SCHOPENHAUER Felsefesi

SCHOPENHAUER

I. Çağı

XIX. yüzyılın birinci yarısının, İngiltere’de Byron, Fransa’da De Musset, Almanya’da Heine, İtalya’da Leopardi, Rusya’da Puşkin ve Lermontov gibi kötümser şairler; Schubert, Schumann, Chopin ve hattâ son dönemdeki Beethoven (ki kendisini iyimser göstermek isteyen bir kötümserdi) gibi kötümser besteciler ve hele Schopenhauer gibi son derece karamsar bir filozof yaratması nedendi?

Schopenhauer’in “İstem ve Fikir Olarak Dünya” adlı büyük derlemesi 1818’de yayımlandı. Bu dönem “Kutsal Antlaşma” çağıydı. Waterloo Savaşı olmuş, Devrim ölmüş ve “Devrimin Oğlu” Napolyon, uzak denizde bir kaya üzerinde çürümekteydi. Schopenhauer’in, istemi tanrılaştırmasının bir nedeni, küçük Korsikalıda ete kemiğe bürünen istemin, o görkemli ve kanlı hayâliydi ve hayat karşısında umutsuzluğa düşmesinin bir nedeni de, Napolyon’un sürgün edildiği St. Hélène adasının çok uzakta oluşuydu. İstem sonunda yenilgiye uğramış ve bütün savaşları yenen ‘Kara Ölüm’ olmuştu. Fransa’da Bourbon’lar yeniden iktidara geçirilmişti; feodal baronlar, eski topraklarında hak iddia etmek için geri geliyordu. Büyük İskender’in barışçı idealizmi, kendi haberi olmadan, her yerde ilerlemeyi ortadan kaldırmak için bir birlik meydana getirmişti. Büyük Çağ sona ermişti.

Bütün Avrupa secdeye varmıştı. Milyonlarca insan yok olmuş, milyonlarca dönüm toprak ihmal edilmiş, ekilmeden bırakılmıştı; kıtanın her tarafında hayat yeniden başlangıcına dönmüştü. Savaşta yenip yutulmuş olan, uygarlaştırıcı iktisadî artığı, ağır ağır emekle yeniden elde etmek için çabalıyorlardı. 1804’de Fransa ile Avusturya’dan geçen Schopenhauer, köylerin karışıklığı ve pisliği, çiftçilerin zavallılığı ve yoksulluğu, kasabaların tedirginliği ve sefâleti karşısında allak bullak olmuştu. Napolyon’un ve düşman ordularının gelip geçişi, her ülkede yıkım izleri bırakmıştı. Moskova yanıp kül olmuştu. Savaştan muzaffer çıkan gururlu İngiltere’de, çiftçiler buğday fiyatının düşmesiyle yıkılmıştı; sanayi işçileri de, yeni doğmakta olan kontrolsuz fabrika sisteminin, bütün dehşetlerini tadıyorlardı. Askerin terhis olması, işsizliğe yol açtı. Hayat bu kadar anlamsız, bu kadar bayağı olmamıştı hiç.

Evet, Devrim ölmüştü, can da. Avrupa rûhunu bırakıp gitmiş gibiydi. Parlaklığı tanrıların tanını ağartan, utopia denen şu yeni ufuk, ancak gençlerin gözünün görebileceği uzak bir geleceğe doğru çekilmişti. Büyükler yeter derecede peşinden gitmişlerdi onun, ama şimdi, insanların umutlarıyle alay eder bir şey gibi görünüyordu. Ancak gençler, gelecekte yaşayabilir ve ancak yaşlılar, geçmişte yaşayabilir. İnsanların çoğu da şimdi yaşamak zorundaydı, şimdiyse yıkıntı hâlindeydi. Devrim için binlerce kahraman ve inanan savaşmıştı! Avrupa’nın her yerinde, gençliğin yüreği genç cumhuriyete yönelmiş, onun ışığı ve umuduyle yaşamıştı; tâ ki Beethoven, ‘Devrimin Çocuğu’ olmaktan çıkıp, gericiliğin damadı olan Napolyon’a ithaf ettiği Üçüncü Senfoni’sinin ithaf bölümünü parçalayıncaya kadar… Son gelmişti artık: Waterloo, St. Helen ve Viyana. Dize gelmiş Fransa’nın tahtında, hiçbir şey öğrenmemiş ve hiçbir şey unutmamış olan Bourbon sülâlesinden biri oturuyordu. İnsan tarihinin o âna kadar görmediği büyük umut ve çaba kuşağının sonuydu.

Yoksulların çoğu, o hayâl kırıklığı ve acı günlerinde, din umuduyle avunmuştu; ama yüksek sınıfların çoğu inançlarını yitirmiş, yıkık bir dünyaya bakıyordu; bu görüşü ılımlı kılacak son adâlet ile güzelliğin, bu çirkin dertleri yok edeceği umudu yoktu. 1818’de görülen acınacak durumdaki gezegenin, akıllı ve iyiliksever bir Tanrı tarafından tutulduğuna inanmak güçtü. Mefisto başarı kazanmıştı, bütün Faust’lar umutsuzluk içindeydi. Voltaire fırtınayı başlatmıştı, hasatı da Schopenhauer elde edecekti.

Kötülük sorunu, hiç bir zaman şimdiki kadar, canlı ve ısrarlı olarak felsefenin ve dînin karşısına dikilmemişti. Boulogne’den Moskova’ya kadar uzanan savaşçı mezarları ve piramitler, ilgisiz yıldızlara sessiz sorular soruyordu. Daha ne kadar sürecekti bu ya Rabbim, niçin böyleydi? Bu, doğru bir Tanrı’nın, Akıl ve İnançsızlık Çağı’nın aldığı bir öç, neredeyse evrensel denecek bir felâket miydi? Eski inanç, umut ve şefkât erdemleri önünde eğilmesi için, pişman akla yapılan bir çağrı mıydı? Schlegel, Novalis, Chateaubriand, De Musset, Southey, Wordsworth ve Gogol böyle düşünüyordu. Yeniden evlerine dönmekten memnun savurgan oğullar gibi, bunlar da eski inançlarına döndüler. Ama daha kesin cevap verenler de vardı: “Avrupa’nın kargaşası evrenin kargaşasını yansıtıyor, Tanrısal düzen yok, cennet umudu yok” diyorlardı. Tanrı da, o da varsa eğer, kördü. Kötülük de yeryüzünün üzerine çökmüş, kim bilir neler kuruyordu. Böyle söyleyenler içinde Byron, Heine, Lermontov, Leopardi ve Schopenhauer vardı.

II. Hayatı

Schopenhauer, 22 şubat 1788’de Dantzig’de doğdu. Babası, yetenekli, öfkeli, bağımsız huylu, özgürlük tutkunu bir tüccardı. Dantzig, 1753’de Polonya’ya katılarak bağımsızlığını yitirdiğinden, Arthur, beş yaşındayken Hamburg’a taşındı. Böylece Schopenhauer, küçüklüğünde, ticaret ve mâliye ile ilgili işler arasında büyüdü; babasının girmesini istediği ticaret hayatını çok geçmeden bıraktıysa da, bu onda bir çeşit duygusuzluk, gerçekçi bir zihniyet yarattı, dünya ve insanlar hakkında bilgi edinmesini sağladı. Nefret ettiği şu salon filozoflarının, ya da akademik tipteki filozofların tam tersini yaptı. Babası, söylendiğine göre intihar sonucu, 1805’te öldü. Babasının annesi de akıl hastası olarak ölmüştü.

“Huy ya da istem babadan, akılsa anadan gelir çocuğa,” diyordu Schopenhauer. Annesi akıllıydı; gününün en gözde romancılarından biri olmuştu. Gerektiği zaman alımlı, gerektiği zaman hışımlı oluyordu. Yavan kocası, onu mutlu edememişti; kocası öldüğünde, serbest aşk hayatı yaşamaya başladı ve bu çeşit hayat için en uygun ortam diye Weimar’a taşındı. Arthur Schopenhauer, Hamlet’in annesinin yeniden evlenmesine karşı geldiği gibi, tepki gösterdi; annesiyle olan kavgaları, kadın hakkındaki felsefesini meydana getirecek olan bazı yan gerçeklerin çoğunu ona öğretmişti. Anasının ona yazdığı mektuplardan biri, bu durumu açıkça anlatır: “Tahammül edilir şey değilsin, başına belâ oluyorsun insanın, seninle birlikte yaşamak güç; ukalâlığın bütün iyi taraflarını gölgede bırakıyor, başkalarında kusur bulmadan edemediğin için, o iyi yönlerinin dünyaya hiçbir faydası yok.” Ayrı yaşamaya karar vermişlerdi; annesini, ancak konuk ağırlama günlerinde ziyaret edecekti, o da konuklardan biri olacaktı; o zaman, akraba diye birbirlerinden nefret edeceklerine, yabancılar gibi nazik davranırlardı. Christiane’ı yanında getirmesine izin verdiği için, Mme Schopenhauer’i seven Goethe’nin, ona oğlunun pek ünlü biri olacağını söylemesi, durumu daha beter etti. Anne, bir ailede iki dâhi çıktığını hiç duymamıştı. Sonunda kızışan kavgaların birinde, anne oğlunu ve rakibini merdivenlerden aşağı itti. Bunun üzerine Schopenhauer ona, acı acı, geleceğin onu ancak kendi sâyesinde tanıyacağını söyledi. Schopenhauer, çok geçmeden Weimar’dan ayrıldı; annesi 24 yıl daha yaşadıysa da, yüzünü bir daha görmedi. Schopenhauer ile aynı tarihte doğan Byron’un da, annesiyle arasında aynı macera geçmiştir. Bu adamlar, hemen hemen sırf aynı nedenlerden ötürü, karamsarlığa mahkûm olmuşlardı. Ana sevgisi bilmeyen, üstelik nefretini gören bir adamın, dünyaya karşı sevgi duymaması kolay anlaşılabilir.

Bu arada Schopenhauer, liseyi ve üniversiteyi bitirmiş bulunuyordu; orada okunan derslerden çok daha fazla şeyler okumuştu. Huyunu ve felsefesini etkileyecek olan aşkı da, dünyayı da tanımıştı. Ters, huysuz, kuşkulu biriydi; korkular, kötü hayâller musallat olmuştu ona; pipolarını kilitli tutuyor, kellesini berbere emânet edemiyordu; başucunda içi mermi dolu tabancalarla yatıyordu (Bu tedbir her hâlde hırsızlara karşıydı.) Gürültüye dayanamıyordu. “Ne zamandır düşünüyorum da, öyle geliyor ki bana, tedirgin olmadan bir insanın dayanabileceği gürültü miktarı, zihin yeteneğiyle ters orantılıdır ve zihin yeteneğini ölçmek için güzel bir ölçü olabilir… Gürültü bütün okuyan aydın kişiler için bir işkencedir; elle, çekiçle vurmak, eşyayı öteberiye atmak gibi sık rastlanan şeyler, ömrüm boyunca her gün çektiğim bir işkence olmuştur.” Büyüklüğü tanınmamış kimselerin duyduğu paranoia’ya kaçan bir davranışı vardı; başarı ve ün kazanamadığından, kendi içine dönüp kendi rûhunu kemirmeye başlamıştı.

