Uzun ve yorucu bir günün sonunda, yine soğuk ve yağmurlu bir Eskişehir akşamında, otobüsün buğulu camına başımı dayamış, yurda doğru yol alıyorum. Sol tarafımda oturan iki küçük çocuk dikkatimi çekiyor. Yanılmıyorsam kardeş değiller; iki minik dost gibi görünüyorlar. Biraz daha ufak tefek olanı, koltukta şöyle bir doğrulup, buğulu camlara kocaman “BARIŞ” yazıyor. Küçük dostuyla birlikte hayatın kaygılarından uzak, gülümsüyorlar birbirlerine. Derken bir “abi” biniyor otobüse. Arkadan “Barış” diye sesleniyor birileri. Küçük çocuk bir şaşkınlıkla doğrulup, abiye bakıyor ve kocaman bir gülümseme yayılıyor kırmızı yanaklarına. Sonra, “Benim adım da Barış” diyor abiye ve buğulu camdaki ismini gösteriyor…
Evet, onlar “barış” çocuklarıydı. Oysa bir de “savaş”ın çocukları vardı. Savaşın orta yerinde, iki ateş arsında, oyuncak diye ellerine silahları almış çocuklar… Tankların, bombaların, roketlerin gölgesinde çocuklar… Kimi zaman objektiflere yansır, bir fotoğraf karesinde donar, iç burkar savaş çocuklarının yüzleri. Gözyaşlarını harekete geçirir. Acımasız savaşın masum tanıklarıdır bu yüzler. İki kare var ki hiç aklımdan çıkmıyor. Sözcüklerle resmetmeye çalışacak olursam, ilk kare şu: Küçücük bir Afgan çocuk. Minik bedeninin olanca zayıflığına rağmen, koca bir un çuvalını sırtına atmış, şayet varsa sığınacağı bir yuvası, oraya doğru yol alıyor belki. Sırtındaki çuval en az hayat kadar ağır. Diğer fotoğraf karesi de bir o kadar acıtıyor insanı. Gözyaşlarımın yanaklarımdan süzülmesine sebep olan, burnumu sızlatan o karede de bir başka Afgan çocuk var. Sinsi bir mayında kolunu kaybetmiş ve diğer elinde, avucunun içine bırakılmış bir lokma pilavla öylece bakıyor objektife. Yüzündeki ifadede, bin bir duygu gizli: acı, hüzün, korku ve karnındaki açlık biraz olsun yatışabileceği için duyduğu buruk bir mutluluk sanki. Ama sanırım bu felaket değil bir çocuğun, dünyanın bile kaldıramayacağı kadar ağır. Hani şöyle bir geriye dönüp baktığımızda, bazı şeyler için “keşke”lerle başlayan cümleler kurarız, “keşke çocuk olsam yeniden” deriz, öyle değil mi? Oysa savaş çocukları asla böyle bir cümle kurmayacaklar. Çünkü çocuk olamamıştır onlar!
****************
Yukarıdaki satırları, 2001 yılında, 11 Eylül saldırılarının ardından ABD, Afganistan’a “demokrasi” götürmeye kalkıştığında yazmıştım. Savaş tamtamları gümbür gümbür çalınıyordu ve kulaklar işitmez, gözler görmez olmuştu. O vakitler, sırada Afganistan vardı. Ortadoğu’da İsrail-Filistin sürekli kanayan bir yaraydı zaten. Sonra, Irak’a demokrasi götürmek gerekmişti ve ABD bu kez, “tamamen iyi niyetlerle” Irak’a girmişti! Ve derken insanlık daha nice savaşlara tanıklık etti. Ve bugün sahnedeki yeni savaşlara tanıklığımız sürüyor. Ama ne ki havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü var: “Yağmur çiseliyor. / Serez çarşısı dilsiz, / Serez çarşısı kör. / Havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü / Ve Serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü”. Yeni savaşların soluğu her daim dünyanın ensesinde. Öteden beri bu hep böyle. Batı cephesinde yeni bir şey yok. Sadece olayın kahramanları değişiyor. Değişmeyen tek şey vahşet, acı, ölüm, kapanmayan yaralar ve gözyaşı. Ve elbette adı yine “savaş”!
