“Konuşmak demek, bir kültürü özümlemek, bir uygarlığın yükünü dilinin ucunda taşıyabilmek demektir her şeyden önce.” (1) Bir dil, bir insan sözü boşuna söylenmemiştir. Günümüze kadar kaç yüz uygarlığın dili yok olmuş ve yok edilmeye yüz tutan kaç dil mevcuttur? Kolonyalist Avrupa’nın İngiliz dil ve edebiyatı neredeyse dünya dili haline gelmiş bulunmaktadır. Birey konuştuğu dilin kültürüne aittir; zira o kültürün örgüsünü, hukukunu, kültürünü içselleştirmiş, onun gibi düşünmeye başlamış demektir. Birden çok dilin bilinmesinin mahzurundan elbette söz edilemez, lakin ekonomik-politik nedenlerle bir dili konuşmaya zorlamak, başka bir dili yok saymak insana uygulanan en ağır hak ihlallerinden biridir; bir tanıma göre “insan konuşan hayvandır” ,doğuştan sağır-dilsiz olanlar bile el-kol hareketleriyle konuşmaktadırlar. İnsanın bir yönüyle doğaya yabancılaşması olarak tanımlanabilecek tüm kültürel birikimini dil üzerinden yarattığı söylense yanlış olmayacaktır. Öyle ise, dünyada hala mevcudiyetini koruyan/yaşatılan/canlı tüm dillerin varlıklarını sürdürebilmelerini sağlamak, onun önünü kesmemek, her bir yönetimin, her bir bireyin asli görevlerinden biridir; bu, aynı zamanda evrensel normlar tarafından kabul gören kişinin kendisini gerçekleştirebilme hakkının tanınması demektir. Bu nedenle, “ana-dil” olarak tanımlanan tüm diller bireysel hak ve özgürlükler kapsamında evrensel normlarla güvence altına alınmış olması, ana-dile saygılı olmayı istemek, talep etmek gerekli olduğu kadar hiçbir yaptırım ile karşılaşmamayı de gerektirmektedir. Yaklaşık yarım yüz yıl önce yazılmış bu inceleme eser/ “Siyah Deri Beyaz Maskeler” hala güncelliğini koruyorsa, demektir ki dünya genelinde yarım yüz yıl önce varlığından endişe edilen yaklaşımların hala varlıklarını aynı düzeyde ve belki de kılıf değiştirerek devam ettirdiklerini göstermektedir. “…medeni toplum rahatsız edici hakikatlerden ve çıplak dürüstlükten hoşlanmaz.” (2) şeklindeki tespiti tam da bu duruma işaret etmektedir. Yine Ziauddin Sardar’ın dediği üzere “Doğrudan sömürgeci yönetim ortadan kalkmış olabilir; ama kültürel, ekonomik, politik ve bilgiye dayalı baskı olarak çeşitli kılıklarıyla kolonyalizm hala hayatta.” (3) Bu tespit de kültürler üzerinde kapitalist merkezli sömürü ağının hala mevcudiyetini koruduğunu açıkça göstermektedir. Sömürgeciliğin bittiği sanılmamalıdır; değişik şekillerde varlığını hala sürdürmektedir. Kapitalizm yaklaşık beş yüz yıllık bir geçmişe sahiptir ve uygarlaşma/insanlaşma tarihinin çok küçük bir evresini oluşturmaktadır; buna rağmen bu güne kadar yaşanılan vahşetlerin en çoğunu, büyüğünü üretmiş, on bin yıl öncesinden başlayan köleleştirme, sömürme biçimini özgür kölelere dönüştürmüştür. Genel sömürü yanında kültürel sömürünün iç içe geçtiği özel durumlarda kapitalist hegemonya kültürünü dayatmak suretiyle gizlenerek varlığını sürdürebilmektedir. “…sömürgeleşmiş ülke kendi kültürel yönelimlerini yitirir ve sömürgeci kültürün asli üstünlüğü fikrini içselleştirir.” (4)