Anası, karısı, çoluğu, çocuğu, ailesi, vatanı yoktu. “Yapayalnızdı, bir tek dostu yoktu; bir ile hiç arasındaysa sonsuzluk vardır.” Goethe’den daha da çok, çağının milliyetçi ateşine karşı duygusuzdu. 1813’te Fichte’nin coşkusuna kapılıp Napolyon’a karşı bir istiklâl savaşına, gönüllü olarak katılmayı düşündü, hattâ silâh bile satın aldı. Ama tedbirlilik zamanında yetişti; savaşa gideceğine, yazlığa gidip felsefe dalında bir doktora tezi yazdı.

Bundan sonra bütün zamanını ve gücünü “İstem ve Fikir Olarak Dünya” adlı eserine harcadı. Ancak kitap yayımlandığında hemen hemen hiç ilgi çekmedi. Dünya; onun sözünü ettiği yoksulluğu ve yorgunluğu okuyamayacak derecede, yoksul ve yorgundu. Yayımından on altı yıl sonra, Schopenhauer, basılan kitaplarının çoğunun, kesekâğıdı yapılmak için satıldığını öğrendi. Bu kitapta Schopenhauer, öylesine kendini anlatmıştır ki, sonraki eserleri bunun yorumudur ancak, kitabının yorumcusu da, kendisi. Daha sonra 1844’te yeniden yayımlanacak “İstem Ve Fikir Olarak Dünya”nın genişletilmiş şekline kısmen eklenecek olan “Doğada İstem” adlı denemesini 1836’da yayımladı. 1841’de, “Ahlâkın İki Temel Sorunu,” 1851’de de İngilizceye “Denemeler” diye çevrilen “Küçük Notlar, Ekler,” anlamına gelen iki kalın ciltten oluşan Parerga et Parliapomena’yı yayımladı. Eserlerinin en kolay okunanı, bilgelik ve nükte dolu bu kitap için, Schopenhauer’in aldığı bütün mükâfat, 10 adet kitap oldu. Bu durumda iyimser olmak hiç de kolay değil

Üniversiteler Schopenhauer’in kitaplarını görmemezlikten geliyordu, Schopenhauer’in ‘felsefedeki bütün ilerlemelerin akademik duvarların dışında olduğu’ düşüncesini doğrulamak istermişcesine. Nietzsche, “Schopenhauer’in kendilerine benzememesi kadar, Alman bilginlerini inciten şey olmamıştır,” der. Ama biraz sabretmeyi öğrenmişti; geç de olsa, adının duyulacağına güveniyordu. Nitekim yavaş yavaş tanınmaya başladı. Orta sınıf halk –hukukçular, hekimler, tüccarlar- onu, sırf metafizik saçmalıkların iddialı birtakım kelimelerini ortaya atan bir filozof gibi görmemeye başladılar. Gerçek hayatın olgularını akıllıca inceliyordu. 1848 ideallerinin ve çabalarının hayâl kırıklığına uğrattığı Avrupa, 1815 yılının ümitsizliğini dile getiren bu felsefeye dönerek alkışlamaya başladı. Bilimin dinbilime saldırısı; sosyalistlerin, yoksulluğu ve savaşı suçlamaları; var oluş mücadelesi üstündeki biyolojik baskı, bütün bu unsurlar, sonunda Schopenhauer’in ün kazanmasına yol açtı.

Ünden zevk almayacak kadar yaşlı değildi. Hakkında çıkan bütün makâleleri hevesle okuyordu; dostlarından, kendisi hakkında yazılan en ufak bir yorumu bile göndermelerini ricâ etmiş, posta parasını kendi ödeyeceğini bildirmişti. 1854’te Wagner, “Nibelugen Halkası” adlı eserini ona gönderdiğinde, Schopenhauer’in müzik felsefesini beğendiğine ilişkin bir not da eklemişti. Böylece büyük karamsar, ihtiyarlığında neredeyse iyimser olmuştu; akşam yemeğinden sonra flüt çalıyor, onu gençliğin ateşlerinden kurtarmış olduğu için, Zaman’a teşekkür ediyordu. Dünyanın dört bir tarafından onu görmeye geliyorlardı.

İki yıllık ömrü kalmıştı. 21 Eylül 1860’ta yalnız başına kahvaltı etmeye oturduğunda bir şeyi yok gibiydi. Bir saat sonra ev sahibesi onu masada ölmüş buldu.

III. Fikir Olarak Dünya

“İstem ve Fikir Olarak Dünya” adlı eserin ilk göze çarpan yanı üslûbudur. Kant deyimlerinin meydana getirdiği Çin bulmacasından, Hegel’in şaşırtmacalı üslûbundan, Spinoza’nın geometrisinden uzaktır. Her şey açık ve düzenlidir; ve her şey, dünyanın istem, dolayısıyle mücadele, dolayısıyle de sefâlet kavramı çevresinde toplanmıştır. Açık sözlülük, canlandırıcı güç, dolaysızlık ilk göze çarpan şeylerdir. Kendinden öncekiler, gerçek dünyaya açılmış pek az pencere bırakan kuramlarıyle son derece soyutken, Schopenhauer bir işadamının oğlu gibi, somutluluğuyle, örnekleriyle, uygulamalarıyle, hattâ mizahıyla üslûbunu zenginleştirmiştir. Kant’dan sonra, felsefede mizah yepyeni bir şeydi.

Peki kitap niye tutulmamıştı? Nedenlerinden biri, onun propagandasını yapacak olanlara, yeni üniversite öğretmenlerine saldırmasıydı. Hegel 1818’de Almanya’nın felsefe diktatörüydü, ama Schopenhauer ona saldırmakta gecikmedi. İkinci baskısının önsözünde şöyle yazıyordu:

“Felsefenin bir yanda siyâsal amaçlar, öte yanda geçim aracı olarak utanç verici bir şekilde kullanıldığı zaman kadar, felsefe için uygunsuz zaman olamaz… Primum vivere, deinde pholosophari (İlkin yaşamak gerek, felsefe sonraki iş) deyimine karşı gelecek şey yok mudur? Bu beyler, geçinmek istiyorlar, üstelik felsefe ile. Karılarıyla, çocuklarıyla kendilerini felsefeye adamışlar… “Kimin arabasına binersem, onun türküsünü çağırırım,” kuralı hep geçerli olmuştur; felsefeyle geçimini sağlamak, eski adamlarca sofistlerin özelliği olarak görülürdü… Altın karşılığı ancak bayağılık satın alınır… Hegel gibi birini –şu aydın Caliban’ı- filozofların en büyüğü olarak, yirmi yıl süreyle alkışlayan bir çağın, onu çağ tarafından onaylanması için can atan bir adam durumuna getirmesi, olacak iş değil. Hakikat, gerçekte Paucorum hominum (azınlık içindir); bu yüzden, sıradan olmayan düşüncesini anlayabilecek o azınlığı sessizce, alçak gönüllülükle beklemesi gerekir… Hayat kısadır, ama hakikat uzağa erişir, ömrü uzundur; açık konuşalım.

Bu son sözler soylu sözlerdir, ama işin içinde bir bit yeniği var: Schopenhauer kadar onaylanmak isteyen kişi az bulunur doğrusu. Alçak gönüllülüğe gelince; Kant’dan bana kadar, felsefede hiçbir şey yapılmamış olduğunu görüyorum,” diyordu Schopenhauer. Kitabın ilk cümlesininse alçak gönüllülükle hiçbir ilgisi yok: “Dünya benim fikrimdir” diye başlıyor. Birinci bölümün en önemli kısmı, maddeciliğe saldırıdır. Maddeyi yalnızca zihin yoluyle bildiğimize göre, zihne nasıl madde deriz?

“Maddeciliği açık fikirlerle buraya kadar izleseydik, en yüksek noktasına eriştiğimizde, Olimposluların bitmez tükenmez kahkahalarıyle gülmeye başlardık. Bir düşten uyanır gibi, büyük emek harcayarak varmış olduğu kaçınılmaz sonucun, -bilginin- onun başlangıç noktasındaki zorunlu şartı olduğunun farkına varırdık. Yalnızca maddeydi bu; maddeyi düşündüğümüzü sandığımızda, aslında maddeyi algılayan, onu duyan eli, onu bilen anlayışı düşünmüştük. Böylece, o müthiş petitio principii, beklenmedik bir anda karşımıza çıkıyor; çünkü son zincir halkası, birdenbire başlangıç noktası, bir çemberin zinciri olarak görülüyor. XIX. Yüzyılın ortasında, şimdi bile, bilgisizliğin aldanması sonucu, çiğ maddecilik orijinal diye tutulmuştur… Budalalık, hayatî gücü inkâr eder, her şeyden önce de hayat olgularını (fenomenlerini) fiziksel ve kimyasal kuvvetlerle, bunları da, maddenin mekanik sonuçlarıyla açıklamaya çalışır… En basit kimyasal bileşmenin, hele ışık, ısı ve elektrik’in niteliklerinin, mekanik bir açıklaması olabileceğine hiçbir zaman inanamam; bunlar daima dinamik bir açıklamaya ihtiyaç gösterecektir.

Hayır, ilkin maddeyi, sonra düşünceyi inceleyerek metafiziksel bulmacayı çözmek, gerçeğin gizli özünü bulmak imkânsızdır. “Doğrudan doğruya, içten bildiğimiz bir şey olan kendimizle başlayalım işe. Nesnelerin gerçek yaratılışına dıştan giremeyiz. Ne kadar araştırırsak araştıralım, ancak birtakım görüntülere ve adlara varabiliriz. Girecek bir kapı bulmak için, bir kale çevresinde dönüp duran, ara sıra da cephelerin taslağını çizen kişi gibiyiz . Girelim hele içeri. Zihinlerimizin en son niteliğini bulabilirsek, dış dünyanın anahtarını da bulmuş oluruz belki.”

IV. İstem Olarak Dünya

1. Yaşama İstemi

Filozofların hemen hemen hepsi de, zihnin özünün, düşünce ve bilinçte olduğunu düşünmüşlerdir; insan, bilen, akıllı hayvandı. “Bu eski ve evrensel temel yanlış, bu büyük ilk yalan, ilk yanlış her şeyden önce bir yana bırakılmalıdır.” “Bilinç zihinlerimizin yüzeyidir yalnızca, nasıl toprağın içini bilmiyor, yalnızca kabuğunu tanıyorsak, bilincin de sadece yüzeyini bilmekteyiz.” Bilinçli aklın altında, bilinçli ya da bilinçdışı istem vardır; bu, çaba gösteren, ayak direyen bir hayatî güç, kendiliğinden olan, dileğini zorla kabul ettirmek isteyen bir faâliyettir. Akıl, zaman zaman isteme yol göstermek ister, ama yalnızca, efendisine yol gösteren bir kılavuz gibi. İstem, “gözleri gören topal adamı, sırtında taşıyan güçlü kör adama” benzer. Bir şeyi, sebep bulduğumuzdan istemeyiz, onu istediğimiz için sebebini buluruz; isteklerimizi gizlemek için felsefeler kurar, dinbilimleri düzenleriz. Bu yüzden Schopenhauer insana “metafiziksel hayvan” demektedir. Öteki hayvanlar, metafizikleri olmadan isterler. “Birisiyle tartışırken, karşıdakine nedenini anlatarak, açıklayarak onu inandırmak için elden geleni yaptıktan sonra, anlamak istemediğini ve bütün işin onunla değil de, istemi’yle olduğunu fark ettiği zamanki kadar, insanı çileden çıkaran şey yoktur.” Bu bakımdan, mantık boşunadır; zaten kimse kimseyi mantık yoluyle inandıramamıştır. Mantıkçılar bile mantığı, bir geçim kaynağı olarak kullanmaktadırlar. İnsanı bir şeye inandırmak için, onun kişisel çıkarına, isteklerine, istemine baş vurmalıyız. Düşünün bir, zaferimizi nasıl unutamadığımızı, yenilgelerimiziyse ne kadar çabuk unuttuğumuzu. Hâfıza, istem’in uşağıdır. “Hesap yaparken yaptığımız yanlışlar, kendimizden çok, başkasının aleyhinedir; üstelik bunda hiçbir kötü niyetimiz de yoktur.” Öte yandan, sözkonusu şey kendisini ilgilendiriyorsa, en ahmak adamın bile anlayışı keskinleşiverir. Genellikle, akıl, tilkideki gibi, ya tehlike karşısında ya da suçludaki gibi, çaresizlik karşısında gelişir. Ama daima isteğe boyun eğer ve onun âleti olur; istemi ortadan kaldırmak istediği zaman karışıklık doğar. Sırf düşünceye dayanarak hareket eden kişi kadar, yanlış yapmaya eğilimli kimse yoktur.

