Savulun Aziz Nesin geliyor – Mert Ali Başarır

Çağdaş Türkiye mizahının babası Aziz Nesin’in aramızdan bedensel olarak ayrılışının üzerinden tam 15 yıl geçti. Türkiye geçen bu süre zarfında yüzlerce ‘Azizlik’lere tanıklık etti. Aziz ağabey yaşasaydı, tüm bunları keskin zekâsı, sivri dili ve toplumcu mizahıyla yorumlayacak, halkın, mazlumun, fukaranın, gerçeğin sesi olacaktı.
Bir bedenin birden fazla beyni bir arada taşımasının ağırlığına başka bedenler de katlanabilir mi?
Özetlenemeyen adam Aziz Nesin’i böyle tanımlayabiliyorum.
80 yıllık yaşam mücadelesine 180 yıl sığdırabilmiş, girmediği polemik, tartışmadığı adam kalmamış, davalardan imza günlerine, çıkardığı mizah dergilerinden mapushanelere, açlık grevlerinden ameliyathanelere, dilekçelerden üniversite kurmaya kadar hep koşturmuş.
Arkasından vatan hainliği(!), şeytanlığı(!), tahrikçiliği(!) de polis gibi adım adım takip etmişti. Nefretlerin yeniden depreştiği Sivas katliamında ateşe bile karşı koymuş, yanmaz-tutuşmaz olduğunu köktendinci takımına göstermişti. Artık Aziz Nesin’in gelişi itfaiye sireninden belli oluyordu!
Toplumun tüm siyasi, sosyal ve ekonomik yaralarını halk gülmecesi dediği işlevsel mizahla düzeyli, çarpıcı ve yıkıcı bir üslupla dile getiren Aziz Nesin, bunun bedelini yıllar yılı açılan davalar, hapisler ve sürgünlerle ödemişti. Çoğu 30 dile çevrilen, 130’u aşan kitabıyla uluslararası tüm gülmece ödüllerini de alan Nesin, Sivas’ta cehennem provaları yapan bağnazlara karşı açtığı mücadelede lokomotif görevi görüyor; ama kendisine takılan tek bir vagon dahi bulamıyordu.
Nesin ile küçük yaşta tanışmıştım. Eniştem Nef’i Demirlioğlu, İstanbul 2. Ağır Ceza Reisi’ydi ve ‘Azizname’ adlı taşlamaları için açılan davada beraat kararı vermişti. Daha sonra dost olmuşlardı. Küçükken, eniştem Aziz Nesin’in kendisine imzaladığı kitapları verirdi bana. Nesin’le ilk karşılaştığımda ödüm kopmuştu adeta. Bu kadar sert ifadeli bir adam görmemiştim o yaşta.
Sık sık Nişantaşı’ndaki evine ve Çatalca’daki vakfına yaptığım ziyaretlerden geriye hoş anekdotlar kaldı:
‘Netekim Kenan Paşalı’ yılların başıydı. Milli Güvenlik Konseyi şehir şehir dolaşıp halka vaaz veriyordu. Biz de ‘Mizah Konseyi Kurulmalı mı?’ başlıklı bir panel yapmaya karar verdik. Yönettiğim panele Aziz Nesin, Zeki Alasya, Müjdat Gezen, Yalçın Pekşen ve İsmail Gülgeç katılmıştı. Aziz Nesin’in bu soruma yanıtı salonu kahkahaya boğdu: “Ben böyle konseylerden falan hiç hazzetmem. Zaten Mert Ali, buraya tam beş kişi çağırmış. Bunda bir bit yeniği var. Mizah konseyi öbür konsey gibi kurulursa benim görevim belli oluyor. Allah beterinden saklasın. Zaten ibrik gibi dizilmekle konsey olmaz.”
Yine bir başka gece Aziz abi ile sahnedeyiz. Aydınlar Dilekçesi’nin ardından kendisini ‘vatan haini’ diye suçlayan Kenan Evren’e gelmişti sıra. Fıkrayı patlattı usta: “Büyüklerimizden biri amansız bir hastalığa yakalanmış, zakkumla iyileşen. Kendisine hastalığını söylemişler. ‘Aman’ demiş: ‘Öldüğüm zaman raporuma bunu yazmayın. Sirozdan öldü diye bilinsin.”
Yabancı sözcüklerden paçayı sıyırmış, yalın bir Türkçenin savunucu olan Nesin, yine katıldığımız bir gecede The Marmara Oteli’ne takmıştı: “The sayın the konuklar the Marmara the Oteli’ne the hoş the geldiniz. The milliyetçi the vatandaşlar the acaba the ne diyorlar bu the Marmara Oteli’ne?”
Aziz Nesin ile bir yerden dönüyorduk. Onu vakfa bırakacaktım. Köprüden geçerken konu TEM yolundan açıldı. O sıralarda Çatalca güzergâhındaki TEM yolu daha tamamlanmamıştı. “Aziz Ağabey” dedim, “Valla Karayolları tam koordinatlarını bilse TEM yolunu Çatalca’daki vakıftan geçirir.” Elini şöyle bir salladı: “Bilseler köprünün bacağını vakfın ortasına diker bu herifler!”