İşte tam bu nedenledir ki içselleştirilmediği, benimsenmediği, karşı koyulduğu müddetçe sömürgeci unsurların her istediklerini yapmaları mümkün olamayacaktır. Sömürülenin sömürene özenmesi kimlik olarak öz yabancılaşmaya neden olacağı gibi diğer yönden sömürgeciliği meşrulaştıracaktır; burada toplumsal yapı kadar bireysel yapı ve duruşun da önemi aynı derecededir. “Sömürgecilik problemi sadece nesnel ve tarihsel koşullar altında karşılıklı ilişki ve etkileşim olgusunu değil, bu koşullar içinde ve bu koşullara karşı insanın bizzat kendi tutum ve konum alışlarını da kucaklar.”(5) Sömürgecilik tarihsel olarak ırkçılığı da atbaşı olarak yanında sürüklemiş, büyütüp, beslemiştir. Irklardan birinin yek-diğer/lerine göre üstünlüğüne dayalı faşizan eğilim bir kültürün yek-diğer/lerinden üstün olduğu şekline büründüğünde de içerik olarak, yapı olarak farklılaşmayacaktır. Oryantalist tüm yaklaşımlar, düşünceler ve bunlara bağlı edimler bu gerçeği apaçık ortaya sermiştir. F.Fanon haklı olarak demektedir ki; “” Bir kere, bir toplum, ya ırkçıdır ya da değildir, bu ikisinin ortası olmaz; buna bir kural gözüyle bakıyorum ben. Konuya bu netlikte yaklaşılmadıkça pek çok sorunun, çözülmeden bir kenara atılmak zorunda kalacağını söyleyebilirim.” (6)
Frantz Fanon bu eserinde sömürgeciliğin “zenci” üzerindeki psikanalitik/psikolojik sorunun ne olduğunu ararken hem “beyaz” olanın hem de “zenci” olanın düşünce ve yaklaşımlarını irdelemekte ve tüm çıplaklığı ile sorunu masaya yatırmaktadır. Bunu yaparken, kültürel sömürünün birey üzerindeki etkilerini de evrensel ölçülerde tanımlayabilmektedir. “Fanon’un beşeri bilimlere ilişkin saptaması aynı derece sosyal bilimler için de geçerlidir. Antropoloji özel olarak siyah insanları betimlemek, yönetmek ve zaptetmek için geliştirilmiştir.”(7) Oryantalizm ile sakatlanmış tüm düşünceler istedikleri kadar devrimci ve ilerici olduklarını ileri sürsünler Avrupai kültürün üstünlüğü esasına dayanmak zorunda kalır ve bu nedenle de evrensel olma istenci ile antagonist bir şekilde çelişir. Onun genel geçer değerleri, önermeleri, hipotezleri de tüm bu nedenle sakat doğarlar. Sözde eşitlik, sözde özgürlük sağlanmadan özgür köle yaratılamaz. “Zenci” kültürü üzerinden “beyaz”ın sapkın kültürü bilinmeden sömürgeciliğin genel ve özel şekilleri de bilinemez olur. Sömürgeleştirme, ötekileştirme den çok farklı bir durum/olgudur; bir dili, bir kültürü, “üretim biçimini”, sosyal tüm yaşanmışlıkları yok etmek ve üstüne kendini nakşetmektir sömürgecilik…Avrupa kökenli bilim ve felsefecilerin bilime/insanlaşmaya/felsefeye ve edebiyata katkıları elbette yok sayılamaz; ve tüm aydınları da aynı kefeye konulamaz; lakin, “Bir disiplin veya söylemin bütün dünyada kabul görüyor vaya uygulanıyor olması onun evrensel geçerliliği olduğu ve her toplumda uygulanabileceği anlamına gelmez.” (8) Karl Marx Feuerbach Üzerine Tezler’in 11 maddesinde aynen şöyle demektedir, “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir.” Bunu söylerken tüm ilişkileri