Kemalizmin günümüz Türkiye’sine devrettiği resmî tarih, bugün hem burjuva dünyasında hem de solda yaygın biçimde sorgulanıyor. Türkiye tarihinin, resmî ideolojinin taşlaşmış kalıplarının kırılması temelinde yeniden ve özgürce değerlendirilmesi tartışma gündeminin yakıcı maddelerinden birini oluşturuyor. Sorun, bu yeniden değerlendirmenin hangi temellerde yapılacağı. Resmî ideolojinin bugün solda yaygın kabul gören eleştirisi liberal burjuva teorisinin kategorilerini temel alıyor. Sungur Savran, bu eleştirinin 20. yüzyıl boyunca yaşanan toplumsal ve politik mücadelelerin gerçek doğasının kavranması bakımından, resmî ideoloji kadar yanıltıcı olduğunu ileri sürüyor.
Türkiye’de Sınıf Mücadeleleri, gerek Kemalizmin ve onun bugünkü mirasçısı ulusalcılığın, gerekse sol liberalizmin 20. yüzyıl Türkiye tarihinin bütün dönüm noktalarını (Milli Mücadele ve Cumhuriyet’in kuruluşu, çok partili yapıya geçiş, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül vb.) yanlış yorumladığını ileri sürüyor. Doğru bir kavrayışa ancak Türkiye tarihinin bir sınıf mücadeleleri tarihi olarak yeniden okunması yoluyla varılabileceğini ortaya koymaya çalışıyor.
Kitabın 1980’e kadar uzanan ilk cildi, daha önce 1992 yılında basılmıştı. Bu yeni basım, Savran?ın kitaptaki tezlere yöneltilmiş eleştirilere cevabını da içeren uzun bir Önsöz ile başlıyor. 1908 Jön Türk devrimi konusunda yeni bir bölümü de içeriyor. İkinci cilt ise 1980’den günümüze Türkiye?nin gelişimini sınıf mücadeleleri temelinde inceleyecek. (Tanıtım Yazısı)
İKİNCİ BASIMA ÖNSÖZ
Türkiye’de Sınıf Mücadeleleri, Cilt I: 1919-1980, ilk kez 1992’de, artık mevcut olmayan Kardelen Yayınları tarafından yayınlanmıştı. 1990*11 yılların ortalarında baskısı tükendi. O zamandan bu yana kitabın ne ikinci basımı yapıldı, ne de ikinci cildi yazıldı, tik cildin ikinci basımı on sekiz yıl sonra nihayet gün yüzünü görüyor.
Bu konuda bizi sürekli cesaretlendiren, hatta büyük bir nezaketle üzerimizde baskı uygulayan Yordam Kitap yayın yönetmeni Hayri Erdoğan’a şükran borcumuzu daha baştan belirtelim. Ama aynı zamanda bu kitabın okuyucusuna teşekkürlerimizi de hemen ekleyelim. Bu kitap tükendiğinden bu yana, birçok okuyucu tarafından sabırla arandı, sahaflardan bulunan nüshalardan ya da ödünç alınmış kitaplardan ya da fotokopi edilerek okundu, ikinci cilt sürekli olarak soruldu. Yazarının bu kadar hoyratça davrandığı bir çalışmaya okuyucusunun bu dostça yaklaşımı, yazarın aklını başına getirmekte hiç kuşku yok büyük rol oynadı.
Ama yine de bu kitabın ikinci cildinin neden hâlâ yazılmamış olduğunu, elinizdeki birinci cildinin ise ikinci basımının bugüne kadar neden yapılmamış olduğunu kısaca açıklamakta yarar var. Temel neden, ciddi teorik çalışma ile politik militanın hayatı arasında varolan, sadece yaşayanların anlayabileceği o derin ve sarsıcı gerilim. Bu satırların yazarı, kitabın ilk basımının yayınlandığı 1992 yılından bu yana aralıksız olarak sosyalist hareketin bir militanı olarak karınca kararınca günbegün mücadelenin ve örgütlenmenin içinde bulundu. Sosyalist politik ve örgütsel mücadelenin, hele hele son iki on yıldır olduğu gibi sosyalizmin ve Marksizmin bir güneş tutulmasından geçmekte olduğu bir dönemde, ne kadar büyük bir enerji ve emek gerektirdiğini dışarıdan tahmin bile etmek güçtür.
