Tabular, tartışılmadan benimsenen, dokunulmaktan korkulan, statükonun düşüncedeki yansımaları/duvarlarıdır. Düş dünyamızı parçalayan ve onu köleleştiren, adeta esir alan sözde değerlerdir. Peşin benimsemeyi zorunlu olarak taşıdığı için doğruluğu hiçbir zaman kanıtlanamayan toplumsal dayatmalar ile oluşan bireysel korkulardır. Bir düşüncenin/ bir hipotezin / bir bilginin doğruluğu ancak tartışılmaya, eleştiriye açık olması ile mümkündür. Tartışmaya kapalı bir düşünce peşin olarak yanlış olduğu için kapalı olmak zorundadır. Demek ki, tabular yanlış olan düşüncelerin doğru olarak benimsenmesi anlamına gelir ki, bu durum, bilincin inkarıdır. İnsan türü bilincini/tarihsel belleğini neden inkar eder ki?
Tabulara sığınmak belki de düşünmeyi gerektirmediği için tembelliği yeğleyen insan türünün bir sığınağı olabilir mi?
Korku neyi doğurur?
Korku korkuyu doğuracaktır; istediği de budur aslında…umutsuzluk ve korku bundan medet umanların/çıkar sağlayanların belki de en büyük silahı/kullandıkları güçtür. Umutsuzluğa kapılmış ve korkudan sinmiş bir kitle, boyun eğmeye hazırdır. Kitleyi denetim altında bulundurmak istiyorsak önce onun karşı gelmesini önleyeceğimiz bir takım yargıları/tabulaştırarak önüne koymalıyız. Sakın ha şu,şu,şu değerlere karşı gelme; sonra çarpılırsın…sonra demeliyiz sen artık bunları benimsemiş olduğuna göre artık şu,şu,şu olanları peşinen kabul etmişsindir. O da hemen yanıt olarak diyecektir ki, “evet”…tabuları bu şekilde genel bir değer yargısına dönüştürüp maddi bir güce eriştirdiğimizde ise artık sırt üstü uzanıp sonuçlarını görmekten büyük keyif alabiliriz. “sen/siz/senin/sizin iradesi yok oldu arık, ben/biz/bizim irademiz egemendir; ya benimsersin ya da benimsersin!”
İçlerinden biri kalkıp sorgular; neden? diye…tabuyu yaratanlar susarlar; çünkü onların gücü kendilerinde değildir. Tabuya inananlar bu söz üzerine hemen atılıp derler ki, “bunu nasıl sorgularsın? “
Tabuyu yaratanların gücü, ona inananların sayısı ile orantılıdır!?
Ona inanların sayısı!?
Önce kitaplar yakıldı. Suçlu bulunmuştu. Kitaplar. Yakılmalıydılar, ki dillerin, dinlerin ve kültürlerin kesintisiz tarihsel süreçlerinde var olan diyaloglar kopsun, parçalansın diye…Söz kopmadı diğerinden ne ki vakkanivüsler çala-kalem yazıp durmaktaydılar; tahribat diz-boyunu geçtiğinde bu kadarı da olmaz deyip isyan ettiler…
Yığınlarca işsiz vardı ve etiket hazırdı; yaftası yakalarında başladılar hem konuşmaya hem de yazmaya…Dünyalar keşfedilmiş diye yazdılar önce…Bar-barları çağdaşlaştırmalıyız dediler. Öteki deyip despot gördüler. Efendi yönetmeliydi ve dizginlemeliydi her şeyi; köleleştiler ve efendinin gözüyle gördüler kendilerini…
“üst-insan”, “üstün-insan” tanımları birer tabulaştırma eylemidir. Tabu konulan olgu tartışılamaz ve tabulaştırılan kişinin söz-eylemlerinde bir gerekçe aranamaz, sorgulanamaz; peşin-benimsemeyi gerektirirler. Bu durum, tabulaştırılan kişiyi/olguyu yüceltmez aslında, onu öldürür; onun ölümü üzerine onu tabulaştıranlar kendi istek ve düşünce ve arzularını ona mal ederek sorunsuzca/ve sorumsuzca elde etme şansını yaratmış olurlar. Tabu panzehirini mühründe taşıyan bir çökme/ölme şeklidir.