mevcut durumları üzerinden kendi halinde değişip, dönüşmelerini beklemeden, bir açıdan seyirci kalmadan onu/ilişkilerin tümünü yeni, iyi, güzel ve doğru olana doğru ve hemen değiştirebilmek, bunun için adım almak, yeri geldiğinde ters-yüz edileni ters-yüz ederek olumlamak, evrimsel değil devrimsel süreçleri yaratabilmenin filozofların bir görevi olduğunu belirtmiş olmaktadır. “ Fanon sadece bilgi ve eleştiriyle yetinmez. İnsanın eylemli olmasını ister ( ve sözünü ettiği insan, evrensel insandır ). Düşündüysek, harekete geçmeye hazır olmalıyız. Fanon’a göre insanlar olarak birincil görevimiz, tüm ilişkilerimizde insani bir dünyayı oluşturan temel değerlere saygıyı korumaktır. Dünya insani değildir. Akla seslenmekle veya insan onuruna saygı çağrılarıyla gerçekliğin değişebileceğini sanmamalıyız. Eğer farklı bir gerçeklik, farklı bir dünya istiyorsan, mevcut olanı değiştireceksin” (9)
Coşku, sevinç, korku, öfke gibi uç noktalarda yaşanılan insana ait duygular ve bunlara bağlı edimler bunu yaşayan kişinin içinde bulunduğu koşullar ile ilişkilendirilebilecek bazen masum, bazen aykırı görülen davranış biçimleri olarak ortaya çıkan ve normal sayılandan sapmalardır; ancak coşkunun bir acizlik olduğunu düşünmek gerçekte oldukça ilginç bir tespit olsa gerek. Fanon der ki; “Coşku acizlerin seçtiği silahtır. Demire çarçabuk biçim vermek için onu ateşe sokan insanların silahıdır coşku. İnsanın adalelerini ısıtmayı ve sonra onu serbest bırakmayı tercih ederim ben. Ateşi ve coşkuyu kendi iç-huzuru, sükuneti içinde saklamasını bilen bir insanlık.” (10) Aslında bunu belirtirken bireysel coşkudan söz etmediği, daha derinlemesine bakıldığında toplumsal dayatmalar ile biçimlenen, bir çoğu tabulara dayalı ve sömürüye hizmet eden ajite edilmiş coşku biçimlerini kastettiği rahatlıkla görülecektir. Ayrıca, içinde saklamasını bilmek ne anlama geldiğini irdelemek gerekir; insan çoğunlukla ve doğası gereği coşkusunu, heyecanını saklayamaz ve hemen açığa vurur, öfkesini bir süreliğine dizginleyebilse de bir noktadan sonra bir şekilde patlak verir ve açığa çıkarır; bunları dizginlemek gerekli midir ve gerçekte yapabilmek mümkün müdür? En azında hem öfkenin hem de sevincin denetim altında tutulabilmeleri öyle ya da böyle istenmeyen taşkınlıkların, istenmeyen olayların yaşanmamaları için gereklidir. Aynı zamanda, zamansız yaşanan öfke ve sevinç edimlerinin olası katkıları da yaratılamamış, tüketilmiş olur.
Dil basit bir olgu değildir; uygarlaşma tarihinin en karmaşık olgusudur dense yeridir ve ister yazılı olsun ister sözlü – ki sözlü dil geçmişi yazılı dil geçmişinden çok fazla bir zaman dilimini kapsar – tüm değerler dil üzerinden yükselir. Dil diyalektiği, el-ayak-göz-beyin-kulak diyalektiğinin önemli unsurlarından biridir. Onun/dilin, anlama, anlamlandırma, algılama, kavrama, kavramlaştırma olgularına doğrudan katkısı asla gözardı edilemez. Dile yansımayan hiçbir olgu ne sorun ne de çözüm noktasında ne sorun ne de çözüm olamaz; öyle ise dil deyip geçmemek gerek.
