Hiçbir yolculuk nedensiz değildir. Uzun ya da kısa fark etmez, gizli bir öğretinin nesilden nesile taşınması gibidir yolculuklarımız. Zaman aktıkça bu gizli öğretinin üzeri, sıra sıra katmanlarla örülür ve geriye yalnızca yolculuğun kendisi kalır. Öyle ya, bizler sırlarımızın ne kadarını biliyoruz! İçimizde büyüttüğümüz örüntüler hangi gizlerimizi saklıyor? Ve yollara düşerken, hangi gizil güçler ateşliyor derinlerimizdeki kavı?
Solgun mavi 50NC’nin kirli koltuğuna sığınmış gözlerime bozkır akarken, beni Elko Ebeme götüreni bilmeyişim de kuşkusuz bu yüzden. Aklımdan sayısız olası neden geçiyor; tutkularımı, inançlarımı, planlarımı ve ilişkilerimi sorguluyorum; ama boşuna, aradığım şey benden çok uzaklarda. Magmamdan fırlatılmış serseri bir lav parçasıyım ben.
Omzumu yasladığım camın ardından dümdüz uzanan Haymana Ovası’na dalıyor gözlerim. Ekinleri biçilmiş tarlaların başak sapları, güneşin sıcağını harmanlayıp yüzüme vuruyor. Niçin buradayım? Doğup büyüdüğüm bu topraklara ihanetimi bağışlatmaya gelmedim. Ezikliğimde doğdu ihanetim, bir sızı olarak hep içimde yaşayacak ve ikimiz birlikte öleceğiz. Biliyorum, ağır bir bedel, ama zamanı geldiğinde ödenmesi gerek.
Belki de acımı hafifletmek için otobüsün içine döndürüyorum yüzümü. Şıhbızın Kürtçesiyle konuşan, yoksul görünümlü, kadınlı, erkekli, çocuklu bir yığın insan. Bense ürkünç bir yaratık gibi duruyorum aralarında. Yanımdaki koltuk bu yüzden boş bırakılmış, kimse yanımda oturmaya cesaret edememiş. Kelimesi kelimesine anladığım, ama bir tek cümle bile kuramadığım ana dilim, bu erişemediğim kalabalığın dudaklarında ölü bir dilin tınılarını yayıyor sanki. Şıhbızınlığın yabansı ve sert mizacının dil öncesi bir çağla kurduğu bilinçaltı bir ilişki mi yoksa bu?
Bende uyanan duygular, kuşkusuz benim düşlerim, suçları da bana ait olan yaralarım. Gerçekte, dil onlar için sıra dışılık olmaktan çok uzakta. Sesleri ve suretleri tam bir bütünlülük içinde… Yüzlerine bakarak da anlıyorsunuz konuşmalarını. Sol tarafımda koridorun öte yanındaki koltukta oturan orta yaşlı adamın yüzü de öyle, fırsatını bulduğu an “Kimlerdensin?”diye soracak. Böyle bir soruya kendimi hazırlamalıyım.”Ahmet’in oğluyum” desem, “Hangi Ahmet?” diye üsteleyecek. En iyisi “Elko ile Resso’nun torunuyum” demek. Savaş yıllarında köyün üç bin beş yüz küçükbaş hayvanıyla birlikte sır olan Resso dedemi hiçbiri bilmiyor olamaz. Nerdeyse asırlık bir çınar gibi dallarıyla evlerin pencerelerinden içeri süzülen, bütün bahçeleri kökleriyle istila eden Elko Ebemse, basma fistanlarla sarılı bir mumyanın tazeliğiyle köyün belleğinde canlılığını koruyordu hala…
Her gelişimde beni karşılayan kavurucu güneş ve topraktı; kerpiç evlerin toprak damlarını, dar köy yollarını, bahçelerde sıklaşan ağaçların dallarını bir kez olsun karla örtülü görmedim. Yaz tatillerinde birkaç kaçamaklı benimkisi; Eylül olmadan soluğu Polatlı’da alırdım. Öğle vakti güneşi yine yakıcı ve hoyrat… Otobüsten inerken tutunduğum kaporta elimi dağlıyor.