İnsanın yiyecek, eş, çoluk çocuk için kaygılı mücadelesini gözönüne getirin hele; bu, düşüncenin eseri olabilir mi hiç? Olamaz elbette; nedeni, yarı bilinçli olarak yaşamak, doyasıya yaşamak istemidir. “İnsanlar ön taraftan çekilir gibi görünürse de, gerçekte arkadan itilmektedirler.” Gördüklerinin ardından gittiklerini sanarlar, oysa gerçekte, duyuları, bilinçdışında çalışan içgüdüleri tarafından sürüklenirler. Akıl, dış işleri bakanıdır yalnızca; “doğa onu, bireysel isteme hizmet etsin diye yaratmıştır. Bu yüzden akıl, nesneleri, istemin güdüsü olduğu çapta bilmek için yaratılmıştır; onların derinine inmek, hakikî varlıklarını anlamak için değil.” “İstem, zihindeki sürekli ve değişmeyen tek unsurdur. Bilince birlik sağlayan, bütün fikir ve düşüncelerini birarada tutan, sürekli bir ezgi gibi onlara eşlik eden, istem’dir.” Bunu amaç sürekliliğiyle gerçekleştirir. Düşüncenin, üzerinde uzun uzun durduğu en son noktadır bu.

Huy, akılda değil, istemdedir. Huy da, amaç ve davranış sürekliliğidir; bunlar istemdir. Halk dilinde “yüreğin” “kafaya” tercih edilmesi doğrudur. “İyi istem”in, “iyi niyet”in duru bir zihinden daha derin ve güvenilir olduğu bilinmektedir. “Kurnaz,” “bilgiç”, “açıkgöz” sözleri, kuşku ve hor görü ifâde eder. “Zihnin parlak nitelikleri hayranlık uyandırır; hiçbir zaman sevgi uyandırmaz” ve “bütün dinler, istem ya da yüreğin üstünlükleri için mükâfat vaat etmektedir, kafa ya da anlayışın üstünlükleri içinse hiçbir şey.”

Beden bile, istemin eseridir. Belli belirsiz hayat dediğimiz istemle itilen kan, ceninin bedeninde oluklar açarak kendi damarlarını meydana getirir. Oluklar derinleşip kapanarak arterleri, kan damarlarını geliştirirler. Tutmak istemi eli, yemek istemi sindirim yolunu geliştirdiği gibi, bilmek istemi de beyni oluşturur. Doğrusu, bu çifte istem biçimleriyle beden biçimleri, bir tek süreç ve gerçeğin iki yanıdır yalnızca. Bu ilişki, duyguyla bedenin değişikliklerinin tek bir karmaşık bütün meydana getirdiği heyecanda iyi görülür.

“İstemin eylemi ile bedenin hareketi, nedensellik bağının birleştirdiği, nesnel olarak bilinen iki ayrı şey değildir; birbirleriyle olan ilişkisi, neden ile sonuç arasındaki ilişki değildir; tek ve aynı şeydirler, ancak, başka başka yollarla aynı anda ve yine algılamayla verilmişlerdir. Bedenin hareketi, nesnelleştirilmiş istem eyleminden başka şey değildir. Bu, bedenin bütün hareketleri için geçerlidir; bütün beden nesnelleştirilmiş istemdir… Bu bakımdan, bedenin kısımlarının, başlıca isteklere uyması gerekir, istem onlar aracılığıyla kendini belli eder; sözkonusu kısımlar, bu isteklerin görünürdeki ifâdesidir. Dişler, boğaz, bağırsaklar nesnelleştirilmiş açlıktır; üretim organları, nesnelleştirilmiş cinsel istektir… Bütün sinir sistemi, istemin antenleridir; istem bu antenleri içe ve dışarı doğru uzatır… İnsan bedeni genellikle, insan istemine uyduğundan, bireysel beden yapısı da, bireyin huyu olan bireysel olarak değiştirilmiş isteme uyar.”

Akıl yorulur, istem hiçbir zaman yorulmaz; akıl uyku ister, oysa istem, uykuda da çalışır. Acınınki gibi, yorgunluğun da merkezi beyindedir; asıl beyinle bağlantısı olmayan, yüreğinkine benzeyen kaslar, hiçbir zaman yorulmaz. Uykuda beyin beslenir; isteme besi gerekmez. Beyinle çalışanların büyük uyku ihtiyacı duyması bundandır. Uykuda insanın hayatı bitkisel düzeye iner. Bu durumda, “dıştan tedirgin edilmeyen, beyin faâliyeti ve uzvî görevlerin en ağırı olan bilmeye zorlanma yoluyla gücünü kaybetmeyen istem, asıl ve öz niteliğine uygun olarak iş görür. Bu yüzden uykuda, istemin bütün gücü, bedenin bakımına ve iyiye gitmesine yönelmiştir. Bu bakımdan, hastalığın iyileşmesi ve bütün yararlı buhranlar, uykuda yer alır.” Burdach, uykunun başlangıç durumu olduğunu söylediğinde haklıydı. Cenin, hemen hemen sürekli, bebekse çoğu zaman uykudadır. Hayat “uykuya karşı bir mücadeledir: İlkin ondan yer kazanırsa da, sonunda uyku kazandığımızı geri alır. Uyku, günün yormuş olduğu hayatı sürdürmek ve yenilemek için ödünç alınan kısa bir ölümdür.”

Demek ki istem, insanın özüdür. Ya, aynı zamanda, hayatın, bütün biçimlerinin, hattâ “cansız” madde’nin de özüyse? Ya, istem, ne zamandır aranan, umutlarımızı kıran o “kendiliğinden var olan”sa, en son iç gerçek ve her şeyin gizli özüyse?

Bu bakımdan, dış dünyayı istem ifâdesiyle yorumlamaya çalışalım. Hemen temele inelim ve başkalarının, “istem bir çeşit kuvvet biçimidir” dediği yerde, biz, “kuvvet bir çeşit istem biçimidir” diyelim. Hume’un, “Nedensellik Nedir?” sorusuna, “istemdir” diye cevap vereceğiz. İstem bizlerde olduğu gibi, nesnelerde de evrensel nedendir; nedeni istem olarak anlamazsak, nedensellik, gerçekten anlamsız olan büyüsel ve tasavvufî bir formül olarak kalır. Bu sır elimizde olmadan, “kuvvet,” “yerçekimi,” “çekicilik” gibi, birtakım gizli bilgi niteliklerine doğru sürükleniriz; bu kuvvetlerin ne olduğunu bilmiyoruz, ama hiç olmazsa biraz daha açık olarak istem’in ne olduğunu biliyoruz. Böylece, itme ve çekme, bileşme ve çözülme, mıknatıs ve elektrik, yerçekimi ve billûrlaşma “İstem”dir diyelim. Sevgiliyi çeken kuvvetle, gezegeni çeken kuvvet birdir.

Bitki hayatında da bu böyledir. Hayat biçimlerinde ne kadar aşağı düzeylere inersek, aklın rolü o kadar azalmaktadır; ama istem’de öyle olmuyor:

“Bilinçdışılık, her şeyin başlangıçtaki ve doğal durumudur, dolayısıyla, aynı zamanda bir temeldir, ki ondan belli varlık türlerinde, en yüksek olgunlaşma olarak bilinç doğar. Bu yüzden bilinçdışılık daima baskın olmakta devam eder. Dolayısıyla, çoğu var oluşlar bilinçsizdirler; ama yine de yaratılışlarının –yani istemlerinin- yasalarına göre davranırlar. Bitkiler olsa olsa pek zayıf, bilincimsi bir şeye sahiptir; en aşağı “hayvan türlerinde” bilincin gündoğuşu vardır sadece. Ama bütün hayvan dizilerinden geçip insanla aklına geldikten sonra bile, bitkilerin bilinçdışılığı, yine de temel olarak kalmakta ve uyku gerekliliğinde görülmektedir.”

Aristo haklıydı: Bitkilerde, gezegenlerde, hayvanlarda, insanlarda, her biçimi kaplayan bir iç güç vardır. “İçgüdü, bir amacın kavramıyla güdülen, ama bütünüyle ondan yoksun şeye benzeyen bir eylem olduğu gibi, doğadaki her yapı da, bir amacın kavramıyla güdülen, ama bütünüyle ondan yoksun şeye benzer.”

Hayvanlardaki hârika mekanik ustalık, istemin, akıldan ne kadar önce olduğunu gösterir. Avrupa’da dolaştırılan bir fil, yüzlerce köprüden geçmişti de, üzerinden sayısız at ve insan geçmekte olduğunu görmesine rağmen, kendisini çekmeyeceğini sezdiği bir köprüden geçmek istememişti. Köpek yavrusu masadan yere atlamaya korkar; düşmenin sonucunu düşündüğünden değil (çünkü önceden düşmüşlüğü yoktur), içgüdüyle önceden gördüğündendir. Orangutanlar buldukları zaman ateş başında ısınırlar, ama ateşe odun atmayı akıllarına getirmezler; kuşku yok ki, bu eylemler düşünme sonucu değil, içgüdüseldirler; aklın değil, istemin ifâdeleridir.

İstem, yaşama istemidir elbette, uzun yaşama istemi. Yaşamak ne tatlı şeydir bütün canlı varlıklar için! Sessiz bir sabırla fırsat kollarlar! “Binlerce yıl galvanizm, bakır ve çinko hâlinde uyukladı, yanıbaşlarında da gümüş duruyordu; gereken koşullar içinde üçü biraraya geldi mi, parlayacaktı! Organizmalarda da, içinde hayatın uyuyan gücünü üç bin yıl saklayan ve sonunda uygun ortam bulduğunda bir bitki olarak büyüyecek olan kuru bir tohum görmekteyiz.” İstem, yaşama istemidir; sonrasız düşmanı da ölümdür.

Günün birinde bir de bakarsınız ölümü de yenmiş olur.

2. Çoğalma İstemi

Bütün normal organizmalar olgunluğa eriştikleri zaman, çoğalma görevine girişirler. Döllediği dişi tarafından yenen örümcekten, ya da kendini hiçbir zaman görmeyeceği yavrularına yiyecek toplamaya adayan eşek arısından tutun da, çocuklarını beslemek, giydirmek, eğitmek çabası içinde kendini yıpratan insana kadar, bu böyledir. Çoğalma, bütün organizmaların en son amacı, en güçlü içgüdüsüdür; çünkü istem, ölümü ancak böyle yenebilir. Çoğalma istemi, ölümü yenmesi için, hemen hemen bütünüyle bilgi ve düşüncenin kontrolu dışında tutulmuştur. Filozofun bile, zaman zaman çocukları olmaktadır.