Elbette, bu, militanın aynı zamanda teorik çalışma yapmadığı anlamına gelmez. Yazmadığı anlamına hiç gelmez. Biz de bu on sekiz yıl içinde onlarca teorik yazı yazdık, gazetelere yüzlerce köşe yazısı yazdık, sayısı belki binleri bulacak politik yazı yazdık. Bu yazıların Türkiye ile ilgili olanları, aslında bu kitabın ikinci cildinde söylenecekleri büyük ölçüde söylemiş durumda. Ama bütün bunları bir kitap olarak okuyucunun karşısına çıkarmak için sayısız yazıya dağılmış fikirleri belirli bir düzene sokmak, söylenenleri daha sağlam biçimde destekleyecek kaynaklara başvurmak, ülkenin tablosunu dönemin tamamı için bir bütün olarak resmetmek gerekiyordu. İşte buna vakit bulamadık.
Tabii, bu söylenenler ikinci cildin neden yazılamadığını açıklayabilir, ama birinci cildin neden yeniden yayınlanmadığına ilk bakışta ışık tutmaz. İlk bakışta diyoruz, çünkü aslında ikinci cildin yazıl(a)mamış olması ile birinci cildin yeniden yayınlanmamış olması arasında bir ilişki var. Bizim için önemli olan ikinci cildin yazılmasıydı. O yapılmadan birinci cildi tekrar yayınlamaya elimiz bir türlü gitmedi. Hatta bir ara, analizi günümüze kadar taşıdıktan sonra kitabı tek cilt halinde yayınlamayı bile hayal ettik.
Bir başka neden daha vardı. Bu kitap, yayınlanmasından bu yana geçen on sekiz yıl içinde olumlu ve olumsuz bir dizi eleştirel değerlendirmeye konu oldu. Bunların olumsuz olanları, son derecede önemli konularda odaklaşıyordu. Örneğin, bu kitabın ana tezlerinden biri olan Osmanlı’dan cumhuriyete geçişle birlikte Türkiye tarihinde bir kopuş yaşandığı fikrine, sol liberalizmin Türkiye tarihi konusundaki ana tezlerinden biri olan Osmanlı/cumhuriyet sürekliliği düşüncesi temelinde karşı çıkılıyordu. Oysa süreklilik tezi, Türkiye solunun başına bela olmuş, kapitalizmi pirüpak gösteren en büyük sorunlardan biriydi. Veya bu tür bir kopuştan söz edilmesinin Kürt halkının haklarına sahip çıkmayı olanaksız kılacağı söyleniyordu. Oysa burjuva devrimlerinin bir ulusal sorunu çözerken sayısız başka ulusal sorun yarattığının gözlerden gizlenmesi, olsa olsa burjuvaziye ideolojik bir destek olurdu. Veya kitabın sol liberalizmin süreklilik fikrine karşı öne çıkarttığı fikirlerden biri olan Türkiye’de bir (hatta iki) burjuva devriminin yaşanmış olduğu tezine cevaben bunun eski bir fikir olduğu söyleniyordu. Oysa bu kitapta sadece Türkiye’de bir burjuva devriminin yaşanmış olduğu söylenmiyor, bu devrimin özgül karakteri Türkiye solu tarafından daha önce ele alınmamış olan bir biçimde ele alınıyordu.
Dolayısıyla, damarlarımızdaki polemikçi, kitabın ikinci basımında bu eleştirilere ayrıntısıyla cevap veren uzun bir yeni giriş bölümü olması gerektiğini söylüyordu. Bu fikir, bu ikinci basım için Yordam’a söz verildiği sırada bile mevcuttu.