Çocukluk anıları her şeyi olduğundan büyük anımsatıyor insana. Otobüs durağından evimize giden yol bu kadar kısa mıydı? Can çatlasa yüz metre ileride görünüyor samanlığın kahverengi duvarı. Bu küçülmeden bütün köy de payını almış gibi. Nerdeyse bir minyatür köyde olduğum duygusuna kapılıyorum. Üstelik bir terk edilmiş havası bütün ağırlığıyla üzerime yığılıyor. Ne bir kıpırtı ne de bir ses. Geriye dönüp boş durağa bakıyorum. Bütün bir yolculuk düş oyunuydu sanki!
Samanlıkla komşu ev arasında kalan dar geçitten ilerleyerek avluya gidiyorum. Sessizlik burada da hüküm sürüyor. Avlunun ortasında bulunan çeşmenin dibindeki gri yassı taş kupkuru. Sol tarafımda kalan evimiz yine beyaz badanalı, yine esrarlı, revağın toprak damında bürüyen otları bulunduğum yerden seçebiliyorum. Avlunun ön cephe kapısı hafif aralıklı…
Bu küçük aralıktan tantanalı bir yaşam, renkli bir karnaval sızacak gibi geliyor bana; avlunun sıradanlığını, ıssızlığını silip süpürecek bir festival! Kızıla çalan tüyleriyle etrafımda sevinç turları atacak yaşlı köpeğimiz Makkal’ı düşlüyorum sonra. Birkaç köpeğin onu boğazladığı haberini aldığım o günden bu yana kaç yıl geçti acaba? Zaman incecik bir dere gibi, usul usul içime akıyor, belleğimi de önüne katıp bilinmez yataklarında kayboluyor.
Çeperimde Muhacir, Yörük, Çerkez, Tatar ve Kürt köylerini geçerek atıldığım bir bozkır iklimi. İlk yerleşiklerin toprak ve saman harcıyla kalıplara döktükleri kerpiçleri, kamıştan ve yine topraktan damları… Yedi bin yıldır değişmeyen bir mimari… Avlu girişine öylece bırakılmış oymalı mermer taşın yabancılığı sırıtıyor yalnızca, bu değişmeyen mimaride. Belki de çocukluğumun ilk bilmecesi, bugünün üç gözlü toprak damlı evlerine bile fazla gelen bir pırıltı, sırrına çok sonra erdiğim Frig lahit kapağının nadide parçası. Avlunun duvarıyla bitişik gösterişli konukevinin, geniş salonunda zikirler yapılan, çerçiler, gezgin berberler ağırlanan, savaş boyunca da Yunan birliğinin komutanı tarafından el konulan şömineli Oda’nın kahverengi temel taşı da fazlaydı çağıma. Üzerinde bulunan tuhaf yazılar, anlaşılmaz şekiller düşlerimde açımlanıyordu bazen. Yere serilen yün yatağının, esrarın ve Elko Ebemin hikâyelerinin çobanlığında sürükleniyordum düşe. Oda’nın bir koridor gibi uzanan sofasında buluyordum kendimi. Sayısız yüzle karşı karşıya geliyordum sonra. Kahverengi taşın önünde ansızın belirip kaybolan genç yaşlı sayısız surat. Hepsi de köyün en gösterişli misafirhanesinin konuğu olmuş yabancılardı. Taşın önünde belirir belirmez içlerinden yazıları okuyor, sonra da görünmez oluyorlar.
Kutsal bir taşa tapınırcasına sırlanan bu yüzler arasında kendimi görür gibi olmuştum bir düşümde. Diğerlerinden daha fazla kalmıştı orada. Böylece onu dikkatlice gözleme fırsatı bulabilmiştim. Aynadaki yasımdan farksız olan bu adam ben ‘ben’ olamazdı, kuşku götürmez bir açıklıkla bunu ayrımsamıştım. Tam bu sıra tüylerimi diken diken eden bir şey oldu. Sağ elini göğsüne götürdüğünde, orada, kalbine saplanmış bir hançer olduğunu gördüm. Hançer sapına değin ete batmıştı ve beyaz gömleğinden kuşağına doğru incecik bir kan sızıyordu. Sarı sapına doğru uzattığı eliyle hançeri kavrayıp usulca çekmişti sonra. Kahverengi taşın zerindeki küçük bir boşluğa bırakmıştı bıçağı. Ardından baş ve işaret parmaklarıyla sapı iyice içe doğru itmişti. Böylece hançer görünmez olmuştu. Kalbinden çıkardığı hançer ve diğer yüzler gibi. Oda gözden kaybolur kaybolmaz korku içinde uyanmıştım. Hava henüz aydınlanmamıştı. Ancak nahır gittikten sonra Oda’ya gidecek cesareti kendimde bulabildim. Kahverengi taşın önüne ulaştığında, taş üzerindeki deliği fark ettim. Bu deliğe bir hançer rahatlıkla sığabilirdi. Eğilip baktığında aşağı doğru bir eğilimle uzanan delik dipsiz bir kuyuya benziyordu.