1972’den bu yana vakfın tüm gereksinimlerini gidermeye çalışan Nesin’e Çatalca’dan telefonla ulaşmak da büyük bir dertti. Santral hep meşguldü. Konuşurken kesiliyor ya da ses derinden geliyordu. Ülkemizin en önde gelen yasaklılarından olan Aziz abinin vakfa direkt telefon bağlatabilmek için başvurmadığı yer kalmamıştı. Yine bir gün ona “Bu iptidai koşullarda da telefonlarını dinliyorlardır ama, acaba ne duyuyorlar?” dedim. Hemen kalayı bastı: “Sersem herifler, doğru dürüst otomatik telefon hattı çekseler de ben rahat rahat konuşsam, onlar da rahat rahat dinleseler.”
Aziz Nesin’in yaşarken ölümsüzlüğe ulaşmış olması ölüm korkusunu anlamsızlaştırmıştı. Bir keresinde Çatalca’daki vakfa çok geç geldiği için her zamanki gibi (!) ölümden dönmüştü. Nesin, evinin kapısını açmaya çalışıyor, fakat bir türlü anahtar dönmüyordu. Vakıftan bir görevliyi çağırıp, içeri girdiğinde kırık camlar, masa üzerinde urganlar, yerde ağzını kapatmak için hazırlanmış bantlarla karşılaşmıştı. Ertesi sabah uyandığında da kapı eşiğine bırakılmış, kanları sızan iki koyun başı bulmuştu. Bu yaşadıkları karşısında artık tedbiri elden bırakmıyordu. Tehditlerin en yoğun olduğu günlerden birinde söylediği saatte Teşvikiye’deki evine gittim, kapıyı çaldım. Aziz abi kapının arkasından “Mert Ali” dedi. “Benim abi” dedim. Aziz abiden karşılık: “Biliyorum herhalde senin olduğunu.” Kapıyı açarken ben de ona sordum: “Aziz abi sen misin?” Gülmeye başladık.
Usta mizah yazarı, devletten tabanca bulundurma izni istemişti. Fakat bu isteği tüm yazışmalarına rağmen yerine getirilmedi. Bir gün ona “Peki Aziz abi, bu silahı kullanmayı düşünür müsün?” diye sorduğumda, “Ben gözlüğümü, anahtarımı bile nereye koyduğumu unutuyorum. Ben silahı bulana kadar onlar yapacaklarını yapar” diyordu.
Nesin’e soru sormaya doyamazdınız. Onu güldürebilmek benim için çok özel bir zevkti. Ankara’daki bir TÜYAP Fuarı’nda korumaları arasında yine sordum: “Yaşamında polissiz, karakolsuz, mahkemesiz bir gün yok gibi. Yıllarca polis tarafından takip edildin. Şimdi de ‘koruma’ diye polislerce kuşatılmışsın. Sence yüce adalet böyle yağlı bir müşteriyi kaybetmemek için mi bu tedbiri alıyor?” Aziz Nesin kahkaha atıp, cevabını yapıştırdı: “Eskiden de peşimde polis vardı. Devlet nereye gittim, ne yaptım, kiminle konuştum biliyordu. Ben bu polisleri de istemiş değilim ki. Devlet yine nereye gidiyorum, kime gidiyorum, ne konuşuyorum biliyor. Sence bunlar benim korumam mı yoksa devletin koruması mı?”
Nesin, dişi repliğe ya da açmaz soruya bayılırdı. Bir tersliği, bir çelişkiyi yakaladı mı lafı gediğine koymak şöyle dursun, yazdıkları ve söyledikleriyle karşısındakini balyoz gibi yere çakardı. Karikatürcüler Derneği’nin 1 Nisan mizah gecelerinden birinde onu sahneye davet edip somuştum: “12 Eylül’den sonra başlayan askerleşme her alanda kendini belli ediyor. Üç yıldızlı buzdolabından, beş yıldızlı fırına, altı yıldızlı motor yağından, yedi yıldızlı margarine kadar bir yıldızlaşma görülüyor. Sizce bu eşya ve diğer ürünlerde sivilleşme ne zaman olacak?”
Ustanın yanıtı: “Yıldızın biri de bir, beşi de.” Bir başka soruya geçtim: “Kürdili hicazkâr makamı da DGM’de dava konusu olabilir mi?” Nesin’in cevabı gecikmedi: “Olabilir, neden olmasın. Hatta kürt böreği, çerkes tavuğu, tatar böreği de bu memlekette dava konusu olabilir. Biz ne davalar gördük.”
Aziz Nesin’in sigara ve içkiyle başı hoş değildi. Uzun yıllar öncesinde sigarayı bırakmıştı. Fakat büyük ustanın herkesçe bilinen tiryakiliği bardak bardak çay içmesiydi. Vakıftaki odasındaydık. Çayları koyup masaya getirdi. Ama bardaklara su ilave etmeyi unutmuştu. “Yeni bir tasarruf politikası galiba Aziz abi” dedim. Önce güldü, sonra başını salladı: “Bugün yine dalgınlığım üzerimde. Sen dua et, boş bardakları masaya getirmedim.”
Üzülerek Aziz ağabeye sormuştum. “Aydınlara, demokrat, çağdaş, ilerici kitlelere vasiyetin ne olacak?” Nesin şöyle cevaplamıştı bu soruyu: “Korkmamayı öğrensinler. Aydının suçunun başında korkaklığı gelir. Hiçbir aydın kendine korkak demiyor. Korkaklığına bir takım bahaneler uyduruyor.”