ÇAR-PARÇE
Dil
ucu sivri bir bıçak
yarası geçmez
——–kalıcı bir iz bırakır
Dil
kör bir kuyu
dibi yok, bucaksız
doldur istediğince, nafile
——-geriye bir hiç kalır
Dil
bir onur, bir erdem, bir haysiyet
ne eğilir ne de bükülür,
eğil-sen-de, bükül-sen-de
——-sen-de-kalır
Dil
imsiz bir gösteren
kıvrılan sicim
uzayan kavram
——tortusunda olgu kalır
Dil
–iz
—hiç
—-sen
—–olgu
Dil
kabuk bağlayan bir yara
dokundukça kanayan al-al
——dıl-u-sor
Dıle min
dil-im, dil-im
zivistane germ
buhare sar
zımane min girti-ye
—–çar-parçe!…
“”…Bir dile hakim olan, sonuç olarak, o dile ifade ve ima edilen dünyaya da hakim olur. Varmak istediğimiz yer belli oluyor artık: Dil hakimiyeti, dil ustalığı yabana atılamayacak bir güç, bir iktidar getiriyor sahibine. Paul Valêry bunun derinden farkında olacak ki dili, “ete saplanmış tanrı” olarak nitelendiriyor””. ( 11) Çok önceki zamanlarda, belki de milyon yıl önce insanların sayısal azınlığı söz konusuydu ve kilometre kareye düşen insan sayısı neredeyse ikiyi geçmiyordu. Dil ve iletişimin o zamanlarda da çok önemli bir işlevi olmalı; ve insanlar seslerini duyurmak için, yek-diğeri ile iletişim kurabilmek adına hiçbir zaman bilemeyeceğimiz sözcük öbekleri ile ve yüksek ses tonu ile iletişime geçmişlerdir. Anlaşılmadığını düşündüğünde bir insanın kulağının dibinde duran diğerine bağırmasının ilkel benlikle mutlak surette bir ilişkisi olmalı. Bu yönelim aynı zamanda bastırılmış egonun açığa çıkmasını da ifade eder. Göz-kulak teması kadar yakın olduğu halde bağırarak konuşan insan ilkel benliğin ötesine geçerek bastırılmış duygularının bir kurbanı olarak davranmaktadır; bu durum kendini ifade edememenin ıstırabına dönüşür. Psikanlaitik olarak tanımlanırsa eğer, bu durum çocuksu oral dönemin aşılmadığını gösterir; büyüyen kişi çocuk masumiyetinden hiçbir şekilde yararlanamaz.
Çocuğun toplumsallaşması sürecinde hata ve yanılgılarından uzaklaştırılmaya çalışılması “terbiye” ve “eğitim” genel başlığında onun eğilmesini ön-görüyor ise, çocuğun tarihsel belleğini geliştirmesi istenmiyor demektir. Kişi fizik ve düşünsel olarak eğilebilir/eğriltilebilir; ağacın yaş iken eğilmesi/çocuğun küçüklükten başlayarak düşüncelerinin yasaklanması kişide bir korku yaratır ve düşünce bir tabu olarak karşısına geçer. Bu tabu içselleştirildiğinde ise kişi düşünceden bir hortlaktan kaçar gibi uzaklaşır. Ve düşünmek, onun yerine düşündüklerini söyleyenlerin tekeline geçer. Tabulardan korkulur ve uzak durulmaya çalışılır. Tabu çözülürse kötücül olguların yaşanacağına dair paradigma/mistifikasyon kişiyi eğer. Eğmek, boyun büktürmektir, düzeltmek ise sindirmeden gelişmesine olanak sağlamaktır.