“İstem burada, bilgiyle bağlı olmadığını gösteriyor, bilinçdışı doğada olduğu gibi, gözleri bağlı iş görüyor… Dolayısıyla, üretim organları istemin tam odak noktasıdır ve bilginin temsilcisi olan beynin, karşı kutbunu meydana getirir… Üretim organları hayatı sürdüren ilkedir, sonsuz hayat sağlarlar, Yunanlıların phallus’a, Hinduların da ligam’a tapmış olmaları bundandır… Hesiod ve Parmenides’in, Eros’un ilk, yaratıcı ve her şeyi türeten ilke olduğunu söylemeleri pek yerindeydi… Cinsiyetlerin ilişkisi, bütün eylem ve davranışların, gerçekten görünmeyen merkez noktasıdır ve üstüne atılan bütün örtülere rağmen, her yerden fırlayıp çıkmaktadır. Savaşın nedenidir, barışın sonudur; ciddî olanın temelidir; alayın amacıdır; bitmek tükenmek bilmeyen nükte kaynağıdır, bütün göz aldanmaların anahtarıdır, bütün esrarlı îmâların anlamıdır… Onun, dünyanın gerçek ve soylu efendisi olarak, kendi gücünün tamlığı sâyesinde, atasal tahta çıkıp oturduğunu her an görüyoruz; tahtından alaylı bakışlarla bakıp, onu bağlamak ya da hapsetmek ya da hiç olmazsa imkân olduğu yerde sınırlamak, gizli tutmak, hattâ onu hayatta ikinci derecede, aşağı bir uğraş gibi görüp, ona hâkim olmak için yapılan hazırlıklara gülmektedir.”

“Aşkın Metafiziği,” babanın anaya, ana babanın çocuğa, bireyin cinslere olan bağlılığı çevresinde dönmektedir. Her şeyden önce cinsel çekicilik yasası, her ne kadar bilinçdışı da olsa, eş seçiminin, geniş çapta üretim için karşılıklı uygunluk tarafından belirlenmesidir.

“Her eş kendindeki kusurları giderip, onları nötr bir duruma getirecek eş arar, onları kalıtımla aktarmaktan korkar… bedeni zayıf adam, güçlü kuvvetli kadın arar, her insanın karşısındakinde güzel gördüğü şeyler, kendinde olmayan şeylerdir, hattâ kendisininkine karşıt olan eksiklikleri bile güzel bulabilir… İki kişinin bedensel nitelikleri, cinsin tipini elden geldiği kadar düzeltmek amacıyla, birinin özel ve mükemmel olarak ötekinin tamamlanması ve eki biçiminde olabilir. Bu yüzdendir ille de onu istemesi… Bedenimizin her kısmını dikkate alıp gözden geçirirkenki derin bilinçli durumumuz… hoşumuza gitmeye başlayan bir kadına bakarkenki ince eleyip sık dokumamız… birey bu durumda, kendi farkında olmadan, kendinden daha yüksek bir şeyin buyruğu altında hareket ediyor… her birey doğurma ve doğurtma yaşından uzaklaştığı çapta, karşı cinse olan çekiciliğini kaybeder. Güzel olmayan gencin, yine de çekiciliği vardır; genç olmayan güzelin hiçbir çekici yanı yoktur. Her âşık olmada… aranan şeyin belli nitelikte bir bireyin üretimi olduğunu, esas meselenin, her şeyden önce insanın karşısındakinin, aşkına aşkla karşılık vermesi olmayıp onu ele geçirmek olduğu gerçeği doğrulamaktadır.”

Bununla birlikte, bu aşk evlilikleri kadar mutsuz birleşmeler yoktur. Nedeni de amaçlarının, zevk olmayıp cinslerinin sürdürülmesi oluşundandır. “Âşık olup evlenen üzüntü içinde yaşar,” der bir İspanyol atasözü. Evliliği, soyun sürdürülmesi için bir düzen olarak değil de, sadece bir çiftleşme işi gibi düşündüğünden, evlilik sorunu edebiyatı, büyük çapta budalaca bulunmuştur. Ana baba “sonsuzca mutlu” mu olacak, yoksa mutlulukları bir gün mü sürecek, üretim gerçekleştiği süre, doğa buna aldırmamaktadır. Ailelerin bulduğu kimseler arasındaki evlilik, çoğu zaman aşk evliliklerinden daha mutludur. Yine de ana babasının öğütüne rağmen, aşk için evlenen kadına bir bakıma hayran kalınabilir; çünkü “en önemli olanı tercih etmiş ve ana baba, bireysel bencillik rûhu içinde öğüt verirken, o doğanın (daha doğrusu cinslerin) rûhu içinde hareket etmiştir.” Aşk, sağlam kuşak yetiştirmenin en iyi yoludur.

Aşk doğanın bir aldatmacası olduğundan, evlilik, aşkın cezâ korkusundan gelen pişmanlığıdır ve hayâl kırıklığına uğratması gerekir. Ancak filozoflar evlilikte mutlu olabilir, ne var ki, filozoflar da evlenmemektedir.

“Tutku, ancak birey için değerli olanın, cins için değeri vardır diyen boş bir hayâl üzerine dayandığı için, cinsin amacına ulaşıldı mı, aldanmanın son bulması gerekir. Birey, cinsi tarafından aldatılmış olduğunu görür. Petrark’ın tutkusu yatıştırılmış olsaydı, türküsü de susturulmuş olurdu.”

Bireyin kendini sürdürmek için cinslere bağlanması, bireysel hayatiyetin, üretici hücrelerin durumuna açık bir biçimde bağlılığında da belirir.

“Cinsel dürtü, üzerinde bireyin hayatının, ağaç tarafından beslenen ve ağacın beslenmesine yardım eden bir yaprak gibi geliştiği, ağacın (cinsin) iç hayatı gibi görülmektedir. Bireyi hadım etmek demek, üzerinde büyüdüğü ağaçtan onu kesip atmak demektir; kesilip atılınca da, solup gider; zihinsel ve bedensel güçlerinin zayıflaması bundandır. Her cinsin faâliyeti, yani döllenme işi sonunda, hayvansal bireylerin hepsinde ânî bir bitkinlik, güçten kuvvetten kesilme baş gösterir, çoğu böceklerdeyse ölüm gecikmez. Celsus bu yüzden, Seminus emissio est partis animae jactura yani; insanda üretici gücün sönmesi, kişinin ölüme yaklaştığını gösterir, demiştir. Bu gücün her yaşta aşırı derecede kullanılması hayatı kısaltırken, bu konudaki ılımlılık, bütün güçleri özellikle de kas güçlerini arttırır; Yunan atletleri bu ilkelere göre yetiştirilirdi; kendini tutması hâlinde böcekler, ertesi ilkbahara kadar yaşayabilir. Bütün bunlar, bireyin hayatının aslında cinslerden ödünç alındığını gösteriyor… Üretim en yüksek noktadır; ona ulaştıktan sonra, ilk bireyin hayatı çabuk ya da ağır ağır batmaktayken, yeni bir hayat doğaya cinsin dayanıklılığını vermekte ve aynı olguyu (fenomeni) tekrarlamaktadır. Böylece ölümle üretimin birbirini izlemeleri, cinsin nabzıdır… Ölüm cins için neyse, uyku da birey için odur;…… ölüm doğanın büyük ölümsüzlük öğretisidir… çünkü bütün dünya olgularıyle (fenomenleriyle) birlikte, bir tek bölünmez istemin nesnelleştirilmiş hâli olan Fikir (idea) olup, armoninin melodiyle olan ilişkisi gibi, bütün öteki Fikirlerle (idealarla) ilişkilidir… Eckermann’ın “Goethe ile Konuşmalar” adlı kitabında Goethe şöyle der: “Canımız, hemen hemen hiç yok edilemez nitelikteki bir varlık olup, faâliyeti sonrasızlıktan sonrasızlığa sürüp gider. Yeryüzünden izleyen gözlerimiz batar gibi görünen, ama gerçekte hiç batmadan parlayıp duran güneş gibidir.” Goethe bu benzetmeyi benden almıştır, ben ondan almadım.”

Sadece zaman ve mekânda ayrı varlıklar gibi görünüyoruz. Bu varlıklar, hayatı başka başka yerlerde ve dönemlerde beliren, birbirinden ayrı organizmalara bölen “bireyselleştirme ilkesini” meydana getirmektedir. Zaman ve mekân Maya’nın Örtüsü’dür; nesnelerin birliğini gizleyen göz aldatmasıdır. Gerçekte yalnızca cins, yalnızca hayat, yalnızca istem vardır. Bireyin, kendiliğinden var olan değil, yalnızca olgu (fenomen) olduğunu açıkça anlamak, “maddenin durmadan değişmesinde biçimin sabit sürekliliğini görmek,” felsefenin özüdür. Tarihin sloganının ‘Eadem, sed alita = Aynı şeyler, ama başka başka şekilde’ olması gerekir. Şeyler ne kadar değişirlerse, o kadar aynı kalırlar.

“İnsanları ve bütün nesneleri her zaman hayâl ya da aldanma gibi görmeyen kimselerin felsefeye yeteneği yoktur… Gerçek tarih felsefesi, bütün sonsuz değişimlerde ve olayların alacalı karmaşıklığında, karşımızdakinin dünkü gibi, bugün de aynı amaçlar ardından giden ve yarın da gidecek olan, o aynı değişmez varlık olduğunu algılamaktır. Tarih filozofu, bütün olaylardaki özdeş niteliği tanır… bütün özel durumlar, giyim kuşam davranışlar ve törelerin çeşitliliğine rağmen, her yerde aynı insanlığı görmelidir… Herodot’u okumuş olmak, felsefî görüş açısından, yeter derecede tarih okumuş olmak demektir… Baştan başa, her yerde doğanın, gerçek sembolü dairedir, çünkü ‘tekerrür’ün şeması ya da örneğidir.”

Bütün tarihin, bir durup dinlenme, tadı ve doruğu olacağımız o görkemli çağ için, eksik bir hazırlık olduğuna inanmak istiyoruz; ama bu ilerleme kavramı kendimizi beğenmişlik ve budalalıktan başka bir şey değildir. Genellikle her çağdaki bilge kişiler, hep aynı şeyi söylemişlerdir ve daima büyük çoğunluğu meydana getiren budalalar da karşıtını söylemişlerdir; bu böyle sürüp gidecektir. Çünkü, Voltaire’in dediği gibi, dünyayı ne kadar budalaca ve kötü olarak bulduysak, yine öyle bırakıp gideceğiz.

Bütün bunların ışığı altında, gerekirciliğin kaçınılmaz gerçeğini, yeni ve daha iç karartan bir biçimde duyuyoruz. “Spinoza, havaya atılan bir taşın bilinci olaydı, kendi özgür istemiyle hareket ettiğini sanırdı, diyor. Buna, taşın haklı olacağını ekleyeceğim yalnızca. Benim için güdü neyse, taş için de dürtü odur. Taşın iç yapısındaki birleşim, yerçekimi, katılık gibi görünen şey, kendimde tanıdığım, taşın da bilgisi olaydı ‘istem’ diye tanıyacağı şeyin aynıdır.” Ama istem ne taşta, ne de filozofta özgürdür! İstem, bütün olarak, özgürdür, çünkü onu sınırlayabilecek başka istem yoktur; ama evrensel istemin her bir bölümü –her cins, her organizma, her organ- değişmez bir şekilde bütün tarafından belirlenir.