Elimi yüzümü yıkayıp, biraz olsun serinlemek için çeşmeye yöneliyorum. Önce musluk yakıyor elimi, sonra da kaynar su. Bir süre boş boş akmasına izin veriyorum. Ardından ılıyan suyla yıkıyorum yüzümü.
Dört basamaktan oluşan merdiveni ağır ağır tırmanıp revağın gölgeli serinliğinde alıyorum soluğu. Tam bu sıra dış kapı açılıyor. Derinleşen hatları, öbek öbek dağılmış kahverengi lekeleri, patikaları ve ovalarıyla bir atlas gibi açılıyor Elko Ebemin yüzü! Bu dipsiz haritaya bakıyorum ve kaybolmuş yazıtların, şifreli sözlerin açımlandığı, dağılmış parçaların tek tek yerlerini bulduğu çözülmüş bir bulmaca gibi ışıldayan gözlerinin, ihanetimi kalın bir zırhla kapadığını görüyorum. Yine huzursuzluğum yatışmıyor, suretime bir yafta gibi yapışan suça ve ihanete yazgılıyım ben.
Usulca eğilip, damarlı sağ elini ellerimin arasına alıp öpüyorum. Sonra da eğreti bir acemilikle elini anlıma götürüyorum. Açığa çıkmamış son izler siliniyor yüzünden. Başımı avuçlarıyla kavrayıp omzuyla boynu arasına yaslıyor…
Gaz lambasını titreyen alazları beyaz duvarlarda oynaşıyor. Kırılgan çiçeklere benziyor, en küçük dokunuşta dağılıveren ilkyaz tazelerine, köyün gündelik yaşamının bir parçası olan elektrik kesintileri yüzünden bu ışık oyunlarının farkında değil Elko Ebem; pütürlü dudaklarından yankılanan sesinin büyünün tutsaklığında olduğunu bilmiyor. Efsanevi yedi başlı ejderhalar, uçan ok yılanları, tan vakitlerinde güneş ışıklarının yansımalarıyla gelinlerin biçimlendiği kuytulara gizlenmiş hazineler ve kılıktan kılığa giren ermiş hikâyeleri beni büyülerken, onda hiçbir esrime yok. Ama soluk vermeden anlatmayı devam ettikçe, bu tekdüzeliğin incecik bir zar gibi soyulduğunu ayrımsayorum. Gizliden gizliye bir dokuma başlıyor sonra, aramızdaki yüzeysel bağa eklemlenen kopmaz lifler, zayıf dokuları ustalıkla çevreleyerek kışkırtan bir maceraya sürüklüyor onu. Koca bir ömrü tüketmiş yaşlı bir taşra kadını için en mahrem sayılan şeyi, aşklarını gün ışığına çıkarıyor böylece. Parlayıp sönüveren tutkulu ergenlik aşkları, hepimizin belleğinde kazılı masallara öykünen platonik mide kasılmaları… On yasağın en sahipsiz bırakılmışı… Sıraladığı isimler zihnimden akıp geçerken ne bir imge çıkıyor ortaya nede bir yüz. Kafa karıştıran bir illüzyon gösterisinin içbükey aynalarından beliren anlamsız şekillerin ansızın kaybolması gibi. Yine de belleğimden silinmek üzere olan bir köye beni sürükleyenin bu gösterinin derinlerinde gizlendiği duygusuna kapılıyorum. Şapkasından tavşan çıkaracak bir sihirbazın gözleri var Elko Ebemde. Ağustosböceğinin müziğine sokulan sabırlı ve mağrur sesinde yatıştıran bir ağı var:
“Yine de insan yalnızca bir kez sevebilir, derler. Cennette yanında olabileceğin tek bir kişiyi sevebilir. Biliyorum, karanlık bastırıp küçük odamdan beni yalnız bırakınca yüreğime saplanan acı, bu gerçek sevginin meyvesi. Bazı şeyler hiçbir zaman unutulmaz. Yolunu kaybetmiş yolcuya yolunu bulduran bir muskaya benzer. Acın seni kefenine sağ salim götürdüğünde derin bir soluk alıp gözlerini kaparsın. Sevinç ise gülen yüzüyle aldatır insanı; kendisine kapılanı rüzgâra tutulmuş bir yaprak gibi bir o yana bir bu yana savurup durur. Bu yüzden Resso Dedeni yitirdiğim Yunan Savaşı’nın anıları bir an olsun çıkmıyor aklımdan. Rüyalarımda bile rahat bırakmıyor beni. Acı böyledir oğlum, bir parça olur sende, her geçen gün biraz daha bulaşır bir acı yumağı topu çıkarsın sonunda.”
