Fiziksel/tarihsel/kültürel gücüne hayran kalarak yürüdü. Toprak, ayaklarının altında titredi. Er-kek-ti; sıktığı taşın suyunu çıkartabilir, elini uzattığı fidanı kökünden sökebilirdi. Yer-yüzü-nde bir toprak parçasını çevirerek, benim-dir dedi. Çit ile örerek kendisine bir kafes yaptı. Yalnız yapamazdı; o, aynı zamanda bakılmaya muhtaç ve belki de bu yönü ile bir acizdi. Ona bir kadın verdiler. O kadını verenler de kendilerini özgür sanan sözüm-ona sefil-kölelerdi. Er-kişi, o kadın da benimdir dedi; ikinci çiti çevirdi. Bir zaman sonra çocukları oldu. Üçüncü çitte çevrilince halkalaşan çitler iç-içe geçtiler. Er-kişi ?benim? diyerek her-şeyi hapsetti. Yıllar geçti; toprak verimsiz, kadın sevgisiz kaldı. Çocuklar ise, ötelere taşındılar. O, hala, tükenenler de ?benimdir? demekten geri kalmadı. Bir etiği/öğretisi vardı onun; kadının namusu ondan sorulurdu!.-kadının etiği yoktu ki, onun namusu kadından sorulsun!- Gün onundu ve madem her-şey onun için vardı, o, bunları istediği gibi çekip çevirmeli/kullanmalıydı!. Kadınlar-ı vardı onun için, gönül eğlendirdiği; hayat-ın kadınları. Her-şey yolunda giderken bir gün, kıyametler koptu; hayat-ın kadınlarına ilişkin bahçeye gittiğinde, ana-baba-bir kardeşi ile karşılaştı. Kız kardeşinin tüm er-kişilerin hayat-larının kadını olduğunu görünce vurulmuşa döndü. Kendisine ait olanın en-değerli, olmayanın en-değersiz olduğu yönündeki çarpık-düşüncesinin/öğretilerinin altında ezildi. Tüm kemikleri kırıldı ve fakat bir damla kan akmadı. Oysa, çitler çevirmişti, gel-gör ki o çitler kendi ayaklarına bağ oluverdi. Masum çocukları ona ?baba? diye bir rütbe verdiklerinde, ne de çok sevinmişti. Hayat-ın kadınları olarak gördükleri de bir zamanlar masum çocuk değiller miydi? Er-kişiydi; efendiydi, her-şeyin sahibi, alıp-satan ve çitlerle çevirendi.
Bir salyangoz, bir tırtıl ve bir de sümüklü böcek yürüdü geceye.
Kadınlar, ?onlar bizim kocalarımızdır, ne yapsalar yeridir, er-kişinin el-kiri geçer? dediler. Onlar da bir zamanlar masum çocuktular; ancak büyümüştüler ve fakat artık birer sefildiler.
?Baba? diyen çocuklar büyüdüler. Kozasından çıkan kelebekler gibi savruldular. Bir kısmı dallara tırmanmayı sürdürdü, bir kısmı metamorfoz geçirdi. İlkinler, ?baba? dedikleri ile düşlediklerinin ayrıştığını görüp sustular. Sefaleti seçtiler. İkinciler ise, ?babamız yok dediler? . İşte onlar, er-kişiyi yok ettiler.
Lanet yer-yüzünü bir kez kaplamıştı; kolay-kolay yok-edilemiyordu. Erkek erkeği, kadın erkeği, ana oğlanı, oğul babayı doğuruyordu. Çıyanlar dans ederlerken onlar havai fişekler gibi çoğalmaktaydılar.
Er-kişi, çektiği çitlerde boğuldu.
Kadın, çitler arasında sustu.
Çocukların bir kısmı çitleri yıktı.
?Ben?im? yok oldu.
29 Mayıs 2009, Batı-Ümraniye
(?)