“Bireysel eylemlerinde bile, herkes denemeden önce kendini bütünüyle özgür duyar ve her an bambaşka bir hayat biçimine başlayabileceğini, yani; bambaşka bir insan olacağını düşünür. Ama deney sonucu, özgür olmayıp zorunluluğa boyun eğdiğini görerek şaşar kalır. Bütün kararlarına ve düşüncelerine rağmen, davranışını değiştirmediğini ve hayatının başlangıcından sonuna kadar, yerdiği kendi huyunu taşımak zorunda olduğunu, oynayacağı rolü sonuna kadar oynaması gerektiğini fark eder.”

V. Kötü Olarak Dünya

Dünya istemse, bir acı çekme dünyası olması gerekir. Her şeyden önce bu, istemin kendinin, eksiklik ifâde edişindedir; elde ettiği şey daima ulaşmak istediğinden daha azdır. Çünkü, tatmin edilen her bir dileğe karşılık, arkada tatmin edilmemiş on dilek kalır. İstek sonsuzdur, yerine getirilmesi sınırlıdır. “Sefâletini yarın da sürdürebilirsin diye, kendisini bugünlük ayakta tutmak için, dilenciye atılan sadaka gibidir… Bilincimiz istemimizle dolu oldukça, kendimizi değişmeyen umut ve korkularıyle birlikte istekler sürüsüne kaptırdığımız ve istemek zorunda olduğumuz sürece, sürekli mutluluk ve barış elde edemeyiz hiçbir zaman.” İsteğin yerine getirilmesi de, hiçbir zaman tatmin edici değildir; bir ideali öldürmek istiyorsanız, onu gerçekleştirin. “Tatmin edilen tutku, insanı mutluluktan çok mutsuzluğa götürür. Çünkü tutkunun talepleri, kendisinin kişisel sağlığıyla çatışır çoğu zaman, böylece kendisini tehlikeye düşüreceğinden korkar.” Her birey, kendi içinde patlamaya hazır bir çelişme taşır; gerçekleşen dilek yeni bir isteğe, o da sırasıyle bir başkasına yol açar, böylece sonsuzca uzar gider. “Bunun esas nedeni, istemin kendi başına yaşamak zorunluluğunda oluşudur, çünkü kendinden başka hiçbir şey yoktur ve bu istem aç bir istemdir.”

“Her bireyde kendisi için gerekli acı ölçüsü, ilk ve son olmak üzere bir kerede yaratılışı tarafından belirlenir; bu öyle bir ölçüdür ki; ne boş kalabilir, ne de dolmanın ötesinde gidebilir… Büyük, baskı verici bir kaygı göğsümüzden kalkarsa… bir başkası hemen yerini doldurur. Bunun bütün malzemesi zaten vardır, ancak kendisine yer kalmadığından, kaygı olarak bilince çıkamamıştır, şimdi yer açıldığına göre, ortaya çıkıp tahta geçer.”

Hayat kötüdür, çünkü kötü onun temel uyarısı ve gerçeğidir; zevkse acının olumsuz bir şekilde dinmesidir yalnızca. Aristo haklıydı: Bilge kişi zevk aramaz, kaygı ve acıdan uzak durmak ister.

“Bütün tatminler ya da genellikle söylendiği gibi, mutluluklar, gerçekte ve özde yalnızca olumsuzdur… Elimizde olan nimetin ve üstünlüklerin, gerektiği gibi bilincinde değiliz, onlara gerektiği değeri de veremiyoruz. Onları sadece olağan bir şey gibi karşılıyoruz, çünkü onlar acıyı engelleyerek, yalnızca olumsuz yönden tatmin etmektedirler bizi. Ancak onları yitirdik mi değerlerini anlıyoruz; çünkü, eksiklik, yoksun olmak, yani acı, olumlu bir şeydir ve kendini doğrudan doğruya bize iletirler. Hafif olsun, yoğun olsun, acının daima zevkle ilişkisi olduğu gerçeği değil miydi; Kinikleri zevkin her türlü biçiminden uzak durmalarına iten?.. Aynı gerçek, şu güzel Fransız atasözünde de vardır: Le mieux est l’ennemi du bien = Bir şeyin daha iyisi, iyinin düşmanıdır. Yeterince iyiye dokunmayın.”

Hayat kötüdür, çünkü “yokluk ve acı bir insanı, bir an rahat bırakır bırakmaz, can sıkıntısı yanıbaşında hazırdır.” Kişi kaçınılmaz olarak değişiklik (yani daha fazla acı çekmek) ister. Sosyalistlerin ‘İdeal Ülkesi’ gerçekleşecek bile olsaydı, yine de sayısız kötülükler kalırdı; çünkü mücadele gibi bazı kötülükler, hayat için esastır; bütün kötü ortadan kalksaydı da, mücadele bütünüyle sona erseydi, sıkıntı da acı kadar dayanılmaz olurdu. Böylece “hayat bir sarkaç gibi, acı ile sıkıntı arasında gidip gelmektedir… İnsan, bütün acıları ve işkenceleri cehennem kavramına dönüştürdükten sonra, cennet için arta kalan yalnızca sıkıntı olmuştur.” Ne kadar çok başarı elde edersek, o kadar sıkılırız. “Yokluk, insanların devamlı kırbacı olduğu gibi, sıkıntı da yüksek sosyetenin kırbacıdır. Orta sınıflarda ‘sıkıntı’ Pazar günlerini, yokluğuysa hafta içi günleri temsil eder.”

Hayat kötüdür, çünkü organizma ne kadar yüksek olursa, acısı da o kadar büyük olur. Bilginin büyüyüp gelişmesi çıkar bir yol değildir.

“Çünkü istem olgusu (fenomeni) daha çok gelişmişse, acı çekme de o kadar çok belirir. Bitkide henüz duyarlılık yoktur, dolayısıyla acı da yoktur. Hayvan dünyasının en aşağı türlerinde, belli belirsiz bir acı çekme vardır; böceklerde bile duyma ve acı çekme yeteneği sınırlıdır. İlk olarak, omurgalı hayvanların gelişmiş sinir sistemiyle acı, büyük çapta belirmektedir; akıl geliştikçe de gittikçe yükselmektedir. Bilinç yükseldikçe, bilginin kesinleştiği oranda acı da artmaktadır ve en yüksek noktasını, insanda bulmaktadır. Bir insan, ne kadar iyi bilirse, ne kadar akıllıysa o kadar çok acısı vardır; dâhi olan adamsa en çok acı çeken adamdır.”

Demek ki, bilgisini arttıran, üzüntüsünü de arttırmış oluyor. Hâfıza ve olayları önceden görmek de, insanın acılarını arttırmaktadır; çünkü çektiğimiz acıların çoğu, ya geçmişteki ya da gelecekteki bir şey içindir; acının kendi kısa sürer. Ölüm düşüncesi, ölümün kendinden daha çok acı çektirmez mi insana!

Hayatın kötü olmasının nedenleri başında, savaş gelmektedir. Doğada nereye bakarsak bakalım, mücadele, rekâbet, çatışma görüyoruz; zaferle yenilgi, intihar edercesine birbirinin yerini alıyor. Her biri bir başkalarının maddesi, zamanı ve mekânıyle savaşır.

“Anasından tomurcuk gibi büyüyen, sonra kendini ondan kopararak ayıran, dokuz başlı yılan yavrusu, henüz anasına bağlıyken, gözüne kestirdiği avı avlamak ister, öyle ki, biri, o avı ötekinin ağzından kapmaya çalışır. Ama Avustralya’daki buldog karıncası denen karınca, bu türün en olağanüstü örneğini verir bize; çünkü hayvan ikiye ayrılmakta, derken başla kuyruk arasında savaş başlamaktadır. Baş, kuyruğu dişleri arasına alır, kuyruksa, başı sokarak kahramanca savunur; bu savaş yarım saat kadar sürer, sonunda ya ölürler ya da başka karıncalar tarafından çekilip götürülürler. Deney ne zaman yapılırsa yapılsın bu çatışma yer almaktadır… Yunghahn, Cava’da gördüğü bir ovayı anlatır: Göz alabildiğine uzanan ovanın iskeletlerle dolu olduğunu görerek, onu bir savaş alanı sanmış; oysa büyük kaplumbağa iskeletleriymiş gördükleri… Kaplumbağalar denizden kaçıp yumurtalarını bırakmak üzere buraya geldiklerinde, üzerlerine saldıran vahşî köpekler, el ele verip onları arkası üstü yatırıyorlar ve karınlarından küçük kabuğu çekip çıkararak, canlı canlı yutuyorlarmış. Ama sonradan köpekler, çoğu kere kaplanlara yem oluyorlarmış. Böylece yaşama istemi, her yerde kendi kendinin yemi oluyor, türlü biçimlerde kendi kendini besliyor, en sonunda da insan soyu, bütün öteki soylara egemen olduğundan, doğaya, kendi çıkarı için çalışan bir fabrika gibi girmeye başlıyor. Bununla birlikte, insan soyunda bile, istemin bu kendi kendiyle olan çatışması, anlaşmazlığı korkunç bir kesinlikle görülmektedir: Homo homini lupus = İnsan insanın kurdudur.”

Hayata bütünüyle bakınca, insanın içi burkuluyor, hayat, onu iyi tanımamamıza bağlıdır.

“İnsanın karşısında, hayatında her an karşılaştığı korkunç acılar, sefâletler açıkça konacak olursa, dehşete kapılır. Alabildiğine iyimser kişileri, hastaneler, dispanserler, ameliyathâneler, hapishâneler, işkence odaları, kölelerin kulübeleri, savaş alanları ve idam yerlerinde gezdirecek ve meraklı bakışlardan gizlenen sefâletin saklandığı bütün yerleri açacak olursak, en sonunda da Ugolino’nun açlıktan ölünen zindanlarını gösterirsek, o da anlayacaktır bu “olağan dünyaların en iyisinin” ne olduğunu. Dante, cehenneminin malzemesini bu dünyadan almamış mıdır? Bu dünyadan almıştır, ama yine de tam bir cehennem meydana getirmiştir. Sıra cennetle onun zevklerini anlatmaya gelince, dünyamızda bu konuda pek malzeme olmadığı için, büyük güçlüklerle karşılaşmıştır… Bütün destanlar ve dramatik şiirler, mutluluk uğruna yapılan mücadele, çaba ve dövüş üstünedir; hiçbir zaman sürekli, tam mutluluğu anlatmaz. Kahramanlarını, binlerce tehlike ve güçlüklerden amaca doğru götürür; amaca erişilir erişilmez, acele perdeyi indirir; çünkü yapacak işi kalmamıştır, ancak vardığında içinde mutluluğu bulması umut edilen o parıldayan hedef, onu hayâl kırıklığına uğratmıştır, varacağı yere vardıktan sonra, eski durumuna dönmüştür.”

Evliyken mutsuzuz, bakarken de öyle. Yalnızken mutsuzuz, topluluktayken de öyle; ısınmak için birbirine sokulan kirpiler gibiyiz, fazla sürtüştük mü, tedirgin oluruz, ayrı kaldığımızda da sefil oluruz. Pek garip şu dünya; “her bireyin hayatına, bir bütün olarak bakacak olursak ve yalnızca en anlamlı yanı üzeninde durursak, gerçekten bir trajedinin olduğunu görürüz; ama ayrıntılarına girecek olursak bu bir güldürü niteliğindedir.”

Kısaca demek gerekirse, her şey, “hayatın baştan sona kadar, hiçbir şeyin çabamıza, mücadelemize değmediği kanısını uyandırmak amacını güttüğünü, bütün iyi şeylerin boş olduğunu, dünyanın her bakımdan iflâs ettiğini, hayatın, masrafını karşılamayan bir iş olduğunu göstermektedir bize.” Mutlu olmak için, insanın delikanlı kadar genç olması gerekir. Gençliğe göre istemek, çaba göstermek zevktir; isteğin yorgun, tatmin olmak bilmeyen niteliğini ve başarının meyveden yoksun oluşunu henüz bilmemekte, yenilginin kaçınılmaz olduğunu görmemektedir henüz.