Bu sözler, bu sözler çok yakıcı. İçimdeki buhranı sinsice körüklüyor, ateşe veriyor beni. Tepemde çırağlar ve kararmış kamışlar yanacak, bizi de alıp kavuracak sanıyorum. Sesim soluğum çıkmıyor, dinmiyor hastalıksı sessizliğim. Dersini parlatıp kendini kadim bir yontuya dönüştüren Elko Ebemin ısısıyla eğilen bir demir gibiyim. Beni bir bataklığa sürüklüyor, ötesi bilinmez bir kara deliğe:
“On altıma yaşıma yeni basmıştım ve babana gebeydim. Ekmeğimiz, katığımız eksik değildi, kapımızın önünde kan kurumazdı hiç; kayınbabam, toprağı bol olsun, her gelen misafire yaşını doldurmuş bir tokluyu kurban ederdi. Ama dört bir yandan gelen felaket haberleri ekmeğimizi kursağımıza tıkıyordu. Yunan geliyordu ve toprağımıza, namusumuza el uzatıyordu. Bıyıkları yeni terlemeye başlayan üç beş gencin dışında köyün bütün ahalisi kadınlar, yaşlılar ve çocuklardı; ardı arkası kesilmeyen savaşlar gençlerimizi elimizden almıştı. Ama şikayet eden yoktu. Kanımızdaki alaz, ölüm korkusunu ve evlat acısını söküp atmıştı yüreğimizden.”
Birden konuşmasını kesip hemen sol taraftaki pencere boşluğunda tik taklayan üç ayaklı saate bakıyor: Gece yarılanmış. Bakışlarıyla yüzüme örtünüp bir uyku ya da yorgunluk belirtisi arıyor, ama onun yörüngesinde sapasağlam duruyorum. Avlunun dışından gelen acı inek böğürtüsü bozuyor seslerimizi. Bıçakla kesilmişçesine ansızın sönüveren kısacık bir zaman. Gözleri hala üzerimde, sağaltan bir metafor sürüyor yaralarıma. Aradan kaç yıl geçti? Diyor. Benim yerime ezikliğim cevap veriyor. Bilmiyorum. Çıkamıyorum kovuğumdan tamamen iyileşmeden onunla yüzleşmeye cesaretim yok. Çaresiz dinliyorum onu; bahçesini temizler gibi temizliyor belleğini, uzak yollara düşüyor:
“Bir gün gelen bir haberle köy çalkalandı. Mustafa Kemal gizlice İnler Köyü’ne gelmiş ve orada attan düşüp kaburga kemiklerini kırmıştı. Köyün ileri gelenleri zaman geçirmeden yola çıktılar. İki saat sonra düş kırıklığı içinde geri döndüklerinde, Mustafa Kemal’in Alagöz’e götürüldüğünü öğrendik. Çok merak ettikleri o kasırgalı yüzü görememişlerdi. Üstelik beraberlerinde getirdikleri haberler de iç açıcı değildi. Bahçecik’le Karapınar arasında sayısız askerimizi Mangal Dağı’na şehit vermiştik. Savaş çetin geçiyordu, mevziler sürekli el değiştiriyordu ve yarın ne olacağını kimse bilemiyordu.
“Bir gün sonrasıydı, Topkaya yönünde atlılar belirdi. Ave Zırav’dan sulandıkları belliydi, tozu dumana katarak geliyorlardı köye.