Ama son haftalarda bunun anlamsız olduğu düşüncesine ulaştık. Bu kitap Türkiye solunun düşünce hayatına belirli bir konjonktürde yapılmış bir müdahaledir. Kitabın kendi başına durması, kendi tezlerini kendisinin anlatması çok daha doğrudur. Bu kitapta ileri sürülen ana görüşlere yöneltilmiş olan eleştirilere ileride cevap vermek hâlâ boynumuzun borcudur. Kitabın bu ikinci basımına yeni tepkiler geldiği takdirde, eski ve yeni eleştirilere birlikte verilecek bir cevap en uygun yaklaşım olacaktır.
Bir kez ikinci cildin ve eleştirilere yanıtın üzerimizdeki baskısı kalkınca, birinci cildin yayınlanmaması için hiçbir neden kalmıyordu, tşte bu ikinci basımın yıllarca yapılmamış olmasının, ama şimdi gün yüzünü görüyor olmasının ardındaki öykü budur.
İlk basımdan ikincisine Türkiye solu
Bu kitabın ilk basımında yer alan fikirlerin doğruluğunun zaman içinde daha açık biçimde ortaya çıkmış olduğunu sanıyoruz. Kitabın içeriğine bu kadar yıl sonra tekrar baktığımızda, elbette memnuniyetsiz hissettiğimiz noktalar yok değil. Aşağıda bu konuda özeleştirimizi de yapacağız. Ama görülecek ki, özeleştirinin konusu kitapta yazılmış olanlar değil, yazılmamış olanlar. Yazılmış olanlara gelince: Elbette, şu ya da bu cümleyi bugün farklı biçimde yazabilirdik, şu ya da bu argümanı farklı şekilde biçimlendirebilirdik. Ama ana fikirlerin hâlâ bir bütün olarak arkasmdayız.
Nasıl olmayalım ki? 1980*11 yılların ortasından itibaren çeşitli yazılarımızda ve 1992 yılında bu kitapta, Türkiye tarihinin solda ele alınışında baskın olan iki düşünce okulu olduğunu ileri sürdük. Bunlardan biri, tarihi epeyce eskiye giden, 1980’li ve 90’h yıllardan itibaren ise sürekli olarak eleştirilmiş olan sol Kemalist akımdı. Resmî ideolojiyi solun diline tercüme eden akım. Öteki ise, esas gücünü 1980*11 yıllardan itibaren kazanan, sol Kemalizmin tam karşı kutbunda yer alan, onun ak dediğine kara diyen, ama kendisi de burjuva ideolojisinin dışına taşamayan sol liberalizm ya da sivil toplumculuk. Bu akıma, burjuva ideolojisinin sınırlarına hapsolmuş olduğundan dolayı, bu kitapta gayriresmî ideoloji adını takmıştık.
1992’de bu bir iddiaydı. 2010’da bu iki kutbun Türkiye’de hem tarihi hem de günümüzü yorumlamak bakımından hâkim akımlar olduğunun herkes farkında. Daha da ötesi, solun genişleyen kesimleri, bu iki düşünce akımının, burjuvazinin bağrında varolan ideolojik eğilimlerin sol düşünce alanına aktarma kayışları olarak işlev gördüğünü de büyük ölçüde kabul etmiş durumda. Denebilir ki, tartışma kitap ve teorik dergi sayfalarından çoktan gazete köşelerine ve yazılarına inmiş durumda. Elbette, burjuva ideolojisinin çerçevesi içinde hareket eden bu iki akımın solun geniş kesimlerince fark edilmiş olması hayırlıdır. Ama bu tartışmanın gündemimize getirdiği sorunların sadece gazete yazılarında tartışılmasının, gençlerin teorik/ideolojik gıdalarını gazete yazılarından alıyor olmasının da ciddi sonuçları vardır. Bunların en belirginleri, demagojinin teorinin yerini alması, toptancılık ve kestirmecilik ve farklı pozisyonların birbirine kolayca karıştırılabilmesi-dir. Tartışma üç yönlüdür ya da en azından öyle olması gerekir: Burjuva ideolojisinin tutsağı olan bu iki akımın dışında bir de Marksist kutup vardır, olmalıdır. Ama gazete köşelerinde yapılan analizlerin sığ sularında, Marksizm bazen liberalizmle bazen de Kemalizmle karışabiliyor.