Eğmeyi ağaç ile düşünmek ve ilişkilendirmek gerekir. Ağaçların dik duruşları eğmek olgusu ile birlikte değerlendirildiğinde boyun bükülmesini çağrıştırmaktadır. İnsanın diğer türlerden farklılaşması dik durmayı başarması ile gerçekleşmiştir; tıpkı ağaçlar gibi.. Bu nedenle bu söylemdeki “eğmek” ifadesini “biçimlendirmek” olarak değerlendirmek doğru olmasa gerek. Diğer yönden kişi tam ve canlı doğmak ile oluşur ve hatta haklar yönünden ana-karnından itibaren hakların sahibidir. Neredeyse tüm memeli canlılarda yavrular çok önemsenir ve korunurlar, bu özellik insan türü için de geçerlidir. Ve fakat üzerine bu kadar titrenilen yavrunun ayrı bir kişi olduğu göz ardı edilerek “biçimlendirilmek” istendiğinde onun kendini sosyalleştirmesinin, kimlik edinmesinin önü ona önceden bir don biçmek suretiyle kesilmiş olacaktır. Bu olgu/sosyal yaklaşım, sürüleşmek/sürüleştirilmek ile sonuçlanacaktır. “…zeka kimseyi kurtarmamıştır şimdiye kadar. Evet, böyle derim, çünkü zekaya ve felsefeye insanların eşitliğini kanıtlamak için başvurulacaksa eğer, onlara insanların imhalarını meşrulaştırıcı silahlar olarak da sık sık başvurulduğu unutulmamalıdır asla.” ( 12)
J.P.Sartre bir yazısında “Siyah ağızları susturan tıkacı çıkardığınız zaman, ne söylemelerini bekliyorsunuz onlardan? Size övgü okumalarını mı? Dedelerimizin, enselerine basarak önlerinde secdeye vardırdığı bu insanlar başlarını yerden kaldırdıkları zaman, onların gözlerinde ne bulacağınızı sanıyorsunuz? Hayranlık parıltısı mı?”(13) Bu tespit doğrudan ve dolayı sömürge altındaki tüm toplumlar için hala anlamını ilk gün gibi korumaktadır. Varlığının, kültürünün bilincinde olan hiçbir halk sömürgeci unsurlara güler yüzle bakamaz; ondan bunu beklemek de nafiledir; ancak, halkların eşitliğine olan inancı ile sömürgeci bir eğilim taşımayan diğer tüm halkalar ve bireylerine insan olmanın bir gereği gibi yaklaşmayı sömürgeci unsura ait halk ve bireylerinden daha fazla gösterecektir. Bu durum onun eşitlenme istenci olarak değerlendirilemez, içinde bulunduğu koşullar ve yaşadığı durumlar nedeniyle empati yeteneğinin daha çok gelişmiş olması ile doğrudan ilintili bir olgudur. Ayrıca aydın olabilmek için öncelikle devrimi kendi kişiliğinde gerçekleştirmesi gerektiği bilincini de beraberinde taşımaktadır. “Ve içimde bir güneş taşıyorsam eğer, bu güneş, içimde kıyı bucak gün görmemiş ne varsa, önce beni aydınlatmalıdır.” (14)
İnsan nereden geldiğini bilemeden nereye gideceğini, yönünü de bilemez; bu durum onun kendi kimliğini tanımlaması ile ilgilidir ve çoğu kez özendirilmiş ve fakat özünde dayatılmış olan bir çok düşünce ve edimler kişinin kendisine ait olmadıkları için kimliğinin belirlenmesinde olumsuz rol oynayacaklardır. Bu nedenle kişi sorgulayıcı bir yaklaşım ile dogmalar üzerine gidebilmeli ve onlardan arınmayı başarmalıdır. ““Dünyanın her yerinde yabancının önüne koyduğu büyülü merdiveni hızla tırmanmak isteyen insanlar vardır – Michel Salamon der ki; “kim olduğunu bir düş sersemliği içinde unutmaya hevesli insanlar” Ama bunun tersine – yine M.Salamon’ deyişi ile” nereden geldiğini aklından çıkarmayan insanlar” da vardır.”” (15)