“Köyü bir telaş aldı. Kadınlar, gençler tek sığınakları evlerine kapanıp içeriden kapıları sürgülediler. Yaşlıların yapabilecekleri fazla bir şey yoktu; bekleyeceklerdi. Bense ahırın önündeki siyah dutun altında dedeni bekliyordum. Söğütlere su vermek için çayıra ineli çok olmuştu. Bu kadar gecikmesi beni korkutuyordu. Onu görebilmek umuduyla aşağıya doğru uzanan bahçelere dikmiştim gözlerimi. Bu arada atlılar köyün içine girince gözden kaybolmuşlar, az sonra da büyük bir patırtı kopmuştu. Atılan çığlıklar, bağrışmalar yüreğimi durduracaktı neredeyse. Meydandan yayılan sesler kulaklarımda uğulduyordu. Dizlerimi karnıma doğru çekmiştim ve gitgide küçülüyordu. Köşeye sıkışmış, korku içinde yakalanmayı bekleyen yabani bir hayvan gibiydim. Ansızın omzuma değen bir elle irkilerek kaykıldım. Ardından o tanıdık ses geldi: “Korkma kızım, benim.” Karşımda Rum Totri’yi görünce rahatlamıştım. Yüzündeki acı hala silinmemişti ve kırçıl saçları her an acısını tazeliyor, acısına yeniden hayat veriyor gibiydi. Kolay değil tabi, çok değil, geçen hafta Ankara İstasyonu nu bombalayan Yunan tayyareleri şimendifer memuru oğlunu elinden almıştı. Haberi alır almaz hemen Ankara’ya gitmiş, biricik oğlunun cansız bedenine kavuşmuştu. Oradan Sivrihisar’a geçip, oğlunu baba toprağına emanet etmek istiyormuş, ama savaş kol gezerken bunu yapamayacağını anlamış ve oğlunu da yanına alarak bin bir zahmetle gerisin geri dönmüştü.
“Totri, köyün kalbinde iyi yer edinmiş biriydi. Neredeyse bütün çevre köyler onun sattığı basmaları giyerdi. Onu herkes sever, sayardı. Oğlunun cesedini kendi avlusuna gömme isteğine kimse karşı çıkmadı bu yüzden. İşte o Totri, beni ardına düşürüp meydana doğru götürürken, dedenin yokluğu daha o an içimi kemirmeye başlamıştı”
Dudaklarından dökülen sözcükler ağır ağır uçuşurken odaya, yayılan yas havası çeperlerimi zorluyor. Okuduğum kitapların, izlediğim filmlerin kanlı savaş sahneleri mi kuşatıyor beni? Yoksa acıya koşut giden acıyla serpilen dipsiz bir aşk masalı mı? Neden onun boğazında düğümlenen seslerin zehriyle sıkışıp boğuluyorum?
Aslında her geçmiş, gerçekliğe değmemiş bir kurmaca gibi geliyor bana. Hayat da bu kurmacaların toplamı! Ve avuntu, kurmacanın başladığı yerde son bulur, sırça yüzeylerin dağıldığı yerde. Avunmak yetinmektir, başka bir şey söylenemez. Ama ben Elko Ebemin duyulan sesiyle yetinmiyor, öküzün altında buzağı arıyorum ya da mutlak altta olması gereken iç içe geçmiş sayısız katmanı… Ne olursa olsun şu an yadsıyamayacağım tek şey onun öyküsü. Bıraksam soluk almadan sonsuza dek anlatacak. İçime kurt düşüyor bu, kim kimin aşına zehir kattı, kim kimin yastığının içine ejderha resimleriyle bezeli muska sakladı?
Meydana ulaştıklarında sevinçli bir kalabalık karşılamış Elko Ebemle Totri’yi. Atlarından inen Türk süvarilerinin karşısında duran Resso, kayıtsızca Elko Ebeme bakıyormuş. Bunu söylerken sitemden çok şaşkınlık vardı yüzünde. O anın sıcaklığından bir şey eksilmemiş, içinde kopan fırtınalar dinmemişti.
Dedem süvarilere dönmüştü sonra. Yaklaşık on iki-on üç kişilermiş ve omuzlarına astıkları tüfeklerinin altında yüzleri incecik görünüyormuş. Neredeyse köyün bütün çocukları, yaşlı erkekleri, hayvanlarının çobanı Melhusen, askerlerin ayranlarını bitirmelerini elindeki boş siniyle bekleyen Mazen, Resso Dedem ve birkaç yaşlı kadın can kulağıyla birliğin komutanını dinliyormuş. Elko Ebem, bozuk Türkçesiyle bölük pörçük anlayabilmiş olmalıydı konuşmaları. Ama belki de sezgileriyle kavrıyordu. Yunan’ın hem soluğu hem de topları göğün duvarlarında ıslıklanıyordu. Karapınar’ın sırtlarını döven gülleler Kavak’ın yer altı şehirlerinde, Frig su kanallarında yankılanıyor, havaya karışan toz duman toprağa düşerken yeni bir tabakayı dokuyordu sanki.