Kadının ekonomik özgürlüğünü kazanması, tek başına erkek-egemen düşüncesinin yok edilemeyeceğine ilişkin ipuçları vermektedir. Bu anlayışın bir düşünce biçimine/algılama ve yorumlama biçimine dönüşmüş olmasıdır söz-konusu olan. Egemenlik kurma yöneliminin kadından-erkekten gelmesi açısından fark yoktur. İnsanın eşitlenmesi/(cinsler-arası eşitlikten söz-ediyorum şimdilik) için kadının iş/çalışma hayatına katılması yeterli değildir. Dikkat edersek kadınların iş hayatında genellikle karar verme organlarında fazlaca yer almadıklarını görmekteyiz. Ne yazıktır ki, isim önemli değil bir profesör bayan hem ekonomik özgürlüğünü edinmiş hem de bilgisel donanıma sahip olduğu halde evinde erkeğin baskısını yenemediğinden söz-edip yakınıyorsa bu durum gerçekten o kadar kolay çözümlenecek bir soruna benzememektedir. ?saçı uzun ve aklı kısa olanın sırtından -bilmem dilim varmıyor- sopa ve sıpayı eksik etmemek gerekir? şeklindeki söz bu düşünceyi oldukça kristalize biçimde açıklamaktadır. ?kızını dövmeyen dizini döver? sözü de bize ait değil midir? Kadının iş hayatına atılarak ekonomik özerkliğini kazanması, yalnızca ailesine katkı olarak değerlendirildiği gibi ev-işlerinin üretim haricinde değerlendirilmesi sonucu bu üretimin tümünü yüklenen kadın emeğinin katmerleşerek sömürülmesinden başka bir anlam taşımadığı gün-gibi-açıktır. Kadın emeğinin sömürüsü neredeyse beş-bin yıllık bir geçmişe sahiptir diyebilirim. Bu olgu o kadar derinlerde yer etmiştir ki bu düşünce kadınları da içine almıştır. Erkekle aynı işi yapmayı eşitlik sanmak aslında erkek egemenliğinin kadın üzerinden yeniden üretilmesi demektir. Karar organlarında çok az sayıda kadın görmekteyiz ve bunların bir çoğunun demir-leydi vb şekillerinde erkekleştikleri gözler önündedir. Bu yapının cinsiyet ile hiçbir ilgisi yoktur.
Evlilik ilişkisinin egemenlik üzerine kurulması elbette gerekmemektedir. Bu ancak gerçek aşkın yaşandığı, özgür bireylerden oluşmuş ve aralarında sosyal/siyasal/kültürel/ekonomik hiçbir baskının cinsler arasında olmadığı demokratik bir toplumda olasıdır. Bu baskılardan her hangi birinin varlığı ilişkiyi baştan sakatlamaya yeterlidir. Bu baskılardan her hangi birini kullanan cins bu baskıdan kişisel yarar gördüğü için bunu kullanır ve sürekli kılmak ister. O zaman da evlilik ilişkisi baskıya dayalı bir tek-yönlü kölelik üzerinde kurulur ki artık özgür bireylerden ve tercihlerden söz etmek olanaksızlaşır.
Neolitik dönemde tarım ve hayvancılığın ayrışması ve emeğin daha verimli hale gelmesi üzerine tükettiğinden fazlasını üreten birey giderek meta üreten araca dönüşmüştür. Fiziksel olarak kadının bir yandan hamilelik ve çocuk doğurması ve bakımı nedeniyle üretim dışı kalması sonucunda ilk zamanlarda fiziksel olarak ve daha sonra da edinilenleri koruması için soy-zincirine bağlı olarak erkek tarafından sömürüldüğünü görmekteyiz. Kadının sömürülmesi kölelikten öncedir diye boşuna denilmiyor sanırsam.
Kadın sömürüsünün temel belirleyeni dinler değillerdir. Neolitik döneme geçişle başlayan bir süreç ki, bu dönemde totemlerden söz edebiliriz. Sümer Şehir devletinde kadının egemen olduğu dönem vardır ve daha sonradan bu erkek lehine devşirilmiştir. Gılgemeş destanı ile anlatılmak istenen olgu buna temas etmektedir. Orada da bir sürü tanrının kadın ve erkek rollerini üstlendiklerini görüyoruz. Demek ki dinler/hukuk/etik kuralları üretim ilişkilerince belirlenen yaptırımı olan toplumsal kurallardır. Toprağın doğal rantını bir kenara bıraktığımızda değer yaratan tek güç insan emeğidir. avcılık ile beslenen bir toplumsal yapıda ürün fazlalığı olmadığından çocukların kurban edilmesine de çok rastlanmaktadır. İlk temel yasa olan paylaşım yasası olmasa idi insan toplulukları hayvan topluluklarından ayrışamayacaktı. Neolitik dönemle başlayan artı-ürün o zamana kadar doğal güçler karşısında güçsüz olan insan türünün iştahını kabartmıştır. Paylaşım yasasının el-koyma yasası ile yer değiştirmesi bu kadar eskilere dayanmaktadır. Kadın üzerinde mutlak egemenlik/iktidar kurulduktan sonra bu egemenliği kuran öğe için onun diğer üretici güçlerden fazla bir farkı kalmayacaktır. ?soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen? tanımı üzerinde gerçekten düşünmek gerekir derim
Sömürünün ilk halkası kadın üzerinde yaratıldığı için ilkin bunun kaldırılması gerekir. Bu nedenle her ne kadar önde olsalar da kadın erkek ile kol-kola yürümelidir derim.