“Gençliğin sevincinin ve canlılığının nedenlerinden biri hayatın doruğuna tırmanırken ölümü göremeyişimizdendir; ölüm tepenin öbür eteğinde yatmaktadır. Hayatın sonuna doğru yaşadığımız her gün, suçlunun idama giderken, her attığı adımda duyduğu yaşantıya benzer duygular duyuyoruz… Hayatın ne kadar kısa olduğunu anlamak için, insanın uzun ömürlü olması gerek… Otuz altı yaşına kadar hayatî enerjimizi kullanmamızı, paralarının faizinden geçinen kimselere benzetebiliriz; bu kimseler; bugün harcadıkları şeyi, yarın yeniden elde etmiş olurlar. Ama 36 yaşını geçtikten sonra, durumumuz, kendi sermayesinden yemeye başlayan yatırımcılarınkine benzer… Mal mülk edinme aşkının yaşla artmasının nedeni, bu felâket korkusudur… Gençliğin hayatın en mutlu dönemi olduğu sorunu bir yana, Eflâtun’un sözünde çok daha gerçek bir yan vardır. Eflâtun, Devlet’in başlangıcında, ödülün yaşlılara verilmesi gerektiğini söylemekte, çünkü sonunda, insanın kendisini, o ana kadar rahat bırakmamış olan hayvansı tutkulardan kurtulmuş olduğunu ileri sürmektedir. Ancak unutulmamalıdır ki, bu tutku söndürüldüğünde, hayatın hakikî çekirdeği de yok olmuş demektir, ardında boş kabuktan başka şey kalmamıştır; ya da, başka bir görüş açısından bakacak olursak, hayat bir güldürü kılığına bürünür, otomatlarca devam ettirilir ve sona erdirilir.”

Sonunda ölümle karşılaşıyoruz. Yaşantılarımız kendilerini, tam bir uyum hâlinde biraraya getirecek ve bilgeliğe dönüştürecekken, beyin ve beden çürümeye başlıyor. Her şey bir an oyalanmakta, derken ölüme doğru koşmaktadır.” Ölüm fırsat kollarken, kedinin zavallı bir fareyle oynaması gibi oynuyor bizimle. “Yürümemiz, düşmemizin sürekli engellenmesidir, bedenlerimizin hayatı da, ölmemizin sürekli engellenmesidir, yani geciktirilen bir ölümdür.” “Doğunun zorba hakanları, görkemli süsleri ve giyim kuşamları yanında, değerli bir zehir şişesini de üstlerinden eksik etmezlerdi.” Doğunun felsefesi; ölümün her yerde olduğunu anlamakta, öğrencilerine, kişisel var oluşun kısalığının bilincine varılması sonucu doğan, o ağır başlı durgun görünüş ve gururlu davranışı sağlamaktadır. Ölüm korkusu, felsefenin başlangıcıdır ve dînin son nedenidir. Sıradan adam, ölümle uzlaşamaz; bu yüzden, sayısız felsefeler ve din ilimleri kurar; ölümsüzlüğe olan bu inancın üstün gelmesi, ölümden fazla korkmanın bir belirtisidir.

Dinbilim, ölümden kaçılan bir sığınak olduğu gibi, akıl hastalığı da acıdan kaçılan bir sığınaktır. “Delilik acı çekmeyi hatırlamamak için bir yoldur;” bilinç ipliğinin kurtarıcı bir kopuşudur; bazı yaşantılardan ve korkulardan arta, ancak onları unutarak yaşayabiliriz.

“Çıkarlarımızı alabildiğine bozan, gururumuzu inciten ya da dileklerimizin gerçekleşmesini önleyen nesneleri elimizden geldiğince düşünmemek isteriz. Dikkatle, ciddî bir şekilde araştırmak için, bu şeyleri aklımızın karşısına koymak, ne kadar çetin gelir bize. Kendine karşı olan şeyin, aklın incelemesinden geçirilmesini istemeyen istemin direnmesinde, cinnetin zihne saldırabileceği nokta vardır… İstemin, bir bilginin edinilmesine karşı direnmesi öyle bir seviyeye ulaşır da, o işlem bütünüyle yerine getirilmezse, istem bunları görmeye dayanamadığından,bazı unsurlar ya da durumlar, akıldan bütünüyle kaldırılmış olur; derken gerekli bağların yerine getirilmesi için, açılan uçurumlar keyfe göre doldurulur, böylece cinnet ortaya çıkar. Çünkü, akıl, istemi memnun etmek için kendi niteliğini bırakmıştır; insan artık var olmayanı hayâl etmeye başlar. Bununla birlikte bu şekilde doğan cinnet, dayanılmayacak bir acının unutulmasıdır; altüst olmuş, yani istemin son çaresidir bu.”

Son sığınak, insanın kendi kendini öldürmesidir. İşte en sonunda burada, düşünceyle hayâlin içgüdüye hâkim olması gariptir. Söylendiğine göre, Diyojen soluğunu tutarak öldürmüş kendini; yaşama istemine karşı ne büyük zafer! Ancak bu zafer, yalnızca bireysel; istem, türlerde sürüp gitmektedir. Hayat, intihara gülmekte, ölümeyse gülümsemektedir; bile bile sebep olunan her bir ölüme karşılık, bilmeden sebep olunan binlerce doğum vardır. “Tek bir olgusal (fenomenal) var oluşun isteme dayanarak yok edilmesi olan, insanın kendi kendini öldürmesi, boş, budalaca bir eylemdir. Çünkü kendiliğinden var olan tür, hayat ve genel istem bundan etkilenmemektedir.” “Sefâlet ve mücadele, bireyin ölümünden sonra da sürmektedir, istem, insanda baskın oldukça da sürmesi gerekir. İstem, bütünüyle bilginin ve aklın buyruğu altına girmeden, hayatın kötülüklerine karşı zafer elde edilemez.”

VI. Hayatın Bilgeliği

1. Felsefe

Her şeyden önce, maddî şeyler için olan isteğin saçmalığını düşünün. Servet elde eder etmez, istemlerinin her isteğini yerine getirecek olduğunu düşünür boşu boşuna. “Her şeyden önce para istediği ve onu her şeyden çok sevdiği için adama kızarlar; ne var ki, yorulmak bilmez Proteus gibi, başıboş dolaşan isteklerini ve çeşitli dileklerini, gerçekleştirmeye her an hazır olan bir şeyi sevmek, tabiî ve kaçınılmazdır. Başka her şey ancak ‘tek’ bir isteği yerine getirir, yalnızca para salt olarak iyidir; çünkü her isteğin soyut bir şekilde tatminidir.” Bununla birlikte servet elde etmeye kendini adayan bir hayat, onu sevince dönüştürmeyi bilmedikçe boşunadır; buysa, kültür ve bilgelik isteyen bir sanattır. Birbirlerini izleyen duyu zevkleri, kişiyi uzun süre tatmin etmez; kişi hem hayatın amaçlarını, hem de geçim kaynaklarını elde etme sanatını anlamalıdır. “İnsanlar, kültür elde etmekten bin kere daha çok, para elde etmeye bakarlar, oysa bir insanın mutluluğuna, sahip olduğu şeylerden çok, kişiliğinin yapısı yardım eder,” “Zihin ihtiyaçları duymayan kişi, şiirden müzikten anlamaz.” Boş zamanını ne yapacağını bilemez; yeni duyular elde etmek için, durmadan yer değiştirir; sonunda da tembel zenginin, ya da kaygısız şehvet düşkününün cezâ tanrıçası olan Ennui’nin (sıkıntının) kucağına düşer.

Doğru yol, servet değil, bilgeliktir. “İnsan, hem (odak noktası üretim sisteminde bulunan) istemin zorlu çaba göstermesidir, hem de (odak noktası beyin olan) saf bilginin sonrasız, özgür, sakin tebâsıdır.” İşin güzel yanı şu ki, bilgi, istemden doğmuş olmasına rağmen, isteme hâkim olabilmektedir. Bilginin bağımsızlığı imkânı, ilk olarak, aklın zaman zaman isteğin buyruklarına cevap verdiği ilgisiz şekilde belirmektedir. “Bazen akıl, isteme boyun eğmek istememektedir; Sözgelişi, zihnimizi bir şey üstünde toplamak için boşuna çabalayıp durduğumuzda, ya da belleğimize emanet etmiş olduğumuz bir şeyi hatırlamak için boşuna uğraştığımız zamanlarda. Bu gibi durumlarda istemin akla kızması, onunla olan ilişkisini ve ikisi arasındaki ayrılığı apaçık ortaya koymaktadır. Nitekim, bu öfkeyle kaygılanan akıl, bazen kendisinden isteneni saatlarca sonra, hattâ durup dururken, yeri yokken ertesi gün işgüzarlıkla ortaya çıkarır.” “Önceki düşüncesine ya da tanınmış bir zorunluluğa uygun olarak, insan ya bir şeye katlanır ya da kendi için pek önemli, çoğu zaman da müthiş bir şeyi kılı kıpırdamadan yapar. Kendini ya da başkasını öldürme, düello, ölüm tehlikesiyle dolu sayısız teşebbüslerde bulunur; genellikle, bütün hayvansı yaratılışın baş kaldırdığı şeyleri yapar. Bu gibi durumlarda, aklın, hayvansı yaradılışa ne çapta hâkim olabildiğini görüyoruz.”

Aklın istem üstündeki gücü, insanın kendi kendinin hâkimiyeti altında gelişmesini sağlar; istek, bilgi tarafından özellikle de, her şeyin geçmişteki olayların kaçınılmaz sonucu olduğunu söyleyen, bir gerekçilik felsefesi tarafından ılımlaştırılabilir, yatıştırılabilir. “Nedenlerini bütünüyle anlayabilseydik, dolayısıyla da zorunluluğunu ve gerçek yaratılışını görebilseydik, canımızı sıkan on şeyin dokuzu etkisiz kalırdı. Ele avuca sığmayan bir at için, dizgin ve gem neyse, akıl da insandaki istem için odur.” “Bu hem iç, hem de dış zorunluluktandır: Bizi kesin bilgi kadar uzlaştıran şey yoktur.” Tutkularımızı ne kadar iyi tanırsak, o kadar onların buyruğundan kurtulmuş oluruz ve “dış zorlamaya karşı bizi en iyi koruyan şey de, kendi kendimizi dizginlememizdir.” “Her şeyi kendi buyruğun altına almak istiyorsan, aklın buyruğunu dinle.” Mûcizelerin en büyüğü, dünyayı fethetmek değil, kendi kendini dize getirmektir.

Böylece felsefe, istemi arıtmaktadır. Ama felsefe deyince, sırf okuma ya da edilgen bir inceleme değil, deney ve düşünce anlaşılmalıdır.