Açlıkla burun buruna gelmiş Yunan askerinin yağmasından korumak için köyün bütün sürüsünün doğuya doğru kaçırılmasına o gün karar verilmiş. Böylesi ağır bir işi Melhusen’in tek başına yapmasının zorluğu düşünülürken Resso Dedem de bu iş için yardımcı seçilmiş. Elko Ebemin anlattığına bakılırsa, daha askerlerin köyden ayrılırken kaldırdıkları toz bulutu yere düşmeden başlamış hazırlıklar. Köyün dört bir tarafından getirilen koyunlar ve çok az sayıda keçi meydanda toplanıyormuş. Hepsinin çıngırakları boyunlarından çıkarılmış, savaşın kazanılacağı günde yeniden alınmak üzere kilerlere saklanmıştı.
İnsana baygınlık veren bir sıcak varmış ve dedeme tarhana çorbası pişiren Elko Ebeme koyun melemelerinin uğultusu geliyormuş yalnızca. Holden başını uzatarak oturma odasının sedirinde dizleri üzerinde oturan Resso’ya bakmış bir ara. Elindeki sarı saplı hançer bir ışık kütlesi gibi görünmüş ona. Hayatın, gitgide dallanıp budaklanan, çatallanan ve özsuyunu uçlara taşıdıkça zayıflayan bir ağaç olduğunu o an anlamış.
“Taş ustaları dedenin yüzüne duvar örüyorlardı sanki. Yükseldikçe gözlerini örten yıkılmaz bir kale. Nedendir bilmiyorum, o surlardan içeri girmeye çalıştım. Son bir umut, son bir çırpınış… Ama bir kez olsun ona gitme demedim, diyemezdim. Bir tas su dökerek arkasından bakakaldım.
“O gece gök kızıla boyanana değin gözüme uyku girmedi. Pencereden çok uzaklara, yıldızların harelendiği uzaklara baktım durdum. Uykuya teslim olduğum zamanı hatırlamıyorum. Dış kapının gıcırtısıyla uyandığımda karşımda sabah namazından dönen kayınbabamı gördüm. Yunan köye girmiş, kapı ve pencereleri sıkı sıkıya kapatmalıymışız. Böyle söyleyip tekrar dışarı çıkmıştı. Gule Ana da uyanıktı. Arkasından kapıyı sürgüledik.”
“Gün boyunca ardı arkası kesilmeyen haberlerle oyalandıktan sonra. Yunan bütün malımıza, ekmeğimize el koyup, bizleri aç sefil bırakmak niyetindeydi. Aslında fazla bir malımız da kalmamıştı. Ankara’dan gelen emir üzerine hasadımızın beşte birini orduya teslim etmiştik. Kalan ürünün bir kısmını değirmene vermiş, iki üç teneke buğdayı da kaynatıp bulgur yapmıştık. O yıl yeterli ürün toplamayanlar askere istihkak için birer ikişer sığırı hükümete teslim etmişti.’’
Gece uzuyor. Uzadıkça incelip kopmaya yüz tutan bir lastik gibi yerleşiyor içime. Elko Ebemin yuvarladığı her sözcük taşınamaz ağırlıklarla yüklü. Sanki senaryosu çok önceden yazılmış bir oyundayız. Topu topu üç kişilik bir oyun. Ağdalı Kürtçesiyle yaşlı bilgeyi oynuyor Elko Ebem. Figüranlar arasında güç bela seçiliyor Resso Dedem, bir bakıyorsunuz dingin sularda kımıltısız bir kuğu, sonra yok oluyor ansızın. Benimse repliğim yok… Yaşanılmış bir ömrün dolduramadığı koca boşluğun toplamı utanç ve sessizlik. Yakılan Kürtçe ağıdın boşalttığı gözyaşları da ıslatamıyor içimdeki kuruluğu. Sesi titriyor Elko Ebemin, yüzü boncuk boncuk. Yatsı olmadan tek başına köye dönen Melhusen’in kanlı ölüsüne ağlıyor. İki tüfek atımıyla Totri’nin basma dükkânının önünde dedemin sırrıyla birlikte yere serilen Melhusen’in zavallı sahipsizliğine. Belki de kendisine ağlıyor; hikâyesinin düğümlendiği o gece, sonraki sancılı gecelerinde filizlenip boy verecek bir tohumu ekmişti yüreğine.