?Tabu koymak? çok eskilerden günümüze kadar gelen bir olgudur. Kaybolmasından korkulan şeyi/olguyu büyü yaparak zapt-u-rapt altına alan insan, zamanla büyüyü yitirince ?tabu? ile baş-başa kaldı. Bir zamanlar ateşi denetim altına almış olsa da, ateş bir top gibi avuçlarında dönmeye başladığında yarattığı eseri, ateş topunun içinden çıkartmak zorunda kalacaktı. Büyüsü bozulan tabu, killi mühür içindeki şeyi/olguyu koruyamaz olmuştu; o, saklı-kutusunda ebediyen çürümeye başlamıştı. İnsan bunu fark ettiğinde çok yara almış, müthiş kayıplar vermiş ve irdeleme zamanı geldi demişti. Mühür kırılıp tabu bozulacak ve saklı-kutudaki olgu gözlemlenerek tartışılacak ve didiklenip çözümlenecekti. Çürümeye karşı bir panzehir aranmaktaydı; tabulaştırmamak!
Tabulaştırmak, olguyu saklı-kutusunda sonsuza kadar çürümeye terk etmektir; ona değer vermek ve önemsemek değildir. Panzehiri mühürdedir.
Tabu dediğimizde ne anlıyoruz?
Tabular nelerdir?
Tabulara karşı neler yapmaktayız?
Hep başkalarından beklemek gerçekçi midir?
Tabular nasıl yıkılır?
Tabu gibi tartışmaya gizli-kapalı anlatım biçimleri var mıdır?
Örnekleyerek irdelemekte yarar olsa gerek.
“ağaç yaş iken eğilir” bir tabu mudur? gerçekten böyle ise/değilse tartışılmalıdır?!
Çocuğun toplumsallaşması sürecinde hata ve yanılgılarından uzaklaştırılmaya çalışılması “terbiye” ve “eğitim” genel başlığında onun eğilmesini ön-görüyor ise, çocuğun tarihsel belleğini geliştirmesi istenmiyor demektir. Kişi fizik ve düşünsel olarak eğilebilir/eğriltilebilir; ağacın yaş iken eğilmesi/çocuğun küçüklükten başlayarak düşüncelerinin yasaklanması kişide bir korku yaratır ve düşünce bir tabu olarak karşısına geçer. Bu tabu içselleştirildiğinde ise kişi düşünceden bir hortlaktan kaçar gibi uzaklaşır.Ve düşünmek, onun yerine düşündüklerini söyleyenlerin tekeline geçer. Tabulardan korkulur ve uzak durulmaya çalışılır. Tabu çözülürse kötücül olguların yaşanacağına dair paradigma/mistifikasyon kişiyi eğer. Eğmek, boyun büktürmektir, düzeltmek ise sindirmeden gelişmesine olanak sağlamaktır.
Eğmeyi ağaç ile düşünmek ve ilişkilendirmek gerekir. Ağaçların dik duruşları eğmek olgusu ile birlikte değerlendirildiğinde boyun bükülmesini çağrıştırmaktadır. İnsanın diğer türlerden farklılaşması dik durmayı başarması ile gerçekleşmiştir; tıpkı ağaçlar gibi.. Bu nedenle bu söylemdeki “eğmek” ifadesini “biçimlendirmek” olarak değerlendirmek doğru olmasa gerek. Diğer yönden kişi tam ve canlı doğmak ile oluşur ve hatta haklar yönünden ana-karnından itibaren hakların sahibidir. Neredeyse tüm memeli canlılarda yavrular çok önemsenir ve korunurlar, bu özellik insan türü için de geçerlidir. Ve fakat üzerine bu kadar titrenilen yavrunun ayrı bir kişi olduğu göz ardı edilerek “biçimlendirilmek” istendiğinde onun kendini sosyalleştirmesinin, kimlik edinmesinin önü ona önceden bir don biçmek suretiyle kesilmiş olacaktır. Bu olgu/sosyal yaklaşım sürüleşmek/sürüleştirilmek ile sonuçlanacaktır.
