Sabahattin Ali, Türk yazınının, bin bir türlü çileden geçmiş soylu yazarlarından biridir. Bu çileli yaşam, 2 Nisan 1948 günü, Kırklareli’nin Üsküp nahiyesi, eski adıyla Sazara yeni adıyla Çukurca köyünün dokuz kilometre uzaklığındaki Istranca Dağı Beylik ormanlarında “Öksüz Çatak” denilen yerde, Yugoslav göçmeni, ordudan çıkarılmış astsubay ve Millî Emniyet ajanı Ali Ertekin’in sopa darbeleriyle noktalandığından, geride binlerce sayfalık öyküler ve acılardan süzülmüş dizeler kalmıştı.
Sabahattin Ali,
“Göklerde kartal gibiydim
Kanatlarımdan vuruldum
Mor çiçekli dal gibiydim
Bahar vaktinde kırıldım”
dizelerinde sanki geleceğin falını okumuştu.
Bu kitapta, Sabahattin Ali’nin duygusal bağlarla tutulduğu Ayşe Sıtkı’ya 1933-34 yıllarında cezaevinden yazdığı yeşil mürekkepli mektuplar, bu çileli yaşamın sevgi ile tutsaklık arasındaki tel örgüleri gibi o günlerden bugünlere bizlere ulaşıyor. Bu mektupları okurken, satırlar paslı birer kelepçe olup bileklerinize takılıyor, demin parmaklık olup önünüze dikiliyor. “benimsin, benimsin diyemediğim” dizeleri ile yüreklerden çıkıp vicdanlarınıza yerleşiyor.
Sabahattin Ali, 1932 yılında yakın arkadaşlarından sonra CHP milletvekili olan Emin Soysal tarafından ihbar edildi ve Atatürk’e hakaret suçundan bir yıl hapis cezasına çarptırıldı. Sabahattin Ali, Konya ve Sinop cezaevlerinde yattı. “Başın öne eğilmesin/ Aldırma gönül aldırma/ Ağladığın duyulmasın/ Aldırma gönül, aldırma”dizeleri Sinop Cezaevi’nin deniz altındaki hücrelerinde yazıldı.
“Görmesen bile denizi/Yukarıya çevir gözü/Deniz gibidir gökyüzü/Aldırma gönül, aldırma”dizeleri deniz altındaki hücrelerden gelen acı çığlıklardır. Bu acı çığlıklar “dışarıdaki deli dalgalar”ın seslerine karışarak bugünlere kadar geldi. Her siyasal tutuklu, cezaevlerinde biraz da bu dizelerle avundu.
Sabahattin Ali, 1933 yılında çıkarılan Af Yasası ile salıverildi.
Aynı yıl bakan Abidin Izmen tarafından Millî Eğitim Bakanlığı Yayınlar Şefliği, sonra da Ankara’da yeni açılan Devlet Konservatuarı’nda Carl Ebert’in asistanlığına getirildi. Konservatuar’da dramaturgluk yaptı, diksiyon dersleri verdi.
Konservatuardaki yıllar, Sabahattin Ali’nin en mutlu dönemi oldu. 1935 yılında Aliye Hanım ile evlenmiş ve 1938 yılında da Filiz Ali doğmuştu. Mutluluğuna diyecek yoktu.
Bu mutluluk, “Içimizdeki Şeytan”kitabını yazıncaya kadar sürdü. Sabahattin Ali, bu kitabında Irkçı- Turancı akımı ve bu akımın önde gelen liderlerini anlatıyordu, Turancıları yeriyor ve eleştiriyordu. Irkçı-Turancı akımın lideri Nihal Atsız, 1940 yılında yayınladığı “Içimizdeki Şeytanlar” broşürü ile Sabahattin Ali’yi uzun sürecek bir siyasal düelloya çağırmıştı.
40’lı yılların siyasal davalarında sık sık “Sabahattin Ali-Nihal Atsız”adlarına rastlanır. Sabahattin Ali, ilerici ve solcuların, Nihal Atsız da ırkçı ve Turancıların birer simgesi oldular. Nihal Atsız sahibi bulunduğu Orkun adlı dergide zamanın başbakanı Şükrü Saraçoğlu’na seslenen üç açık mektup yazdı. Atsız, bu mektuplarında Sabahattin Ali’nin komünist olduğunu ve Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel tarafından korunduğunu ileri sürmekteydi.
Sabahattin Ali, yazılarında kendisi için “vatan haini”dediği gerekçesiyle Nihal Atsız’ı mahkemeye verdi. Dava, Ankara 3. Asliye Ceza Mahkemesinde 28 Nisan 1944 günü başladı. Ikinci duruşmanın yapılacağı 3 Mayıs günü Atsız yanlısı gençler Adliye binası önünde gösteri yaptılar. 9 Mayıs günü mahkeme Nihal Atsız’ı 4 ay hapis cezasına çarptırdı.
6 Mayıs günü de Orkun dergisi Bakanlar Kurulu kararı ile kapatılıyor, bir ay önce de Atsız’ın Boğaziçi Lisesi’ndeki edebiyat öğretmenliğine son veriliyordu. 3 mayıs günkü Ankara’daki siyasal taşkın gösteriler “ırkçılık- Turancılık”davası adı verilen davanın açılmasını öne aldırmıştı.
Sabahattin Ali, 1946 yılında Aziz Nesin ile birlikte çıkardığı “Marko Paşa”adlı dergide “Topunuzun Köküne Kibrit Suyu”başlıklı yazı nedeniyle Cemil Sait Barlas tarafından mahkemeye verildi. Istanbul 2. Asliye Ceza Mahkemesi, Sabahattin Ali’yi 4 ay hapis cezasına çarptırdı.
Bu arada “Sırça Köşk” adlı öyküsü 1948 yılında Bakanlar Kurulu kararı ile toplatılmış, M. Ali Aybar’ın çıkardığı Zincirli Hürriyet”deki yazıları da kovuşturmaya uğramıştı. Sabahattin Ali, bu baskılardan sıkılmıştı. Şu satırları bu sıkıntılarını anlatıyor:
“Bugünkü itibarlı kişiler gibi kese doldurmadık, makam peşinde koşmadık. Iç ve dış bankalara para yatırmak,han,apartman sahibi olmak, sağdan soldan vurmak ve milleti kasıp kavurmak emellerine kapılmadık. Bütün kavgamızda, kendimiz için bir şey istemedik. Yalnız ve yalnız, bu yurdun bütün yükünü omuzlarında taşıyan milyonlarca insanın derdine derman olacak yolları araştırmak istedik.
Ne af edilmez suçmuş meğer! Neredeyse, yoldan geçerken mide uşakları arkamızdan bağıracaklar ‘Görüyor musunuz şu haini! İlle de namuslu kalmak istiyor ve ahengimizi bozuyor..”
Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?”
Doğan Akın, Sabahattin Ali’nin Ayşe Sıtkı’ya yazdığı mektupları gün ışığına çıkararak o günlerden bugünlere duygu köprüleri kuruyor. Yeşil mürekkepli mektuplar, gözyaşlarına batırılmış ıslak mendiller gibi o günlerden bugünlere ulaşıyor. Sabahattin Ali’nin yaşam öyküsü başlı başına bir dramdır. Bu dram ilerici ve toplumcu Türk aydınının da dramıdır.
Sabahattin Ali’nin bugün mezarının nerede olduğu bile bilinmiyor. Bu gibi kitaplar, mezarının yeri bile bilinmeyen, geçmiş hükümetlerin bir mezar yerini bile çok gördükleri Sabahattin Ali için dikilen gerçek mezar taşlarıdır…