Melhusen neden geri dönmüştü? Üstelik tek başına! Köyün bütün binek hayvanları orduya teslim edilmişken Totri’nin kapısına bağladığı katırı nereden bulmuştu? Ve duvarında peygamber ikonası asılı Rum’un evine onu götüren neydi? Dışarı çıkar çıkmaz vurulmuştu. Devriye gezen Yunan askerlerinin Türkçe “Dur! Dur!” bağrışmaları üzerine şimendifer memurunun mezarı üzerinden atlayarak kaçmaya başlamış, ama evle bitişik olan basma dükkânın sekisine yüzüstü düşmüştü.
Yıllar önce yaşanmış trajediyi sesi, kokusu ve renkleriyle odaya dolduruyor Elko Ebem. Belki de her gece tutulan matemin yinelenmesi, yazgısına terk edilmiş bir vebalının sabırla kazdığı, sabırla gömüldüğü derin kuyu, Melhusen’in ölümüyle girilen milat: “Toprağın emdiği kan acımın can suyuydu sanki”
O gece hiç bitmek bilmemiş. Melhusen’in üç kız kardeşinin dinmeyen ağıtları bağlamış geceyi sabaha. Köyün üstünden çekilen karanlık geride acı ve asıl cevaplanmayan sorular bıraktığında her sokakta, her evde kuşku kol geziyor olmalı. Vatan haini, nankör, casus, kahraman, Yunan uşağı yakıştırmaları… Böylesi gizli kapaklı bir buluşma neden gerçekleşmişti? Ve Resso, parçası mıydı oyunun? Bütün bu kuşkular acıyı da katlanılmaz olmaktan çıkarıyordu aslında. Hainlerin, bir de kahramanların arkasından ağlanmaz.
Elko Ebemin bugün akıttığı pınar, gözeleri geçmişte kaynayan bir su gibi; birer birer yüzeyde görünüyor her gün, her dakika. Kalyonlara sığmayan koca bir ömrü taşıyor sırtında. Suya taşan, suyun teninde oynaşan pırıltılar benim özdeğimin de içinde bulunduğu bir yük. O pırıltılarda Makkal’ı görüyorum bazen, gözlerindeki şefkati, derinliği. İçinde fırtınalar koparken köyün bütün yüzlerinden bakışlarını kaçıran çocukluğumu sonra, samanlığın uyandırdığı ürküntüyü, ahırın nefis kokusunu, odanın büyülenen ıssızlığını… O ıssızlığı Yunan komutan bozmuş. Adını kimse bilmiyor, yüzünü kimse canlandıramıyor. Köyde bıraktığı tek şey cinayet, sıtma ve terk edilmiş kanlı bir ceset. Melhusen’in öldüğü gecenin kuşluk vakti birkaç subayıyla birlikte odaya yerleşmiş. Bu zamanlamanın bir rastlantı olmadığına inanıyor Elko Ebem. Güneş ağaçların arkasında belirir belirmez de kuşağındaki sarı saplı bıçakla Totri’nin iki asker arasında odaya götürüldüğü görülmüş. Ama bunun tutuklama mı yoksa onu koruma altına alma mı olduğu anlaşılamamış. Çünkü tıpkı Resso Dedem gibi Totri de o günden sonra sırra kadem basmış. Aslında iki taraf için de tam bir yıkıntıya yol açan işgal günlerinde kimse ilgilenir gözükmemiş bu yok oluşlarla. Çünkü açlık ve hastalık kol gezmeye başlamış köyde. Katık, un ve şeker tükenince süpürge tohumlarında tezeklerden ayaklanan tahılla yapılan hediğin sıcaklığında can çekişen açlık. Hangi yüzle aşersin iki canlı Elko Ebem?
Yunanın payına düşense ateşli sıtma nöbetleriymiş, her gün birkaçını toprağa götüren malarya bozgunu… Uzayan işgalle birlikte semiren, göveren mevsimin bağbozumu. Dünyanın her yerinde yinelenen savaş anlatıları. Açlığın ve ölümün sinsi kollarında gözlerine sızan ışık da olmasa… Gün gelmiş Elko`nun gözlerine sızan o ışık çoğalmış, utku haberleriyle parıldamış köyün üzerinde. Sakarya boylarınca süren bir kovalamaca başlamış, sıtmayı da yanına katıp gitmiş Yunan. Elko Ebemse, Totri`yi bulmak için zaman yitirmeden Oda`ya yollanmış. Sofaya girer girmez karşılaşmış kahverengi taşın dibinde boylu boyunca uzanan cesetle. Yaklaşınca Yunanlı komutanın soluk yüzünün görmüş, bir de kalbine saplanmış sarı saplı hançeri.