Sahiplenme duygusunun altında ego yatar. Sahiplenen sahiplendiği olguyu egemenliği altına almak ister. Bunu yaparken korumak istediği olgu/şey kendi çıkarıdır. Bu çıkar sosyal/ekonomik/duygusal olabilir. Burada bir egemenlik sahası vardır. Korumadan söz edemiyoruz. Sahiplenilenin korunmasındaki temel etken onun yararlılığı ile eş-değerdedir. Başka bir anlatımla, sahiplenilen olgu yararlılık gösterdiği için korunur. Koruma edimi bu yönden çok ince bir espiri ile gerçek koruma ediminden ayrılır. Sahiplenmek için koruma ile gerçekten koruma arasında fark bu ince çizgide gizlidir. Ayırt edilmesi oldukça zordur. Gerçek korumada sahiplenme/egemenliği altına alma düşüncesi yoktur. Bu açıdan öncekiden farklılaşır. Son edimdeki korumada, korunan bir değer taşıdığı için korunur. Bu değerin kişisel/toplumsal/ekonomik olması açısından fark yoktur. Ancak, kesinlikle egemenlik sahasına alma düşüncesi taşımaz. Bu nedenledir ki gerçek koruma, sahiplenmeden ayrışır ve sahiplenme gerçek korumanın altında yatan ego-yu gizleyen ögedir. Ayrıştırmalıyız derim. Soyutlamaları daha somuta indirgediğimizde netlik sağlayabileceğimizi düşünüyorum.
Şimdi, kadın tarlada çalışıyor, akşam olduğunda hayvanlarla ilgileniyor, sağıyor, topluyor vs. sonra ev içi üretimine koyuluyor; bir çok çocuk yapmış, yemeğinden tutunda giyinmelerine kadar üretimin tüm halkalarını üstleniyor vs. ne mi oluyor? Ev içi üretimi zaten yok sayılıyor. Ne mi oluyor? O, tarım işçisi bile sayılmıyor. Ne mi oluyor? Hasadı erkekler topluyor; neyin ekileceğine onlar karar veriyor; oradaki sosyal yaşamla ilgili tüm kararları erkekler meclisi alıyor ve hatta kız çocuklarının kim ile evleneceklerine de onlar karar veriyorlar… Üstüne bir de dayak yiyor; oh ne güzel…Kaç tane erkek kadından dayak yemektedir ve bu normal karşılanıyor?
Şehirde durum çok mu farklı…
Şimdi; gel de eşitlikten söz-et; gel de aynı kefeye koy…gel de emek sömürüsü aynıdır de..