“Sürüden kopanı/ayrılanı kurt kapar” ana-ata sözünde bir tabu var mıdır?
Tabuların temel felsefesi, onlara dokunulduklarında kötücül durumların gerçekleşeceğine dair bir inançtır. Bu durum korkunun beslenmesi, büyütülmesi ve içselleştirilmesi ile olanaklı hale gelir. Yem olmak, kapılmak,yutulmak, işlevsizleştirmek korkuları bilinçlenme tabusu içinde gizlenmiş görünmektedir. Sürü sözcüğü bilinçli bir kitleyi çağrıştırmamaktadır; tam tersine bilinçsiz bir kitleyi temsil eder. Bu söz ile, kişinin kendine yabancılaşmayı benimsemeyerek sürü kitlesinden kopması halinde başına her türlü belanın gelebileceği öğretilmek istenmektedir. Bilinçlenmenin kendisi bir tabu konumuna gelmiş demektir; bilinçsiz kalmanın yeğlenmesi gerektiği önerilmektedir.
“Ata-sözü” bir tabu taşıyor olabilir mi? Neyi çağrıştırıyor?
Baba ocağı bir tabudur, oysa ana ocağı bir tabu değildir; çünkü ana-ların ocağı hiç düşünülmez ki -olmayanın- tabusu nasıl olsun değil midir?
Ana-sözlerin bir dayatma içermedikleri ve önermelerden oluştuğu onun görünen yüzünü oluşturmaktadır. Önemli olan, içselleştirildiklerinde oluşturdukları yargılar değil midir? Çoğu yargılar kuşaklar-arasında aktarılırken birer dayatma olarak zaten aktarılamaz; inandırılmadan benimsemek olur mu hiç?! Neden hep “atasözü” deniyor da “anasözü” denmiyor? Bu soru gerçekten çok mu anlamsız ve gereksiz? Tabuların bir kısmı korkular ile yaratılırlarken bir kısmı da inandırılarak yaratılırlar. İkincisi daha gizlidir ve keşfedilmesi, aşılması o kadar zordur; çünkü kişi kendine ilişkin bir yargı olarak ondan kopmak istemez. Ana/ata sözlerinden ayrımlar yapmak olanaklıdır. Örneğin -çok kaba bir örnek olsa da uyuyor- “Karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyeceksin” şeklindeki sözün tam bir atasözü olduğu açıkça görülmektedir; oldukça erk-egemen duruyor. Ana-sözü olamaz. Bu sözü hangi zaman dilimine atılırsa atılsın pozitif cinsiyet ayrımcılığı taşıdığı açıktır. Bu nedenle onu zaman ötesine atamıyıp ve eleştirerek yok saymak gerekiyor.Bu ve benzeri yok saymaları yaratabilmek için her şeyden önce erk-egemen olan gizli tabuyu mühründen sökerek kırmak gerekir; o mühür ise beyin dokularında gizlenmiştir…
İnsan bedeni/insan kutsanmış bir tabuya konu olabilir mi?
İnsan denilen türün araştırılmasını/evrimleşmesini, ne olduğunu, ne olması gerektiğini, ne olmadığını, yıkıcı mı/yapıcı mı/tüketici mi/köle mi/efendi mi olduğunu tartışmak/konuşmak/deneyerek öğrenmek neden tabu olarak karşımızda durmaktadır?