Bunun sonucunda doğmuş olan durum oldukça ironik: Sosyalist solun önemli bir bölümü, sol liberalizme ve onun bugünkü karşıtı olan “ulusalcılığa” sürekli karşı çıkıyor, her iki kutbun da reddedilmesi gerektiğini söylüyor, ama iş somut analize gelince, bu iki kutuptan fena halde etkileniyor. Başka biçimde söyleyecek olursak, sosyalist hareket Marksizmi bağımsız bir kutup olarak savunamıyor. Bize öyle geliyor ki, bu kitapta yapılan analiz, bu yüzden hâlâ önemini ve güncelliğini korumaya devam ediyor.
Okuyucu kitabı okurken görecek ki, 1992’de iki kutup sol liberalizm ve sol Kemalizm olarak tanımlanmıştı. Oysa, geçen zaman içinde her iki taraf da evrildi. Sol liberalizm gittikçe daha sağa doğru kaydığından, ortaya birkaç sonuç çıktı. Birincisi, 90’lı yıllarda katıksız liberal olan bazı akım ve yazarlar, 2000’li yılların başında dünya çapında ve özellikle de Latin Amerika’da solun canlanmaya başlamasından sonra, sol liberalizmin ana gövdesiyle birlikte sağa doğru daha fazla kayamadılar ve geri dönmeye başladılar. 90’lı yıllarda kendileri de sol liberal oldukları için bizlerin sol liberalizmden bahsetmemiz karşısında küplere binen bu akımlar ve yazarlar, şimdilerde sol liberalizme oldukça sığ ve sert bir şekilde saldırıyor. İkincisi, sol liberalizmden dönmeyenler sağa doğru kaydıkça sağ liberalizmle, yani burjuva liberalizmi ile aralarındaki mesafe ve ayrımlar ortadan kalktı. Bugün tamamen burjuva ideolojisinden ve kurumlarından gelen bir dizi liberal ile bazı sol liberaller arasındaki farkı keşfetmek için epeyce uğraşmak gerekiyor.
Ama asıl büyük değişim sol Kemalizm diye bilinen kanatta yaşandı. Sol Kemalizm, Kürt hareketinin direngenliği ve islamcı siyasi hareketlerin yükselmesine karşı burjuvazinin Batıcı-laik kanadının ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin tepkisini ifade eden 28 Şubat muhtırasının peşine takılarak “ulusalcı” oldu ve iyice gericileşti. Burada da “sol” ile “sağ” arasındaki ayrım çizgileri bulanıklaştı. îlhan Selçuk ile Sabih Kanadoğlu, Doğu Perinçek ile emekli generaller, Attila İlhan ile Vural Savaş arasındaki farkı görmek neredeyse olanaksız hale geldi. Kendisi 12 Mart döneminde kontrgerilla tarafından işkenceden geçirilen sol Kemalizm, bu süreç içinde sosyal kontrgeril-lacı bir konuma terfi etti.
Bu kitabın teşhislerindeki isabet sanıyorum bugün liberal ve “ulusalcı” kanatlar arasında yapılan tartışmaya daha o dönemden ışık tutabilmiş olmasında yatıyor.
