri açıklığa kavuşturmayı amaçlayan bir düşünme yöntemi olarak tanımladığı pragmatizminin merkezinde bir anlam teorisi, sözcüklerin anlamlarını nasıl kazandıklarıyla ilgili bir açıklama bulunur. Zaten pragmatizm terimini, “iş” ya da “eylem” anlamına gelen Grekçe “pragma” sözcüğünden yola çıkarak kullanmaya başlayan ilk kişi de Peirce’tır. O, bununla hiç kuşku yok ki, sözcüklerin anlamlarını pratikten veya eylemden aldıklarını anlatmak ister.
Gerçekten de Peirce’ın, düşüncelerimizin ancak onları bir işlem tarzı ya da şekliyle ifade ettiğimiz zaman açık ve seçik hale geleceğini ifade eden meşhur pragmatizm ilkesi şöyledir: “Bir kavramın anlamına karar vermek için söz konusu kavramın doğruluğundan hangi anlaşılabilir sonuçların çıkabileceğine bakmak gerekir; işte bu sonuçların toplamı kavramın anlamını oluşturacaktır.” Varsayalım ki, bir kimse bana belli bir nesnenin katı olduğunu söyledi ve ben de “katı” sözcüğünün ne anlama geldiğini bilmiyorum. Bu sözcük bana, bir nesnenin katı olduğunu söylemenin, başkaca şeyler yanında, ilgili nesne üzerine bir baskı uygulandığı takdirde, onun, bir tereyağı kütlesi gibi yumuşamayacağını, üzerine oturulduğu takdirde nesnenin çökmeyeceğini, vs. söylemek suretiyle açıklanabilir. Buna göre bir nesnenin katı olduğunu söylemenin doğru olması durumunda zorunlulukla çıkacak sonuçların toplamı, ilgili sözcüğün anlamını verir.
Bu gibi örneklerden hareketle anlamın ve bilginin doğasıyla ilgili birtakım genellemelerde bulunan Peirce, bir şeyle ilgili kavrayış veya düşüncemizin, onun duyusal sonuçlarına dair düşüncelerimizin toplamı olduğu hususuna özel bir önem atfeder. Buna göre, o sözcüklerin anlamları olacaksa eğer, insanların “A ise B” şeklinde ifade edilebilen işlemsel formülleri veya koşullu önermeleri kullanmaları gerektiğini ve pratik hiçbir etkisi tasavvur edilemeyen bir nesne ya da niteliğe gönderme yapan sözcüklerin anlamsız olduğunu ifade eder. Onun söz konusu analizinden, başka her şey bir yana, bir kavramı anlamanın eylemle ilişkili olduğu sonucu çıkar. Çünkü anlamın kendileri aracılığıyla ifade edildiği koşullu önermeler eylemle ilgili olan önermelerdir. Gerçekten de bir kavramın anlamının onun pratik sonuçlarını gözler önüne seren koşullu önermeler yoluyla açıklandığını dile getiren Pierce, bununla birlikte kavramın anlaşılabilmesi için mutlaka bir şeyler yapılması, kavrama ilişkin açıklama veya tarifte sözü edilen eylemlerin yerine getirilmesi gerektiğini söylemez. Bunun için sadece ilgili sonuçların tasavvur edilmesi yeterlidir.
Pierce, bütün pragmatistler içinde, bilimin kendisinden, bilimin dilinden en fazla etkilenmiş olan kişiydi; bunun en açık göstergesi, onun anlam için geliştirmiş olduğu pragmatik sınamaya en fazla ve en iyi bir biçimde bilim dilinin uygun düşmesidir. Bilime hiçbir şekilde karşı çıkmayan, bilimi belli noktalarda çok değerli bulan Peirce’ın karşı çıktığı şey, Descartes gibi bilimcilerin geliştirmiş olduğu, geçerlilikleri sadece düşüncelerin kendi aralarındaki tutarlılık ilişkisine dayanan bilgi teorileriydi. Söz konusu akılcı-bilimci geleneğin bu türden kabullerinin ampirisizm tarafından önemli ölçüde sorgulandığını düşünen Peirce, bir yandan da söz konusu kabullerin güçlerini korumayı sürdürdüklerini, hâlâ çok canlı olduklarını ileri sürer. Sözgelimi Descartes, insanın tüm hakiki veya doğru düşüncelerini zihne yerleştirmişti; onun bakış açısından entelektüel kesinlik, sezgi yoluyla kavranan “açık ve seçik düşüncelerde” bulunmaktaydı. Gerçekten de zihni, çevresel faktörlerden, sosyal koşullardan yalıtıldığı zaman başarıyla iş gören teorik bir araç olarak mütalaa eden Descartes’ın gözünde düşünme, esas itibariyle özbilinçle ilgili bir konuydu. Peirce, pragmatist anlam teorisiyle, bilimciliğin ya da kuru akılcılığın bütün bu kabullerine karşı, düşünmenin, dış koşullardan veya çevresel faktörlerden yalıtılmışlık durumunda değil de her zaman bir bağlam içinde ortaya çıktığını savundu. Anlamların bireysel sezgilerden değil deneyimden türetildiğini, bu yüzden bireysel ya da kişisel değil toplumsal ve kamusal olduğunu öne süren Peirce, etkileri veya genel sonuçları itibariyle test edilemeyen düşüncelerin anlamsız olduğunu söyler.