Ağaran gün kuruyan dudaklarımızda ısılıyor. Açık pencereden taşan taze bir serinlik çarpıyor tenimize. Kavakların arasında hışırdayan dağ rüzgârı, kuş seslerinin içinde yırtılan nahır tantanası, uzaklaşan bir ordu, yer yer yükselen köpek havlamaları, Elko Ebe’nin nasırlaşan sesi… “Ben inekleri nahıra katacağım, sen uzan, dinlen biraz “. Sessizlik. “Olur” anlamında kafamı aşağıya sallayıp kaldırıyordum. Doğruluyor eteklerinden bir dağ gibi, zerre yorgunluk okunmuyor fistanında kaybolan bedeninde. Kapıyı aralayıp hole geçiyor, oradan da revağa. Aynı dingin adımlar onu avludan dışarıya sürüklüyor, bir sonsuzluktan diğerine gidercesine yolu adımlayıp sağ çaprazda bulunan ahır girişinde kayboluyor. Az sonra kara bir sığır beliriyor kapıda, arkasından bir tane daha. Elko elindeki uzun değnekle onları önüne katıp sürüyor aşağı bahçelere.
Söğütlerin arasına yitene değin izliyorum onu. Oturduğu somyaya uzanıp gözlerimi tavana dikiyorum; orada kalın bir tortu var. Gecenin biriktirdiği Kürtçeyle örülmüş soluk kesen bir hikâye, gözlerinden kararmış kamışlara –sırlı aynalara- yansılanan ve içinde büyüyen belirsiz bir simetri. Biçiminden biçime sokulan kargışlı yazgılar. Melhusen`in cansız bedeni, Totri`nin ve Resso`nun sır oluşu; Resso`nun sarı saplı hançerinin Totri`nin kuşağına, Yunanlı komutanın kalbine sokuşu…
Çocukluğum savaş yıllarının efsaneleşen hikâyeleriyle bezelidir desem sanırım yanılmış olmam. Zihnimde öylesine çok parçalanmış anlatı var ki, her biri gecenin içinde güç bela seçilen yıldızlara benziyor. Ama bu noktaları birleştirip ortaya bir şekil çıkarabilecek bir düş gücüne sahip değil ne yazık! Biri Rum üç arkadaşın Yunan işgaline karşı oluşturdukları gizli istihbarat teşkilatının hikâyesi de bunlardan biriydi. Başı sonu belirsiz bir hikâye… Melhusen, Totri ve Resso`nun zavallı hikâyeleri bu efsane olabilir mi? Bilemiyorum; ne var ki, artık kesinliğine inandığım bir şey var. Elko`nun anlatılarında sivrilen monolog ve Resso`nun ölümcül sessizliği genetiğimin ipuçlarını veriyor bana. Dedemin suçunu taşıyorum ben; sessizlik ve utançla ödüyorum bu bedeli. Ama bir sezgi, düşlerimde açımlanan müjdeye, tek kurtuluşuma sürüklüyor beni. Hole açılan kapının sağ tarafında duvara çakılı çivideki anahtara uzanıyorum böylece. Hızlı adımlarla holü, revağı ve avluyu geride bırakıyorum. Avluya yapışık Oda`nın merdivenleri tam karşımda. Basamakları birer birer tırmanıp sekide soluklanıyorum. Kapıyı aralar aralamaz loş bir hava doluyor genzime. Küf ve ıslak toprak kokusu… Temkinli adımlarla sofayı boydan boya geçip kahverengi taşın önünde duruyorum. Kalbim yerinden fırlayacak, şah damarım çatlayacak gibi; yazılar, şekiller yine anlamsız ve ketum. Sağ işaret parmağımı delikten içeri doğru uzatıyorum. Gevrek bir kâğıt parçası değiyor tenime. Deliğin çeperlerine yaslanarak çıkarmaya çalışıyorum kâğıdı; dağılıyor, kayıyor dipsiz karanlığa…
AĞUSTOS 2003 Ergün DOĞAN
Sakarya Savaşı Öykü Yarışması 1. (2003)