Kitap, solda hâlâ baskın olan bu iki düşünce okulunun karşısına bir anahtarla çıkıyor: Bu anahtar sınıf mücadeleleridir. Bu kitabın ilk basımının ilk cümleleri ilk bakışta şaşırtıcıdır: “Sınıf mücadelesi artık moda değil. Aydınlar sınıf mücadelesinden söz etmekten hoşlanmıyorlar, söz edenleri de geçmişin aşılmış dünyasından arta kalmış kalıntılar gibi görüyorlar.” Bu cümleler ilk bakışta şaşırtıcıdır, çünkü 1992 yılının Ocak ayında yazılmıştır. O tarihten tam bir yıl önce, 1991 yılının Ocak ayında Zonguldak maden işçisinin bütün Türkiye’yi sarsan Büyük Ankara Yürüyüşü yaşanmıştı. Ondan önceki aylar yine aynı Zonguldak işçisinin her gün yaptığı ve bütün kenti şenlik yerine çeviren eylemlerine tanık olmuştu. Ondan önceki yıl, 1990, kamu emekçilerinin kitlesel ve militan bir tarzda, KESK’in kurulmasıyla sonuçlanacak sendikal mücadelelerine sahne olmuştu. Ondan önce ise 1989 un bahar aylarında bir milyon işçinin günlerce sokağa çıkarak 12 Eylül’ün serptiği ölü toprağını kaldırdığı büyük Bahar Eylemleri yaşanmıştı. Yukarıdaki cümlelerin, Türkiye proletaryasının (son Tekel eylemi dışında) geçtiğimiz otuz yıl içindeki en canlı döneminin hemen ardından yazılması son derecede semptomatiktir.
Neyin semptomudur bu ironi? Sosyalist hareketin yaşadığı özgüven krizinin. Çünkü ironinin sırrı, 1989 ve 1991’de uluslararası alanda yaşananlarda yatıyor. 1989’da Berlin Duvarı ile birlikte Doğu Avrupa’da kapitalizmin ilga edilmiş olduğu ülkelerdeki rejimlerin çöküşü, 199rde ise sosyalist inşanın en ileri deneyimi, tarihin şimdiye kadar gördüğü en büyük proleter devrimi olan büyük Ekim devriminin çocuğu olan Sovyetler Birliği’nin dağılması, Çin’in de içten içe kapitalistleşmesinin (ve yine 1989’da Pekin’in Tien an Men Meydanındaki kitlesel mücadeleyi kanla bastırmasının) da etkisiyle, sosyalist hareketlerin büyük çoğunluğunu pusulasız bırakmış, Marksizmden büyük bir kaçışı başlatmıştır. Sınıf mücadelesi, 12 Eylül sonrasında on yıllık bir aradan sonra tam da Türkiye’de elle tutulur bir gerçek haline gelmişken ideolojinin dünyasında yok ilan edilmiştir!
Bugün Tekel işçilerinin kahramanca mücadelesiyle sınıf mücadelesi Türkiye solunun düşünce dünyasına geri dönüyor. Bu kitap, bu bakımdan talihli bir kitaptır. Ayağını, yayınlandığı ülkenin tarihine sağlam biçimde basıyor. İlk basımı Bahar Eylemleri ve Zonguldak’tan sonra çıkmıştı. İkincisi Tekel mücadelesinin ortasında yayınlanıyor.
Sınıf mücadeleleri?
Evet ama sınıf mücadeleleri ne demek? Neden çoğul? Burada okuyucuya, bana ilginç görünen bir deneyimimi aktarmam gerekiyor, ilk basımdan bu yana bana bu kitaptan söz eden birçok okuyucu, “sizin İşçi Mücadeleleri kitabınızda…” diye başladı sözüne. Bir başka semptomatik olgu! Bu da ironik, çünkü, birincisi, bu kitap işçi sınıfının mücadelelerini en çok vurguladığı yerlerde bile bunların ayrıntılarına girmiyor, yani “işçi mücadelelerini anlatmıyor, proletaryanın bu mücadelelerinin genel olarak sınıf mücadeleleri ve politik yaşam üzerindeki etkisi üzerinde duruyor. İkincisi, kitabın büyük bölümü işçi sınıfının verdiği mücadelelerin dışında, burjuvazinin 20. yüzyılın ilk çeyreğinde eski rejime karşı verdiği mücadeleleri ve daha sonra burjuvazinin kendi içindeki farklı dilimler (fraksiyonlar) arasındaki mücadeleleri ele alıyor. Denebilir ki, kitabın işçi mücadelelerine ayırdığı yer, burjuvazinin bu tür mücadelelerine ayırdığı yerden çok daha sınırlıdır. Bunun nedeni de, 1980e kadar kapitalist toplumun tipik sınıf mücadelesi olan burjuvazi-proletarya mücadelesinin siyasi hayata etkisinin sadece 20 yıl boyunca, yani 1960-1980 arasında baskın etkiye sahip olmasıdır. Yani bu bakımdan kitap Türkiye’nin 20. yüzyıl tarihinin sadık bir aynasıdır. Peki, öyleyse neden bu ironi? İşçi mücadelelerinden çok daha fazla başka mücadeleleri anlatan bir kitap çok sayıda okuyucu tarafından neden “İşçi Mücadeleleri” başlığı ile hatırlanıyor?