Duyarlılık, hassasiyet herkesin dilinde pelesenk olmuştur. Herkes her şeye, her haksızlığa, hukuksuzluğa bir şekilde duyarlıdır ve hassasiyetle yaklaşmaktadır. Herkesin bu duyarlılığı ve hassasiyeti neden haksızlıkları, zulmü, hukuksuzluğu engelleyemiyor? Demek ki duyarlılık ve hassasiyetlerin bir çoğu sözde kalıyor. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” şeklindeki ana denilmeyecek ata-sözü tersinden buna işaret etmek istiyor olabilir mi? Yoksa sessiz kalmayı mı öğütlüyor? İkincisi daha baskın gibi. Karl Jasper der ki; “Başka insanlara karşı işlenen zulmü durdurmak için eğer kılımı kıpırdatmamış, hayatımı tehlikeye sokmaktan kaçınmış ve sessiz kalmışsam, kendimi hiçbir adalet kurumunun, hiçbir politika ve ahlak disiplininin tam olarak çözümleyemeyeceği koskoyu bir suçluluk duygusuna mahkum etmişim demektir.” (16) Ve bu konuda daha kesin bir dille Jeanson der ki; “Çünkü siz olmadan, siz ve sizin ö kör kayıtsızlığınız olmadan zulüm düzenini işleten güçlerin, en az kurbanlarınız kadar sizi de kirleten oyunlarını sahneye koymaları düşünülemez.” (17) Kolonyalist Avrupa fiilen işgal edip sömürgeleştirdiği topraklarda yönetimi atadığı valiler aracılığı sağlamaktaydı. “Siyah” olanın o güne kadar görmediği histerik rüyası “beyaz”ın ilk silah doğrulttuğu günden itibaren gördüğü karanlık bir rüya idi. Zira o kendi dünyasında “beya”zın tanımladığı “oidipus kompleksi”ni taşımıyordu; bu durum da “beyazı”n histerik rüyasına dönüşmüştü. Antropolojinin çıkış amaçlarından temel olanın “siyah” ın biyolojik geçmişinin farklı olması gerektiğini kanıtlamaya yönelmesi de sömürgeci zihniyetin bir ürünü olarak ortaya çıkmaktaydı. I.R.Skine der ki;” Bu ülkede genel vali, hala ülkedeki en üst yetkili olarak, Afrikalılar üzerinde mutlak bir otoriteye sahiptir ve genel düzenin devamı için tehlike bulduğu her Afrikalıyı tutuklatabilmekte, işinden çıkarabilmekte, yerlilerin yaşadıkları bölgelerde on kişiyi aşan toplantıları gerekçe göstermeden yasaklayabilmektedir. Afrikalılar için can güvenliği ya da dokunulmazlık diye bir şeyden söz etmek mümkün değildir. Hiçbir gerekçe gösterilmeden tutuklama yapılabilmektedir.” (18) Afrikalılar için yapılan bu tespitler günümüzde kıta-Afrikasından başka bir çok bölgede hala varlığını sürdürmektedir.
Son söz, “Entelektüel yabancılaşma burjuva toplumunun bir ürünüdür.” (19)
Nejdet Evren
Kimsesiz zamanlar/Akarca
Ekim-Kasım 2020
Esin Kitabın Künyesi;
Siyah Deri Beyaz Maskeler, Frantz Fanon, Encore Yayınları Nisan 2016, Çeviren: Cahit Koytak, 280 sayfa
(1) Age, s: 17
(2) Age, s: 13 (Ziauddin Sardar)
(3) Age, s: 21
(4) Age, s: 10 (Ziauddin Sardar)
(5) Age, s: 108
(6) Age, s: 109
(7) Age, s: 18 (Ziauddin Sardar)
(8) Age, s: 18 (Ziauddin Sardar)
(9) Age, s: 20 (Ziauddin Sardar)
(10) Age, s: 25
(11) Age, s: 34
(12) Age, s: 46
(13) Age, s: 47
(14) Age, s: 47
(15) Age, s: 55-56
(16) Age, s: 113
(17) Age, s: 117
(18) Age, s: 220-221
(19) Age, s: 266
NOT: italikler Frantz Fanon’a ait sözlerdir