Ama ne ki insan denen varlık her şeye alışıyor, zaman her şeye çare ve elbette unutuşun kolay ülkesindeyiz! Dostoyevski’ye sözü bırakacak olursam, “Önce biraz ağladılar ama alıştılar şimdi. Aşağılık insanoğlu her şeye alışır” (Suç ve Ceza). Şu yeryüzü var olduğu günden bu yana insanlığın içinde bulunduğu durum tam da bu. En büyük deneyimimiz: Alışmak ve unutmak! Savaş tamtamlarının kulakları sağır ettiği yeryüzünde, savaş birçok cephede sürüyor ne yazık ki; akıl hurafeyle, önyargılarla, ezberlerle, insanca değerler parayla, mevki makamla, şan şöhretle, dürüstlük yalanlarla, özgürlük (düşünce özgürlüğü, basın özgürlüğü) isteği baskılarla çatışıp duruyor. Ancak yılmadan başkaldırmak gerek her türlü savaşa. Peki kimdir başkaldıran insan? Bu sorunun cevabını Albert Camus veriyor: “Hayır diyen biri”. Her şeye rağmen “hayır” demek gerek savaşa ve insanın değerinin harcanmasına ve elbette tüm haksızlıklara. Camus, “Sisifos Söyleni” kitabında, “Tepelere doğru tek başına didinmek bile bir insan yüreğini doldurmaya yeter” der. Sisifos gibi kayanın, tepeden aşağı yuvarlanacağını bilsek de, insana yapılan haksızlıklar karşısında, adalet ve barış için tek başına bile olsa tepelere doğru didinmek, insan yüreğini doldurmaya yetmez mi? İnsana yapılan zulme ve haksızlığa başkaldırmaktan daha insanca ne olabilir ki?
Fakat yerkürenin hakimi insan, giderek insanlığından uzaklaşsa da ben “ye yoksa yenirsin” kanununun hüküm sürdüğü, büyük balığın küçük balığı yuttuğu ve düşüncenin suç sayıldığı bir dünya düzeni istemiyorum. Her şeye rağmen adalet ve barışı dillendirmek, aynen Sisifos gibi “bıkmadan usanmadan”, özgürlük için, adalet için, barış için didinmek, her türlü haksızlığa karşı çıkmak, insan haklarını savunmak, Don Kişotça bile olsa bir şeyler yapmak, mücadeleden vazgeçmemek gerek diye düşünüyorum. Tıpkı İoanna Kuçuradi’nin, 1960 yılında kaleme aldığı “Kişi” başlıklı yazısında dile getirdiği gibi “Bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de gerek toplumsal yaşamın geniş çerçevesi gerekse günlük ilişkilerin dar çerçevesi içinde olup biten birçok olayların en dikkati çeken belirtisi, çatışan anlayışların, çarpışan iddiaların arasında kişilerin harcanmasıdır. (…) İnsanlığa hizmet (ya da memlekete veya herhangi bir kuruma ve düşünceye hizmet) adı altında veya hizmet etmek niyetiyle kişilere yapılan haksızlıkların karşısında; bu haksızlıkları önemsemeyen veya önemsemeye korkan ya da –en kötüsü–, kendi çıkarları gerektirdiği için önemseyen insanların tutumu karşısında boğazı tıkanan, midesi bulanan kişi için tek çıkar yol kendisini bir örnek olarak öne sürüp insanca yaşamak, böyle bir yaşamanın her yönden gelen tehlikeler ne olursa olsun, insana –kendi kendisine– yakışırcasına yaşamaktır. Böyle bir yaşamanın temel koşulu, insanın, daha doğrusu kişinin ana değer, kayıtsız şartsız ana değer olduğunu gerçekten görebilmek, bunu her boyutuyla gözden kaçırmadan davranmak, bunu göremeyenlerin çıkaracağı güçlükleri bile bile bir şeyler yapmak, Don Kişotça da olsa bir şeyler yapmaktır?”.
Ve sözü yine Kuçuradi’ye bırakarak aradan çekilmek istiyorum: “Şu anda ülke olarak en büyük ihtiyacımız, olan bitenlere felsefî değer bilgisi ve insan hakları bilgisiyle bakmak ve o zaman gördüklerimize dayanarak yarını oluşturmaktır”.
Elif Şahin Hamidi
NOT: Bu yazı, 17 Kasım 2016 tarihinde kulturservisi.com’da yayınlanmıştır.