Bunun nedeni, solda “sınıf mücadeleleri” kavramının bir ölçüde indirgemeci bir tarzda ele alınmasıdır. Genellikle sınıf mücadelesi dendiğinde, işçi sınıfının kapitalist sınıfa karşı verdiği mücadele geliyor akla sadece. Oysa, bu modern kapitalist toplumda kilit önem taşıyan sınıf mücadelesi türü olduğu halde ve kapitalizmin devrilerek yerine sınıfsız topluma doğru yürüyüşün yolunu açacak olan sosyalist bir rejimin kurulmasında belirleyici mücadele olmasına rağmen, sınıf mücadeleleri (çoğul) bundan ibaret değildir. Bu kitabın içeriğinin ve tezlerinin doğru anlaşılması bakımından da, genel olarak Marksist analizin anlamlı biçimde kullanılması açısından da bu gerçek büyük önem taşır.
Burjuvazinin, toplumun diğer sınıf ve katmanlarını da seferber ederek veya onları dışlayarak kapitalizm öncesi topluma ve o toplumun hâkim sınıflarına karşı verdiği mücadele de bir sınıf mücadelesidir. Bu kitap, gerek 1908’de II. Meşrutiyet’in kurulmasıyla sonuçlanan devrimci patlamayı, gerekse 1919-23 arasında yaşanan ve cumhuriyetin kurulmasıyla sonuçlanan çalkantıyı, tam da bu temelde analiz ediyor. Hem sol Kemalizmden ayrıldığı temel metodolojik mesele, onların bu tarihsel olayları bireylerin ve bazı önder gruplarının fikirleri ve niyetleri üzerinden tartışmaları, bizim ise bu tarihsel olayları yükselen bir sınıfın çıkarları temelinde açıklamamızdır.
Burjuvazinin tarihsel oluşumu içinde yaşadığı farklılaşmalar sonucunda bu sınıfın farklı dilimlerinin birbiriyle giriştiği mücadeleler de, sınıf içi mücadelelerdir, ama geniş anlamıyla sınıf mücadeleleridir. Marx’ın 1848 Fransasında yaşanan devrimci çalkantıları incelediği makaleleri bir araya toplayan Fransa’da Sınıf Mücadeleleri veya aynı ülkede 1851’de yaşanan Bonapartist darbeyi ele aldığı Louis Bonapartehn 18 Brumaire’i başlıklı çalışmaları sadece kapitalist sınıfla proletarya arasındaki çelişkiyi değil, burjuvazinin kendi içindeki mücadeleleri de analiz konusu yapar. Bu kitapta özellikle 1950’de çok partili hayat diye anılan yeni rejime geçişi ve 1960 darbesini incelerken biz de burjuvazinin farklı dilimleri arasındaki çelişkileri analizimizin merkezine koyuyoruz. Bu kitabın ikinci cildinde, 1993’ten bugüne kadar siyasi hayat analiz edilirken burjuvazinin Batıcı-laik kanadı ile İslamcı kanadı arasındaki çelişki başlıca belirleyicilerden biri olarak ele alınacak.