İmgeleri yaratan inan bir tür olarak diğerlerinden farklılaşmıştır. Bu durum onu hem yapıcı hem de yıkıcı yapan bir durumdur aynı zamanda. Her ne şekilde olursa olsun tabulaştırılmış/tartışılmaz/kıyaslanmaz bir üstünlük içerisinde olmaması gerekir; bunu söyleyen ve yaratanın da insan olduğu göz-ardı edilmemelidir; üstünlük fenomenine verilecek anlam, farklı olmak ile üstün olmak arasındaki ayrışımı netleştirecektir. O zaman şu söylenebilir mi? İnsan üstün bir canlı değildir !
İnsan kendini tabulaştırma gereksinimini neden duyar? Persona sözcüğü Latincede mask/maske anlamına gelmektedir. İnsan ne zaman mask-elenmeyi öğrendi ve bunun ile tabulaştırılması arasında bir bağ olabilir mi? İnsan kendini her yer/zamanda diğer canlılardan daha -üstün- görme eğilimi taşımaktadır! Tüm canlılara dokunan bu tür kendini dokunulmazlık zırhı ile koruma altına almaya çalışmaktadır. Bunu yaparken geçen zaman sürecinin binlerle katlanması üzerine kendi türüne de aynı muameleyi yapma eğilimine girmektedir. Aslında insanın kendini tabulaştırma eğilimi kendini yer-yüzünün/kainatın merkezine koyma ve böylece doğa güçleri karşısında güçlü olma istencinin bir sonucunda ortaya çıkmıştır. Daha sonraki süreçte bu durum onun egemen olma istenci ile örtüşünce de maskelenmiş ve mitsel bir değere bürünerek onu tabulaştırmıştır.
İnanç sistemleri ve tüm inanışlar gerçek yaşamdan kaynaklı ve önemli olgulardır. İnançların dayatılması/baskı aracı olarak kullanılmaları o inancın kendisi ile ilgili olmayan sosyal realitelerdirler. Bunun gerçekleşebilmesi ?dayatma/baskı aracı olmaktan çıkarılmaları- ise, inançların öznelliğinin korunması ile olanaklı olacaktır.
Peşin/ön-kabule dayalı bir amaç öznenin yok sayılmasını ifade eder. Düşünmek ve konuşmak sadece insan türüne ilişkin değildir. Orangutanlar meta-alış-verişi yaparak ticaret ile ilgilendikleri gibi, çok tür hayvanlar üzerinde yapılan araştırmalardan yaklaşmakta olan tehlikenin türü, şekli, ebatları ve şiddeti konusunda çıkardıkları ses türlerine göre konuştukları, yunusların kıtalar arası iletişim sağladıkları, fillerin insanın duyamayacağı düşük frekans ile doğum anını, tehlike anını ve yerini bildirerek iletişim kurdukları bilinmektedir. Böyle olunca Akıl denilen düşünce yalnız insan türünün kullandığı, geliştirebildiği bir yeti değildir.
Maymunlar üzerinde bir deney yapılır. Belki çoğunlukça bilinen bir olaydır ve fakat vurgulayıcı olması ve tabular ile yakından ilgili olması nedeniyle oldukça ilgi çekicidir; Bir kafese 5 maymun konuluyor. Kafesin tavanına bir muz bağlanıyor ve elektrik akımı veriliyor. Bir maymun sıçrayıp almaya çalıştığında çarpılıyor ve düşüyor, ikinci maymunda aynı şekilde çarpılınca diğer üçü muza uzanmak istemiyorlar. Çarpılan maymunlardan biri kafes dışına alınıp bir yenisi konduğunda yeni gelen maymun muza hamle yapmak isterken içerideki ilk çarpılanlardan diğeri hemen engel oluyor. Daha sonra akıma çarpılan diğer maymun çıkarılıp yenisi kafese konulduğunda bu kere yeni maymunun hamlesine diğer hapsi birlikte engel oluyorlar. Kafesteki ilk beşin içinde bulunan 3 maymun çıkartılıp 3 yeni maymun konulduğunda ise bu üç maymunun hamlesine diğer ikisi engel oluyor. Ancak dikkat edilirse bu iki maymun engel olmaları gerektiğini bildikleri halde nedeni konusunda hiçbir bilgiye sahip değiller. Bilginin türün bireyleri arasında aktarıldığı ve nedensiz de olsa bir yargıya dönüşebildiğine dair önemli bir gözlemdir.