Hoşça kalın

Gitme zamanım geldi anladım

Yolum uzun bana izin

O ağaçlar o havuz o çayır ve o sevda

Hepiniz hoşça kalın geçmişimdeki dostlarım

AZİZ NESİN – Akşehir 7.7.1989

‘Gülmecenin yetersiz kaldığı durumlar oluyor’
Aziz Nesin’e bir röportajda “mizahtaki politik anlatımın gücünü” sormuştum. Yaşamı boyunca politik mizahla mücadeleyi benimsemiş, aydın olmanın tüm gereklerini özümsemiş yazarın yanıtı şu olmuştu: “Bizim ülkemizdeki aydınlar politikayla ilgilenmiyorlar. Politikayla ilgilenseler, seçimlere katılsalar, partilere girseler, bu kadar geri, bu kadar düzeysiz Meclis olmaz. Yaşamımda hiçbir zaman memleket ve dünya politikasının dışında kalmadım. Şimdi gülmeceden çok güncel politikaya daha fazla ağırlık veriyorum. Çünkü gülmecenin de yetersiz kaldığı durumlar oluyor. Bunun en göze batan örneği ‘Türk halkının yüzde 60’ı aptal’ sözüdür. Bak bu söz birdenbire ilgi gördü ve gündeme geldi. Oysa ben bütün hikâyelerimde bu oranı yüzde 95 yazıyorum. Demek ki gülmece bir yere kadar etkili oluyor.”
Usta mizah yazarının, “Türk milletinin yüzde 60’ı aptaldır” şeklindeki yorumuna tepki gösteren gazeteci ve yazarlara ise şöyle olmuştu karşılığı: “İnsan neye inanıyorsa, onu yaparsa hem dost kazanır, hem düşman. Bazı yazarlar var. Bütün millet beni sevsin istiyor. İşte benim nefret ettiğim insan tipleridir bu. Herkesi memnun etmek isteyen kimseyi memnun edemez. Yaşamım boyunca neye inanıyorsam onu söyledim. Nasıl yaşıyorsam öyle yazdım.”
Ömrünün hatırı sayılır bir bölümünü hâkimler ve savcılar karşısında geçiren Aziz Nesin’e, “Hâkimlerin, savcıların mizaha bakış açısı nedir?” diye bir soru yöneltmiştim. Ünlü mahkeme müdavimi bu soruyu da şöyle yanıtlamıştı: “Savcı benim dönemlerimde hep devletin temsilcisi olarak ortaya çıkmıştı. Oysa savcının görevi gerektiği zaman sanığı savunmaktır. Sanki savcı iktidarın avukatıymış gibi davranır. Çoğu da MİT’in yazıları ile hareket eder. Yargıçlar ise vicdanımıza göre hareket ediyoruz derler, ama vicdanları nasıl vicdandır, önemli olan bu. Eğer çok dindar bir adamsa o açıdan yorumlayacaktır. Demokrat bir adamsa demokratça, ırkçı bir yargıçsa ırkçı açıdan görecektir. Çünkü vicdan herkese göre değişir.”
Hep merak ettiğim bir konu da polisin el koyup götürdüğü arşivinde neler olduğuydu: “Çuval çuval alıp gittiler, vermediler. Bunların çoğu mektup ve belge gibi önemli şeylerdi. Onların işine yaramaz ki, üstelik de saklamamışlardır. Bunların üzerine düşüncelerimi yazacaktım. Yani bütün yüzde 60 aptalsa, aynı oran Emniyet güçlerine de düşer. Çünkü bunlar aptal olmasalardı, belgelerimi almazlardı, alınca da korurlardı. Ya da günün birinde bunların gerekli olduğunu anlayabilirlerdi. Bu yağmalamalarda İsmet Paşa’nın, Muhsin Ertuğrul’un mektupları da gitti.”

Yazan: Mert Ali Başarır (Gazeteci)
07/07/2006 tarihli Radikal Gazetesi

1 YORUM

  1. :)) Yaşa bee, helal sana aslan kardeşim, kadim dostum Mert.. En çok sen güldürdün o minik fizyolojili dev adamı..

    Nur içinde yat Aziz babamız, iyi ki yaşadın sen, dimdik, hiç korkmadan kimseden, onurunla, tüm nüktedanlığınla, bize nice artı değerler kattığını iyi bilirdin de üstelik, öbür tarafta yani cennette de iyi ruhları güldürürken ince ince düşündürüyorsundur şimdi eminim, onların da idolüsün kesin.. Işıklar içinde olsun bilinmeyen o mekânın, başka ne diyem sana can ustam..

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here