Burjuvazi ile proletarya dışında, toplumda varolan çeşitli ara sınıf ve katmanların kendi çıkarları doğrultusunda kâh burjuvazi karşısında çıkarlarını korumak, kâh proletarya karşısındaki konumlarını pekiştirmek amacıyla verdikleri mücadeleler ve iki ana sınıfın mücadele içinde bu ara sınıf ve katmanları kazanmak için uyguladığı taktikler de sınıf mücadeleleridir. Yani sınıf mücadeleleri, aynı zamanda sınıflar arasındaki ittifaklardır. Biz de bu kitapta özellikle kırsal küçük burjuvazinin 1950’den itibaren bir destek sınıf olarak nasıl bir rol oynamış olduğu konusuna yeri geldiğinde eğiliyoruz.
Dar anlamda burjuvazi ile proletarya arasındaki temel sınıf mücadelesinde bile, mücadele eden sadece proletarya değildir. Genel izlenim, burjuvazinin hâkim konumu dolayısıyla durduğu ve olsa olsa proletaryanın yükselen mücadelesi karşısında bir savunma pozisyonuna geçtiğidir. Bu, gerçeklere bütünüyle aykırıdır. Burjuvazi de bir toplumu yönetirken proletaryaya ve öteki emekçi sınıflara karşı değişik anlarda değişik taktiklerle yaklaşır. Her durumda yaptığı sınıf mücadelesidir, ama bazı dönemlerde bu mücadele son derece aktif ve saldırgan biçimler alır. Yani sadece işçi sınıfı burjuvaziye karşı değil, burjuvazi de işçi sınıfına karşı mücadele eder. Bunu anlamak da çok önemlidir. Bu kitapta 12 Eylül askeri darbesi bütünüyle bu temelde analiz edilmiştir. 12 Eylül sonrası Türkiye’si de başka biçimde anlaşılamaz. Bu kitabın ikinci cildinin önemli bir vurgusu, burjuvazinin işçi sınıfına karşı verdiği bu sınıf mücadelesinin biçimleri ve merhaleleri olacaktır.
Gelecekte de, Türkiye işçi sınıfı kapitalizmi devirerek sosyalizmi kurmak üzere iktidarı ele geçirmeyi başarırsa, bu sadece burjuvazi ile proletarya arasında bir laboratuvarın yalıtılmış koşullarındaymışçasına arı bir sınıf mücadelesi ile değil, her iki sınıfın da hem öteki sınıf ve katmanlar, hem de ezilen gruplar (Kürtler, kadınlar, Aleviler vb.) ile kurdukları veya kuramadıkları ittifaklar üzerinden gerçekleşecektir.
Kısacası, burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişkinin tarihsel bakımdan belirleyici çelişki olması, Marksistleri, sınıf mücadelelerinin çoğulluğunu ve çeşitliliğini görmezlikten gelen bir indirgemeciliğe sürüklememelidir.
Özeleştiri
Her kitabın elbette eksikleri olur. Bu kitapta da en azından bizim görebildiğimiz dört büyük eksiklik var.
Önem değil de tarih sırasıyla gidecek olursak, ilk eksiklik, Türkiye’de burjuva devriminin tarihsel gelişimi bakımından büyük önem taşıyan 1908 devriminin, çeşitli bölümlere serpiştirilmiş pasajlarda kısaca konu edilmekle birlikte, ayrı bir bölümde ele alınmamış olması. Bu eksiğin önemi şuradan geliyor. Bu kitapta Türkiye tarihinin başarılı burjuva devrimi olan 1919-23 “kitlesiz burjuva devrimi” olarak niteleniyor. Oysa 1908 ondan farklı olarak geniş halk kitlelerinin aktif olarak katıldıkları, klasik burjuva devrimlerine daha yakın bir örnek. Dolayısıyla, 1908’in daha derinlemesine analiz edilmemesi, bu topraklarda burjuva devriminin serüveninin tek yanlı olarak sunulmasına yol açıyor. Bu, bu basımda giderebildiğimiz tek eksiklik. İkinci Bölüm için yazılan bir Ek’te “Hürriyet devrimi” olarak nitelediğimiz 1908 devrimini tarihsel yerine oturtmaya çalışıyoruz.