“Üstünlük” görecelidir; buradan şu sonucu çıkartmak mümkün müdür? “mükemmel yoktur”, mükemmel olmadığı konusunda hem-fikir olunursa eğer şu da hemen söylenebilir; her olgu tartışılabilir, ön-kabule bağlı tüm olgular tartışma dışında bırakıldıklarında artık o olgunun varlığı/yokluğundan ziyade bir üst değer olarak korunması/tabulaştırılmasıdır söz konusu olan. Böyle olunca tartışmaya kapalı tüm olguların gerçekliği tartışılır durumda olacaktır. O zaman gerçeği bulmak nasıl olanaklı olacaktır?
?Ve kadınlar
bizim kadınlarımız:
korkunç ve mübarek elleri
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yarimiz
ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen?
N.Hikmet Ran
Neolitik dönemde öküzün sabana koşulması ile kadın üretim halkasında ikincil bir duruma düşmüştür. Oysa ki kadın, tarımın temel üreteni ve taneli bitkilerin yaratıcısıdır. Yeri öküzden sonra gelen kadınlar beş-bin yıllık bir yükü tekerlekleri yek-pare meşe olan kağnılar eşliğinde yürütürlerken ?ana? kavramı ve olgusu kadından ayrıştırılarak tabulaştırılmaktaydı; ana ve kadın Nazım?ın dizelerinde eş zamanlı kullanılmış ise de o, aradaki çelişkiye vurgu yapmaktadır ve temel tabuyu kırmak istemektedir. ?anamız, avradımız, yarimiz? dizeleri çelişkiye temas eden bir anlatım taşır.
Kadın hem tabulaştırılan -ana olarak- hem de küçümsenen/sömürülen ?kadın olarak- aynı kefede bulunabilir mi?
Ana iken kutsanan, kadın iken hor-görülen analar aynı kefede olamazlar. Ana üzerindeki tabu onun da bir kadın olduğunun görülmesi/benimsenmesi ile aşılacaktır. ?Üretim ilişkisi ? içerisindeki kişiler, fizyolojileri gereği farklı üretimde bulunsalar da her aşamada cinsiyet arka plana itilmeli ve kadının karar organlarında öncelikle sayısal olarak çoğalmalarının sağlanması ile ilk adım atılmalıdır. Ana çok değerlidir ve fakat kutsal değildir. İnsan çok değerlidir ve fakat kutsal değildir. Bir olguyu kutsallaştırmak bir yönü ile onu tabulaştırarak yok etmek/pasifize etmek sayılabilir mi? Neden olmasın!
Kadının analitik düşüncesinde erkekten daha gelişkin olduğu bilinmekte ve fakat ört-bas edilmektedir; buna rağmen neden ikincil konuma düştüğü ve ana üzerinden tabulaştırılarak suskunlaştırılmış olduğu sorusu hala güncelliğini korumaktadır.
Daha güçlü olduğundan/daha dayanıklı olduğundan böyledir, öyle olmasaydı erk-egemen düşünceyi asla benimsemez ve taşımazdı; o, sömürülmesine katlanacak kadar güçlü olduğu için -rahim olduğu için,kadın olduğu için- ikincil pozisyona düşmüştür; aşamayacağı bir olumsuzluk değildir -buna gücü fazlasıyla yetecektir-
Doğruluğu/yanlışlığı irdelenemeyen, karşı-düşünce geliştirilemeyen, peşin-benimsemeye bağlanan ve tartışılmasından korkulan, bireysel/toplumsal yaptırımlar ile korunma altına alınıp dikte ettirilen tüm paradigma/düşünce sistemi/söylem düşünceden korkmanın tam karşısındaki ve onu besleyen bir tabu olarak görülebilir mi?
?doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar?