“Başkalarının düşüncelerinin sürekli olarak seller gibi bize akması, kendi düşüncelerimizi sınırlar, onları yok eder; sonunda da düşünme gücünüzü felce uğratır. Bilginlerin çoğundaki eğilim, kendi zihinlerinin yoksulluğu yüzünden, bir çeşit ‘frega vacui = boşluğun emilmesi’dir. Böylece ister istemez başkalarının düşüncelerini çeker içine… Üstünde kendimiz düşünmeden önce, bir konu hakkında okumak tehlikelidir… Okuduğumuz zaman, bizim yerimize başka birisi düşünmektedir; biz onun yalnızca zihin sürecini tekrarlarız… İnsan hemen hemen bütün gününü okumakla geçirirse, yavaş yavaş düşünme yeteneğini kaybeder… Dünya deneyi, düşünceyle bilginin yorumunu oluşturan bir metin sayılabilir. Çok düşünce ve zihinsel bilgi yanında, deney az olursa, bu, her sayfasında iki satırlık metne karşılık, kırk satırlık yorum bulunan kitaplara benzer.”

İlk öğüt, demek oluyor ki, kitaplardan önce hayatın kendini okumaktır; ikincisi de yorumdan önce metnin okunmasıdır. Açıklayıcılar ve eleştiricilerden çok, yaratıcıların kendilerini okuyun. “Yalnızca yazarların kendilerinden felsefî düşünceler alabiliriz; bu bakımdan, kendini felsefenin çektiğini duyanlar, filozofların ölümsüz sözlerini, onların eserlerinin durgun tapınağında aramalıdır.” Bir dâhinin eseri, binlerce yoruma bedeldir.

Bu sınırlar içinde, kitaplar aracılığıyle dahi olsa, kültür edinmeye çalışmak değerlidir, çünkü mutluluğumuz; ceptekilerimizden çok kafadakilerimize bağlıdır. Ün bile budalalıktır; “başkalarının kafalarının içi, insanın kendi gerçek mutluluğunun yuvası diye düşüneceği yer değildir.”

“Bir insanın, başka birine göre şu ya da bu oluşu, o kadar önemli değildir; sonunda her koyun kendi bacağından asılır ve önemli olan kendi bacağından asılacak kişidir. Kendimizden aldığımız mutluluk, çevremizden aldığımızdan daha büyüktür… İnsanın içinde yaşadığı dünya, genellikle ona baktığı biçimde kalıplanır… Bir insan için var olan ya da başına gelen her şey, yalnız bilincinde vardır ve yalnızca onun için yer almaktadır; insan için en temel olan şey, bilincinin yapısıdır… “Mutlu olmak, kişinin kendi kendine yetmesi demektir,” diyen Aristo çok doğru söylemiş.”

2. Dehâ

Dehâ, istemsiz bilginin en yüksek biçimidir, hayatın aşağı biçimleri, baştan başa, bilgisiz, istemden meydana gelmiştir. Genellikle, insanı meydana getiren çoğunlukla istemdir, bilginin yeri azdır; dâhiyse çoğunlukla bilgiden meydana gelmiştir, onda istemin yeri azdır. “Dehâ, bilmek yeteneğinin, istemin gerektirdiğinden daha geniş ölçüde gelişmiş olmasından ibarettir.” Bu, üretim faâliyetinden zihin faâliyetine bir kuvvet geçişini ifâde eder. “Dâhinin temel şartı, duyarlık ve sinirliliğin, üretici güce anormal şekilde üstün olmasıdır.” Dâhi ile kadın arasındaki düşmanlık bundandır; kadın, üretimi, aklın, yaşama ve yaşatma istemine boyun eğdirilmesini temsil etmektedir. “Kadınlarda büyük hüner olabilir, ama dehâ olmaz, çünkü kadınlar hep öznel kalırlar;” kadınlar için her şey kişiseldir ve her şeyi, kişisel amaçlara götürecek araçlar gibi görürler. Öte yandan:

“Dehâ, en tam nesnelliktir yalnızca, yani zihnin nesnel eğilimidir… Dehâ, saf, bilen özne, dünyanın duru görüşü durumuna gelmek için, kişinin, kendi çıkarlarını, dileklerini ve amaçlarını gözden uzaklaştırma, kişiliğinden bir süre feragât etme gücüdür. Bu bakımdan, bir yüzdeki dehâ ifâdesi, bilginin, isteme, kesinlikle üstün geldiğinin yansımasıdır. Genellikle yüz ifâdelerinde istemin üstün geldiği görülmektedir; bizse bilginin, ancak istemin dürtüsüyle faâliyete geçtiğini ve yalnızca kişisel çıkar ve yarar güdüleriyle yönetildiğini görmekteyiz.”

İstemden kurtulan akıl, nesneyi (objeyi) olduğu gibi görebilir. “Dehâ’nın bize gösterdiği sihirli aynada, bütün temel ve anlamlı şeylerin biraraya getirilip aydınlığa çıkarılmış olduğunu, rastlantısal ve yabancı şeylerin dışta bırakılmış bulunduğunu görürüz.” Güneş ışığı nasıl bulutu yarıp yeryüzüne iniyorsa, düşünce de tutkuyu delip geçer; bireysel ve özel olanın ardındaki “Eflâtun’un İdeasına” ya da kendisinin de bir biçimi olduğu evrensel öze gider; tıpkı ressamın, resmini yaptığı kişide, sadece bireysel karakter ve çizgiyi değil, evrensel bir niteliği ve sürekli bir gerçeği gördüğü gibi. Burada birey, gerçeğin üstündeki örtünün açılması için bir sembol, bir araçtır. Demek ki, dâhinin sırrı, nesnel temel ve evrensel olanın tarafsız olarak algılamasındadır.

Dâhinin, istemli, pratik ve kişisel faâliyet dünyasına ayak uyduramamasının nedeni, bu kişisel denklemin ortadan kaldırılışıdır. Çok uzağı gördüğünden, yakındakini görememektedir; tedbirsiz ve ‘esrarlı’dır; gökte yıldız ararken, kuyuya düşer. Dâhinin, topluluklara uymamasının nedenlerinden biri de budur. Dâhi, temel, evrensel, sonrasız olanı düşünmektedir; dâhinin zihniyle, öteki insanların zihni hiçbir zaman buluşmazlar, ortak bir temelleri yoktur. “İnsan, zihin bakımından ne kadar yoksulsa ve bayağıysa, o kadar topluluğa uyar.” Dâhi kendi kendinin eksikliğini giderir, sürekli bir şekilde kendilerinin dışında olana bağlı yaşayanlar gibi, arkadaşa ihtiyacı yoktur onun. “Her türlü güzellikten aldığı zevki, sanatın avutması, sanatçının coşkusu, ona hayatın kaygılarını unutturur,” “bilincin durulaştığı oranda artan acısını ve ayrı bir insan soyu içindeki çölsü yalnızlığını giderir.” Bununla birlikte, dâhi bunun sonucu olarak yalnızlığa, bazen de cinnete zorlanır; hayâl ve sezgiyle birlikte acı da getiren aşırı duyarlık, yalnızlık ve uymazlıkla birleşir ve zihni gerçeğe bağlı tutan bağları koparır. Aristo haklıydı: “Felsefe, siyâset, şiir ve sanatta sivrilmiş kişilerin hepsi de, üzgün gibi görünüyor.” Cinnet ile dâhinin dolaysız bağıntısı, “Rousseau, Byron, Alfieri, vb. gibi büyük adamların hayat hikâyeleriyle ortaya konmuş bulunmaktadır.” Akıl hastanelerinde yaptığım araştırmalar sonucu, büyük hüner sahibi olan ve dehâları çılgınlıkları arasından parlak bir biçimde beliren, nice kişiler gördüm. Yine de, insanlığın gerçek soyluluğu, bu yarı çılgınlarda, bu dâhilerdedir. “Akıl konusunda, doğa son derece aristokratiktir. Ortaya koyduğu farklar, herhangi bir ülkede, doğum, sınıf, servet ya da kast’ın doğurduğu farkların çok üstündedir.” Doğa ancak az sayıdaki kimselere dehâ vermektedir; tersi olsaydı, zihni belli ve ânî şeyler üzerinde toplatan, hayatın normal uğraşlarına engel olurlardı. “Doğa, bilginlerin bile toprağı sürmelerini istemiştir; nitekim, felsefe profesörlerini bu ölçüye göre değerlendir8melidir; o zaman başarıları, kendilerinden beklenen şeyi gerçekleştirmiş olur.”

3. Sanat

Bilgeliğin böylece istemin buyruğundan kurtarılması ve bireysel ‘ben’ ile maddî çıkarının unutturulması, sanatın görevidir. Bilimin amacı, içinde birçok özel olan, evrenseldir; sanatın amacı, içinde bir evrensel olan özeldir. “Bir kimsenin portresi bile, Winckelmann’ın dediği gibi, o kimsenin ideali olmalıdır.” Hayvanların resmini yaparken, aralarında en ilginç olanı, en güzel olarak görülmektedir, çünkü kendi türünü en iyi gösteren odur… Demek ki, bir sanat eseri, resmi çizilen nesnenin ait olduğu topluluğun, yani Eflâtun’un İdea’sına, ya da evrensele yaklaştığı oranda başarılıdır. Böylece insan portresi, fotoğraf dakikliği gütmemelidir, elinden geldiği kadar, tek bir figür aracılığıyla, insanın belli bir özünü ya da evrensel niteliğini açığa çıkarmalıdır. “Sanat bilimden üstündür, çünkü bilim; büyük emekle bilgi yığarak, inceden inceye düşünmek amacına ilerlerken, sanat sevgi ve ortaya koyuş yoluyla hemencecik hedefine varmaktadır, bilim için hüner yeter, sanat için dehâ gerekir.”

Şiirde ve resimde olduğu gibi doğadaki zevkimiz, kişisel istem eklenmeden, nesnenin seyrinden türer. Ressam için Ren ırmağı, duyuları ve hayâl gücünü güzellik fikirleriyle uyaran, çeşitli sihirli görüntüler dizisidir; ama kişisel işleriyle uğraşan yolcu için, “Ren ırmağı ve kıyıları bir çizgi, köprülerse ilk çizgiyi kesen başka çizgilerdir.” Sanatçı kişisel kaygılardan kendini öylesine kurtarmaktadır ki, “sanatçı algılaması için, sanatçının güneşin batışını hapishâneden ya da saraydan seyretmesi fark etmez.” “Geçmişiyle, uzakta olanı sihirli bir çekiciliğe bürüyen ve bize güzel bir ışık altında sunan, işte bu istemsiz algılamanın ürünüdür.” Sanat, bize geçici ve bireysel olanın ardındaki, sonrasız ve evrensel olanı göstererek, hayatın acılarını hafifletmekte hattâ onlara estetik bir değer kazandırabilmektedir. Spinoza haklıydı: “Zihin, nesneleri, sonrasız görünüşleri içinde gördüğü oranda sonrasızlığa katılır.”

Sanatın, insanı, istemlerin üstüne yükseltme gücü, her şeyden çok müzikte vardır. “Müzik, öteki sanatlar gibi ideaların ya da nesnelerin özlerinin görünüşü değil, istemin kendinin görünüşüdür.” Bize, durmadan hareket ve mücadele eden, başıboş dolaşan, sonunda da, yeniden kendine dönüp bir defa daha mücadeleye başlayan istemi göstermektedir. “Müziğin etkisinin, öteki sanatlardan daha güçlü ve içe işleyici olması bundandır; çünkü öteki sanatlar; yalnızca gölgelerden söz ederken, müzik nesnelerin kendini anlatmaktadır.” Müziği öteki sanatlardan ayıran başka bir şey de, duyularımızı fikirler aracılığıyle değil, dolaysız olarak etkilemesidir, akıldan daha yüce bir şeye hitap eder. Plastik sanatlar için simetri neyse, müzik için ritim de odur; böylece müzikle mimarî iki kutuptur; Goethe’nin dediği gibi, mimarî, donmuş müziktir, simetriyse duran ritimdir.