İkinci büyük eksiklik, kitapta faşist hareket üzerinde hemen hemen hiçbir şey olmaması. Oysa, Türkiye’nin 1960-80 arasında yaşadığı iç savaş türü ortamın oluşmasında faşist hareketin ve onun iç içe çalıştığı kontrgerillanın büyük bir rolü olmuştur. Bu dönemin bu ikilinin faaliyetleri ele alınmadan incelenmesi tablodan çok şey eksiltmektedir. Bu eksikliği kitabın ikinci cildinde kapatmayı umuyoruz.
Üçüncüsü, İslamcı hareketin, sadece burjuvazinin 1960-80 arasındaki ana partisi olan Demirel’in AP’sinin bir müttefiki olarak ele alınmış olmasıdır. İslamcı hareket ya da kendine verdiği adla Milli Görüş, Erbakan’ın ta 1969’da başlattığı bir mücadelenin ürünüdür. Türkiye’nin son on beş yıldır yaşadığı sarsıntıların bir tarafında İslamcı hareketin olduğu, cumhuriyetin dördüncü askeri müdahalesi olan 28 Şubat 1997 muhtırasının Erbakan’ın başında olduğu bir hükümete verildiği, bugün ise AKP nin temsil ettiği İslamcı burjuvazi ile Türkiye burjuvazisinin yerleşik hâkim Batıcı-laik kanadı arasında politik bir iç savaş olarak nitelenebilecek sarsıcı bir mücadele yaşandığı hatırlandığında, islamcı hareketin birinci ciltte ihmal edilmiş olmasının önemi açıkça ortaya çıkar.
Nihayet, Türkiye’de sınıf mücadelelerinin ele alındığı bir kitapta işçi sınıfı hareketinin ve sosyalist solun çok ayrıntılı olmasa da biraz daha derinlemesine ele alınmamış oluşu da ciddi bir eksikliktir.
Elbette bütün bunların temelinde, bu eksiklikleri eskiden düşünememiş olmamız değil, bu kitabı oluşturan bölümlerin çoğunun daha önce yazılmış yazılara dayanması yatmaktadır. Kitabın yeni çalışmalar dolayısıyla geciktirilmesi, o dönemdeki teorik/ideolojik ortama müdahalede gecikmek anlamına gelecekti. Bugün de aynı şey söz konusudur. Bu önsöz’ün başından beri değindiğimiz nedenlerle, kitabı yukarıda eksikliğini saptamış olduğumuz konuları kapsayacak biçimde genişletmek bir süre daha yayınlamamak anlamına gelecekti. Bunun yerine, temel hattı soldaki tartışmalar bakımından bize yararlı göründüğü için bu eksikliklerle yayınlıyoruz.
Bu ikinci basımı yayına hazırlarken, kitabın eski versiyonuna bütünüyle sadık kalmaya özen gösterdik. 1908 devrimi ile ilgili Ek dışında kitaba hiçbir şey eklemedik. Dizgi ve Türkçe hataları dışında, arada sırada bir yeni vurgu eklediğimiz oldu. Tabii, dil dinamik olduğu için yazım kuralları değişiyor. Genç okuyucuya yabancı kalmamak amacıyla kitabı, elimizden geldiğince, yeni yazım kurallarına uygun hale getirdik.
Kitabın okuyucuya yararlı olacağını umarız. Okuyucu kitabın ana gövdesine dönerken, bizim görevimiz ise, yeni bir kitaba hazırlanmak oluyor: Türkiye’de Sınıf Mücadeleleri, Cilt 2: 1980-2010. Tabii militan çalışmamızı aksatmamak kaydıyla.
Mayıs 2010, Sungur Savran
Kitabın Künyesi
Türkiye’de Sınıf Mücadeleleri
Cilt 1: 1908-1980
Sungur Savran
Yordam Kitap
1. Baskı, Haziran 2010, İstanbul
253 sayfa