Nasıl olsa “sıfır” keşfedilmiş ve sayıları onlara katlayarak büyütebilmektedir, hem de tedrisatın içinde…Köyler kentlerden daha kadim sosyal üretim birimleri olmakla ne kadar çok köy dolaşılır ise o kadar bilgi, deneyim kazanılmış olacaktır. Kovarak yerinde sayanlar/kalanlar düşünmeli, ne kaybettik diye!
Kesinlikle bu sözde tabu vardır. Doğruları bilip dile getirememe/toplum dışına atılma korkusu, yanlışa sür-git katlanmak; sürüleşmek-sürüleştirilmek tabusu …
Korku olmadan tabu var-olamazdı. Tüm tabular korkutma temelinde varlık kazanırlar. Korku belirlediğiniz gibi sosyal bir olgu olup /insan türünde dürtüden çok kültürel ve kalıtımsal aktarılan bilinçsel süreçlerin toplamıdır. Tüm canlıların yavruları suya bırakıldığında hemencecik yüzeceklerdir, fakat insan yavrusu -bırakın yavruyu yüzme bilmiyorsa büyük de olsa- suda boğulur; çünkü ona korku aşılanmış, aktarılmıştır. İnsan korktuğu/korkutulduğu için boğulur -fizik/biyolojik terslikler dışında-
“el ile gelen, düğün bayram”
Julien Benda ne diyor; ? Entellektüelin misyonu, dünyanın efendisi haline gelmiş haksız ve yanlış karşısında, cümle alem diz çökerken bile, ayakta kalıp, ona insanlık bilinciyle karşı çıkmaktır.? İnsanlaşma sürecinde sürüleşme hastalığı ile sakatlanan insan türü doğal ve toplumsal yıkımlar, haksızlıklar, yanılgıları ortaklaşarak giderme eğilimine girmiştir. Yanılgıya bağlı bir düşünce ya da edim/sizliğin doğuracağı sonuçlardan ziyade yanılgı ise ortaklaşılmasını ön-gören, Julien Benda?nın belirlediği entelektüel duruştan uzak durmayı öğütleyen bu düşünce, birikimsel farklılaşmaları birer korku duvarına çevirmekle özünde düşünce ve eylemin özgürlüğünü sürü içinde eriterek haklılığı arama düşüncesini baskılamakta, ötelemekte ve dinginleştirerek suskunlaştırmaktadır; buradaki tabu, hak arayışından duyulan koku ve yalnızlaştırılmadır.
“kızını dövmeyen, dizini döver”
Kadın cinsine yöneltilen bu yargı kadının kendi başına bırakılmaması gerektiği düşüncesine dayanır. Öyle bir düşüncedir ki, kadının yanlış davranacağı peşin kabul görmektedir. Tüm insanlar yanılabilir, hata yapabilirler; ancak kadının yapacağı yanılgıyı ön plana çıkartmak, doğaldır ki pozitif bir cinsiyet ayrımcılığına dayanmak zorundadır. Kız çocuklarının büyüme çağında sürekli terbiye edilmeleri -ki sözde dayaktan bahsedilmektedir- erkek çocuklar için ön-görülmüyorsa, erkeğin yanılgısının peşinen hoş-görü ile karşılanacağı düşüncesi egemendir. Eğitim ve öğretim bir yükümlülük olduğu kadar bir haktır. Şiddet ise hiç bir zaman bir eğitim yöntemi olamaz. Kadınlarının yanılgılarını kendi yanılgısı ile eş değerde görmeyip onu ezerek büyütme düşüncesine dayalı toplumsal bu tabunun kendi çelişkisi, çocukların o küçümsenen kadının kucağına teslim edilmesi ile antagonist/giderilemez bir çelişkidir. Kadının kendisi tabunun öznesine dönüştürüldüğünde toplumsal yapı onun altında kalır. Kaçınılmaz bir sonuçtur bu.
Elias Canetti diyor ki; ?Tabular yüceltilmek ve yıkılmak içindir?
Yazan: Nejdet Evren
Ekim 2010, Batı