(c) İnancın Rolü
Eyleme büyük bir önem atfetmekle kalmayıp, düşünceye de şu halde azımsanmayacak bir değer yükleyen Peirce, işte bu durumun bir sonucu olarak inancı, düşünceyle eylem arasında çok önemli bir yere konumlandırır. Eylemlerimize rehber olan inançları oluşturmanın, hepsi de düşünceye dayalı farklı yöntemleri bulunduğunu ileri sürer. Bunlardan birincisi, kişinin inançlara, en küçük bir şüpheye izin vermeksizin ya da lehte ve aleyhteki delilleri dikkate almadan, sıkı sıkıya yapışmasını sağlayan bağlanma yöntemidir. İkinci yöntem, birtakım düşünceleri ceza korkusuyla doğru kabul etmekten meydana gelen otorite yöntemidir. Bir diğer önemli yöntem ise Descartes, Platon ve Hegel gibi metafizikçi filozoflar tarafından benimsenen ve inançla ilgili meseleleri, akla uygun olup olmadıklarına bakarak karara bağlayan rasyonel yöntemdir. Peirce, söz konusu üç yöntemi de deneyim ve davranışla ilgileri olmadığını söyleyerek bir tarafa bırakır.
O, bu yöntemlerin yerine de en büyük erdeminin deneyimde sağlam ve realist bir zemin veya temele sahip olmak olduğuna inandığı bilimsel yöntemi geçirir. Diğer üç yöntem bir kimsenin zihninde sadece düşünmenin bir sonucu olarak sahip olduğu fikirlere dayanırken, bilimsel yöntem özellikleri düşüncelerimizden tamamen bağımsız olan gerçek şeylerin var olduğu kabulüne dayanır. Dahası, söz konusu gerçek şeyler duyularımızı birtakım yasalara uygun olarak düzenli bir şekilde etkiledikleri için onların her gözlemciyi aynı şekilde etkiledikleri kabul edilir. Peirce’a göre, bilimin yöntemiyle oluşturulmuş inançlar, işte bu yüzden gerçek şeylerde temellenirler; deneyimde temellendikleri için de doğrulanabilirler. Onlara erişme süreci, bu yüzden özel olmayıp kamusal bir edime, herkese açık bir sürece dayanır; oysa ilk üç yöntemden biri ya da diğeri aracılığıyla ulaşılmış bir sonuç üzerinde, gerçek varoluşu sınanabilecek herhangi bir şeye dayanmaması nedeniyle mutabakata varmanın bir yolu bulunmamaktadır. Bağlanma yönteminin akıldışı bir metod olduğunu, otorite yönteminin felsefi argümana izin vermediğini, a priori akılyürütmenin, olgulardan kopuk ilerlemesi nedeniyle birçok farklı açıklamaya izin verdiğini söyleyen Peirce, bilimsel yöntemin alternatif inançlar arasındaki çatışmaları bir karara bağlama, bireysel önyargılardan sakınma veya önyargıların üstesinden gelme yönünden önem taşıdığını bildirir.
Zira bilimsel yöntem, bir kimseden sadece inandığı doğruyu değil, fakat ona o doğruya nasıl eriştiğini ifade etmesini talep eder. Bilimsel yöntemin söz konusu komünal veya kamusal boyutuna vurgu yapan Peirce, bilimin yönteminin ikinci olarak özeleştirel olduğunu söyler. O, ulaşılan sonuçları sık sık testlere tabi tutar ve gerekli olduğu yerlerde, yani yeni vukuf ve delillere erişildiği zaman, teorilerde değişiklik yapılmasını şart koşar. Bu, Peirce’a göre kişilerin inançlarıyla ilgili takınmaları gereken tutumu ifade eder. Peirce’a göre, üçüncü olarak da bilimin bilim adamları topluluğunda hayli gelişmiş bir işbirliğinin olmasını talep ettiğini söyler. Bilimsel yöntemin söz konusu unsuru, birey veya grubu, hakikate kendi çıkarlarına göre şekil vermekten alıkoyma açısından çok büyük bir önem arz eder. Bilimin eriştiği sonuçlar, herkese açık olan, bütün bilim adamların erişecekleri sonuçlardır.
İnanca erişmede, inançların oluşturulmasında işte bu özelliklere sahip bilimsel yöntemi veya ampirik araştırma metodunu temele alan Peirce, bununla elbette, bir düşüncenin birtakım pratik sonuçları olması gerektiğini anlatmak ister. Düşünmenin amacının iradenin hayata geçirilmesi olduğunu söylerken, bilgiyi iradeye tabi kılar. Bilimin özü, ona göre, bilimin bir şeyler yapmanın, bir şeyleri hayata geçirmenin yöntemi olmasından oluşur. Peirce düşünmeyi bir şeyler yapmanın bir yöntemi olarak mütalaa eder. Fakat insanların bir şeyler yapabilmelerinden önce, bir inanca sahip olmaları gerekir; inanç ise elbette, düşünceyi gerektirir. Peirce işte bu noktada, sadece deneyim ölçütüyle sınanabilen düşüncenin inanç için sağlam bir temel oluşturabileceğini söyler.
Ahmet Cevizci
Felsefe Tarihi
Say Yayınları
Yayın Yönetmeni: Aslı Kurtsoy Hısım
Editör:Derya Önder