Totemik değerlerin kutsal dokunulmaz kılıfları, onları kişilere yabancılaştırmaktadır. Aile kavramı da böylesine sürekli sığınılan ve ancak içeriği boşaltılmış totemik bir değer olarak sunulup durmakta olan kavramlardandır. Kutsal sayılan değerlere dokunmamak gerektiği öğretilir. Hepimizin tanık olduğu gibi ?aile salonumuz vardır? ibaresini çoğu yerlerde görmekteyiz. Diğer salonlarda neler yapılmaktadır ki? Sorusu akla gelmektedir. Toplum yapısal olarak koruma refleksine sahiptir; bu onu aynı zamanda tutucu yapar. Burada aileyi önemsemediğim sonucu çıkartılmamalıdır. Tam tersine ailenin gerçek yapısına kavuşturulması gerektiğine işaret etmekteyim. Aileyi sosyal bir olgu olarak gördüğümüzde birlikte yaşayan bireylerinin ayrı kimliklerinin her zaman korunması gerektiği gerçeği ile karşı karşıya kaldığımızı da unutmamalıyız. Sosyal statülerin korunması adına bireylerinin içerisinde saklı özgürlükler yaşadığı ve değerlerin törpülendiği aile yapılanmalarının altında sosyal, kültürel dayatmalar ve kişisel endişeler yatmaktadır. Kırılması gereken de bu sahte özgürlük anlayışlarıdır. Hiçbir olgu bireyin kimliğini kendi içerisinde eritip yok etmemelidir. Kadına karşı şiddetin temellerinden birisi de işte tam bu noktada gizlenir ve kendisini her zaman ve her fırsatta açığa çıkartır. Bu durum egonun sosyal şizofreni ile sakatlanmasıdır. Kadın susturulmalı ve haklarından yoksun bırakılmalıdır ki erkek hem sosyal statüsünü sürdürsün hem de kendi egosunu tatmin edecek açılımlar yakalasın! Ne yazık ki, ana-baba-çocuk üçlemesini salt bu ögelerin varlığı ile aile olarak tanımlamak doğru olmasa gerek. Eşit olmayan bireyler arasındaki tüm ilişkiler sırf bu nedenle sakat doğarlar ve çatışmaya mahkumdurlar. Tam bu noktada toplumsal erk-i elinde bulunduran eşitsiz ilişkide kendisini öyle ya da böyle kabul ettirir. Bu onun haklı olduğu anlamına gelmez, tam tersine eşitsizliğin üzerine kurulu bir denge kendi içerisinde haksızlığın kaynağı, yaratıcısıdır. Kadınlarının özgür ve eşit olmadığı bir toplumun özgür olduğunu söylemek bir mistifikasyondur/aldatmaca/gizleme/kandırmacadır. Şiddetin erkek erk-inden geldiğini benimsemediğimiz sürece kadınların bilgilenme ve hak arayışı çabalarını şiddetle bastırma konusunda gelişen toplumsal dinamiklerin Önünü almamız pek olanaklı görünmemektedir. Bu konuda erkek şapkasını önüne koymak zorundadır. Tarihsel süreç bunu göstermektedir.
İnsan, doğasında tembel miydi? sanmıyorum. tembellik ile rütbeler arasında ne ilgi var denilecek şimdi. Sanırsam var; hem de çok…Tarihte kadın emeğinin sömrülmesi ilk sömürü biçimi olduğuna göre, tembellik ve rütbeler arasında bir ilgi kaçınılmaz görünmektedir.
Austrolopitecus Afrikacanus’lar çok öncelerde yaşam savaşımı vermiş ilk insan türlerinden olup, yaşadığı ormanlık alanlardaki doğal dengelerin değişimine bağlı olarak besin kaynakları azaldığında protein değeri yüksek et tüketmeye başladılar. Henüz artı-ürün olmadığı için hepsi canla-başla ve dinlenmeden beslenmek, türün sürdürülmesi için didinmek zorundaydılar. Doğalarında tembellik yoktu. Analarımızın/atalarımızın davranış özelliklerine baktığımızda tembellik olmadığını görür ve şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, tembellik insanın doğasında yoktu/yoktur.
Gel zaman git zaman neolitik çağ denilen zaman diliminde bir yandan üretim aletlerinin kullanılmaya başlanması/keşfi, diğer yandan hayvanların evcilleştirilmesi ve ateşin egemenlik altına alınması ile insan türü tükettiğinden fazlasını üretmeye başlayacaktı. Kitle olgusu ile tanışıklığı daha öncelere dayansa da o kitlesel çoğalmayı/çoğaltmayı önemser duruma gelmiş bulunmaktaydı.
Günü-birlik yaşayan avcı topluluğun giderek kendisine zaman ayıracak artılarının olması egemenlik duygu ve düşüncelerinin ilk tohumlarını içerisinde taşımaktaydı. Egemenlik bir olguya sahiplenmek ve onun üzerinde her istediğini gerçekleştirmek yanında öteki sayılanı o olguya yakınlaştırmamayı birlikte barındırmaktadır. Tür üzerindeki egemenlik giderek cins üzerindeki egemenliğe doğru gelişme göstermiş ve kadın ilk zamanlar diğer türler gibi üretim kaynağı olarak değerlendirilmiştir. Soy zincirinin anaya bağlanması dışında sanırsam ana-erkil toplum gerçekte hiç yaşanmamıştır. Artı-ürünle birlikte tembellik insanın doğasını çürütmeye başlamıştır.
Erk bir çöküş, tembellik bir çürümedir.
Haziran/Eylül 2009, Batı