4. Din

Olgunluk çağında, Schopenhauer’in zihninde sanat kuramının, aynı zamanda bir din kuramı olduğu belirdi. Küçükken pek din eğitimi görmemişti; huyuysa onu, zamanının kilise örgütlerine saygı göstermeye eğecek türden değildi. Dinbilimcilerden nefret ediyordu. Dinbilimcilerin son kanıtı olarak, birçok uluslarda, üzerine insan çakılan kazıkları görüyoruz;” dîni de, “yığınların metafiziği” diye tanımlıyorlar. Ne var ki, Schopenhauer son yıllarında, bazı dinsel tören ve dogmalarda derin anlam bulmaya başladı. “Doğaüstücülerle, akılcılar arasında günümüze kadar süregelen çatışma, bütün dinlerde bulunan alegori niteliğini görememekten ileri geliyor.” Sözgelişi Hıristiyanlık; derin bir karamsarlık felsefesidir; “ilk günah (istemin kendini belirtmesi) ve kurtuluş (istemin kendini inkârı) öğretisi Hıristiyanlığın özünü meydana getiren büyük hakikattir.” Oruç tutma, kişiyi hiçbir zaman mutluluğa götürmeyen, ya hayâl kırıklığına uğratan ya da dehâsını işleten o isteklerin zayıflatılması için iyi bir yoldur. Hıristiyanlığın, ilkin Yahûdiliğe, sonra da Yunan ve Roma’nın puta tapmasına üstün gelmesini sağlayan gücü, karamsarlığından ileri gelmektedir ve Yahûdilik ile puta tapma iyimserken, bizim devletimiz hem günahkâr, hem sefil diye itiraf etmesindedir. Dîni, yeryüzü başarısında, yardımcı olsunlar diye göksel güçlere verilen bir rüşvet olarak düşünmüyorlardı; Hıristiyanlık, dîni, yeryüzünün yalancı mutluluğu ardında koşmaktan alıkoyan bir engel gibi düşünüyordu.

Budizm, Hıristiyanlıktan daha derindir; çünkü istemin yok edilmesini, dînin bütünü olarak görmekte ve Nirvana’yı bütün kişisel gelişimin hedefi gibi koymaktadır. Hindular, Avrupalı düşünürlerden daha derindirler; çünkü dünyayı dıştan, zihin yoluyle değil, içten, sezgisel olarak yorumluyorlardı; zihin her şeyi böler, sezgiyse her şeyi birleştirirdi. Hindular “Ben”in bir kuruntu olduğunu gördüler; bireyin yalnızca olgusal (fenomenal) ve tek gerçeğin de ‘Sonsuz Bir’ –“ki o sensin”- olduğunun farkına vardılar. “Karşılaştığı kimselerle ilgili olarak bunu kendine söyleyebilen kişinin, hepimizin tek bir organizmanın üyeleri bulunduğumuzu, bir istem ummanındaki küçük derecikler olduğumuzu görecek kadar duru görüşlü ve duru rûhlu herkesin), “her türlü erdem ve nimete götüren ve kurtuluşa giden doğru yolda olduğundan kuşku yoktur.” Schopenhauer, Hıristiyanlığın Doğu’da birgün gelip Budizm’in yerini alacağını düşünmüyor ve “bir kayaya kurşun atmak gibi bir şey bu” diyor. Daha çok, Hint felsefesi Avrupa’ya akacak, bilgi ve düşüncelerimizi alabildiğine değiştirecektir. “Sanskrit edebiyatının etkisi, XV. Yüzyılda Yunan edebiyatının etkisinden daha az derin olmayacaktır.”

Demekki, en son bilgelik, Nirvana olmaktadır; kişinin kendini en az istek ve istem düzeyine indirmesidir. Dünya istemi bizimkinden daha güçlüdür; hemen boyun eğelim ona. “İstem ne kadar az kışkırtılırsa, o kadar az acı çekeriz.” Büyük resim eserlerinin çoğu zaman sunduğu yüz ifâdelerinde, özel şeylere yönelmemiş bütün istemden uzak bir durgunluğa erişmiş, en tam bilginin ifâdesini görüyoruz. “Rafael ile Corregio’nun resmettikleri bütün aklın üstündeki o sükûn, rûhun o tam durgunluğu, o derin dinleniş, o bozulmaz güven ve sessizlik, tam, kesin Hakikattir; orada yalnızca bilgi kalmaktadır, istem kaybolup gitmiştir.”

VII. Ölümün Bilgeliği

Bununla birlikte, gereği duyulan başka bir şey daha vardır. Nirvana ile birey, istemsizlik sükûnuna erer ve kurtulmuş olur; ama bireyden sonra ne olacak? Hayat, bireyin ölümüne gülüp geçmektedir; çocuğunda ya da başkalarının çocuğunda yaşamaya devam edecektir, onun küçük hayat deresi kurusa da, her kuşakta gittikçe genişleyen ve derinleşen binlerce başka dere vardır. İnsanoğlu nasıl kurtulabilir? Birey için olduğu gibi, soy için de bir Nirvana var mıdır?

İstemin son ve tam fethi, hayat kaynağını, yani üretim istemini engellemek olacaktır elbette. “Üretme dürtüsünün tatmini, hayata karşı iştahın en güçlü doğrulaması olduğundan, bütünüyle ve kökünden mahkûm edilebilir.” Suçları neydi ki bu çocukların – doğdular?

“Hayatın dağdağasına şöyle bir bakacak olursak, görürüz ki, herkes yoksulluk ve sefâlet içinde, sonsuz ihtiyaçlarını tatmin ve sayısız dertlerinden kurtulmak için var güçleriyle çalışmakta; üstelik, bu işkence hayatını kısacık bir süre sürdürmekten başka hiçbir şey umut etmeye cesâret edememektedir. Bununla birlikte, arada, bu kargaşalığın ortasında, birbirine özlemle bakan iki sevgilinin bakışmasını görüyoruz; ama neden bu kadar gizli, korkak ve ürkek bakışıyorlar? Çünkü bu sevgililer, çabucak sona erecek bir şeyi, bu sıkıcı işi sürdüren hâindirler; üretim sürecindeki utancın esas nedeni budur.”

Burada suçlu olan kadındır; çünkü bilgi istemsizliğe ulaştı mı, kadının düşüncesiz güzellikleri erkeği üretime çekmektedir. Gençlik, bu güzelliklerin ne kadar kısa ömürlü olduğunun farkında değildir; aklı başına geldiğindeyse vakit çok geç olmaktadır.

“Doğa, genç kızlarda, sahne dilinde çarpıcı etki denen şeyi gözetmişe benziyor; birkaç yıl süreyle onları güzelliğe boğuyor, ilerdeki yılların bedeli olarak, onlara çekicilik vermekten çekinmiyor; bu yıllar içinde erkeğin aklını çeliyorlar, erkek de ömür boyunca onların bakımını üstüne alıyor. Erkeğe, akıl hâkim olacak olsaydı, bu davranışlarını haklı çıkaracak bir neden bulunamazdı… Doğa, başka yerde olduğu gibi, burada da her zamanki iktisadî davranışıyla hareket ediyor: Nasıl ki dişi karınca, dölleşmeden sonra, artık gereksiz, hattâ yavru yapma işi için tehlikeli olan, kanatlarını kaybederse; kadın da bir iki çocuk doğurduktan sonra, genellikle güzelliğini yitirir; her hâlde aynı nedenden olacak bu.”

Genç kızlar düşünmelidirler ki “kendilerine bugün aşk şiirleri, övgüler yazdıran nesne, on sekiz yıl önce doğmuş olsaydı, yüzüne bile bakmazlardı onun.” Üstelik erkekler, beden bakımından kadınlardan daha güzeldir.

“Şu bücür, dar omuzlu, koca kalçalı kısa bacaklı soya, ‘Cinsi Latif’ adını taktıran, erkeğin kafasını bulandıran şey, cinsel dürtüden başka şey değildir; çünkü cinsiyetin bütün güzelliği bu dürtüyle ilgilidir. Kadınlara güzel deneceğine, estetik olmayan cins demek, daha yerinde olurdu. Kadınların ne müziğe, ne şiire, ne güzel sanatlara karşı gerçek ve hakikî bir duyarlılıkları yoktur. Herhangi bir şeye karşı bütünüyle tarafsız bir ilgi duyamazlar… Bütün kadınlar arasında, en üstün zihinleri olanlar bile, güzel sanatlar alanında, gerçekten değeri olan orijinal tek bir eser verememişler, ya da herhangi bir alanda dünyaya sürekli değeri katkısı bulunan bir eser oluşturamamışlardır.

Kadınlara gösterilen bu saygının nedeni, Hıristiyanlıkla Alman duygululuğudur; bunun da nedeni, duyguyu, içgüdüyü ve istemi, aklın üstünde tutan romantik harekettir. Asyalılar daha akıllı, kadınların aşağı olduğunu açıktan açığa kabul etmektedirler. “Yasalar kadınlara erkeklerle eşit haklar tanıdığından, onlara aynı zamanda erkek akılları da vermeleri gerekir.” Asya, evlilik kuruluşlarında, bizimkilerinden daha ince bir namusluluk gösteriyor; çokkarılılığın normal ve yasaya uygun bir töre olduğunu kabul ediyor, bizlere aynı şeyi yapıyorsak da “gerçek tekkarılılık var mıdır ki?” sözünün ardına saklanıyoruz. Üstelik kadınlara mülkiyet hakkı vermek kadar büyük saçmalık olabilir mi! “Bütün kadınlar, birkaçı dışta kalmak üzere, savrukluğa eğilimlidirler.” Çünkü şimdiyi yaşarlar yalnızca, tek Açıkhava sporları da çarşıda alışveriş yapmaktır. “Kadınlar, para kazanmanın erkeğin işi, harcamanınsa kendi işleri olduğunu düşünürler,” işbölümü kavramları böyledir. “Bu bakımdan, bence kadınlara, kendi işlerini yönetmelerine izin verilmemeli, ister babası, ister kocası, ister oğlu, ister devlet olsun, bir erkek nezareti altında bulundurulmalıdırlar. Tıpkı Hindistan’da olduğu gibi, kendileri elde etmedikleri herhangi bir malın tasarrufunda bulunmaları için, hiçbir zaman tam yetki verilmemelidir. Fransız Devrimi’yle en son noktasını bulan, hükümetin genel bozukluğunun nedeni, XIII. Louis’in kadınlarının lüksü ve savrukluğuydu.

Kadınlarla alışverişimiz ne kadar az olursa, o kadar iyidir. Kadınlar “gerekli kötü” bile değildir; hayat onlarsız daha güvenli ve rahat olur. Erkekler kadınların güzelliğindeki tuzağı gördüler mi, üretimin saçma güldürüsü sona erdi demektir. Aklın gelişmesi, üretim istemini zayıflatır ve engeller, böylece soyu kurutmayı başarır. Tedirgin istemin çılgınca trajedisinin daha güzel bir sonu olamazdı; yenilge ve ölüm üstüne kapanan perde, neden yeni bir hayata, yeni bir mücadeleye, yeni bir yenilgeye bir defa daha açılsın? Bu kuru gürültü, insanı sadece acıklı bir sona götürecek olan bu sonsuz acı, daha ne kadar bizi aldatacak? İstemin karşısına çıkıp ne zaman meydan okuyacağız, ona hayatın sevimliliğinin bir yalan olduğunu ve en büyük nimetin ölüm olduğunu ne zaman söyleyeceğiz?…



Will Durant,
Felsefenin Öyküsü
Çevirmen: Ender Gürol
İZ YAYINCILIK

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir