ÜTOPYA ÇAĞRISI
(Yer-değiştirmek/Göre İş)[1]
Uzun zamandır önemli Marksist isimler kapitalist sistemin kendi iç çelişkileriyle yıkılacağını yazıyordu. Bu yıkımla oluşan boşluğun nasıl doldurulacağı gelecek yüzyıllarımızı belirleyecek en önemli konudur. Acilen yeni bir modelin bulunup inşa edilmesi gerekmektedir. Geleceğin Arkeolojisi/Ütopya Denen Arzu’nun yazarı Jameson ütopya modelinin sahip olacağı temel özelliklerden bazılarını sıralar:
Ütopya’nın Adı’nı bulan “kişinin temel toplumsal sorunlar için anahtarını kendi elinde tuttuğuna inandığı çözüm önerilerini sunması gerekir. Ütopya çalışması budur ve kesinlikle tüm dertlerimizi bir çırpıda halledebilecek basit bir çözüm için ısrarlı ve saplantılı bir arayış olarak tanımlayabiliriz. Ayrıca bu çözüm aklı başında herkesin kavrayabileceği kadar açık ve kendi kendini anlatan bir çözüm olmalıdır… Gözle görülebilen sefaletler ve adaletsizlikler tek bir derdin ya da yanlışın etrafında kümeleniyor gibi görünmelidir. Zira ütopyacı çözüm öncelikle olumsuz olmalıdır ve tüm diğer kötülüklerin kaynağı olan bu kökü koparmak ve yok etmek için bir savaş tamtamı işlevi görmelidir.” Bir sonraki sayfada Jameson ütopya yazarları hakkında şu tespitte bulunur: “Hepsi de tek bir sloganla kavranabilecek ve gerçekleştirilmesi kolay görünen Ütopyacı programlar sunabilmişlerdir.”
Bu çağrılar Marksist olmayan entelektüeller tarafından hiçbir zaman ciddiye alınmadı. 20. Yüzyılın başında, henüz sermayenin çelişkilerinin Avrupa coğrafyasının sınırlarının dışına atılmadığı bu verimli dönemde (Jameson) modernist yazarlar Ütopya’nın Adı’nın çehresini ortaya çıkaracak yeni biçim denemeleri yapmışlardı. Ulysses, Kayıp Zamanın İzinde ve yüksek edebiyatın diğer şaheserleri olağanüstü biçimlerine rağmen ütopyanın kilidini çözecek tekniği bulamamışlardı.[2] Ne yazık ki yarıda kalan bu iş sonraki kuşaklar tarafından devam ettirilmedi. Son elli yılı hegemonyası altında tutan postmodern felsefelerin “Büyük anlatılar” bitti sloganı, artan üretim çılgınlığı ve haz (insanın en büyük sorunu “sabit kalmak isteğidir”) zihinlerimizi felç etmişti. Sermaye biçiminin (P-M-P’) dışına çıkmak (Dışarısı neresidir?) ya da Hegelci bir ifadeyle sermaye biçimini aşmak (Aufhebung) ya imkânsızdı ya da Sovyet İmparatorluğu’nda olduğu gibi totaliter girişimlere yol açabilecek tehlikeli bir girişimdi. Bizi kuşatan, üretilen her değere mührünü vuran bu çarpık Biçimin/Bütünün[3] belirlenimi altında çeşitli/kısmi teoriler üretip durduk.
Bunlar arasında damak zevkimize en uygun düşeni herhalde Olumsallık, İroni ve Dayanışma’ydı. Meta üretimin sarsılmaz göründüğü, Amerikan refah toplumunda yaşayan Richard Rorty kavramların toplumsal gerçekliği değiştirme gücüne sahip olmadığını 80’lı yıllarında sonlarında neşeyle yazıyordu. Paha biçilmez değerlerine rağmen kanonik felsefe metinlerinin Bütün üzerine ürettiği fikirler bundan sonra ironist için dil oyunlarından ibaretti. Muhtelif söz dağarcıklarını (eskiden buna “teori” derdik) ustaca kullanan, şaşırtıcı argümanlarla hasmını afallatan ve yaratıcı zekâ gösterileri yaparak özel hayatını zenginleştiren bu ilginç şahsiyet tuzu kuru bir orta-sınıf züppesiydi.
Hepimiz az ya da çok bu rolü oynadık. Şahit olduğumuz olumsuzluklara bir süre ironik bir dille yanıt verdiğimizi zannettik. Malları mübadele ederek bir araya gelen bizler ideolojik mistifikasyonlarla Bütün’ü bastırdık. Çeşitli ilkel bütünlükler icat ederek (“Din”, “Bayrak”, “Demokrasi”, “Devrim”, “Sanat” ve “Aşk”; hepsi de Ütopya’nın Adı yerine geçen sahte isimlerdir) kendimizi yuvada hissettik. Evet, ütopya yuva arayışıdır, fakat hakkını vermek koşuluyla. Arzu için üstesinden gelinmesi en zor Nesne nasıl olur da önümüze hazır gelir sorusu hazzın baskısından ötürü asla sorulmadı.
Stalker ütopya arzusunun izini sürmek için gizemli bir bölgeye gitmek ister. Burası iktidar tarafından yasaklanmıştır. Bir biliminsanı ve bir sanatçı yanına alır ve güvenlik güçleriyle küçük çaplı bir çatışmadan sonra (Burası ile Orası arasındaki sınırın alegorisidir bu) terra incognita/ayak basılmamış topraklara giriş yaparlar. Yadırgatıcı nesnelerin olduğu, yabani/ıssız bir uzamdır burası. Tedirginlik verici belirsizliklerin ve sancılı arayışların sonunda Dilek Evi’ne varırlar. Nefeslerin tutulduğu bu anda iki karakter de birbirine boş gözlerle bakar. Ne biliminsanın ne de sanatçının gelecek bir için arzuları vardır. Stalker hayal kırıklığıyla evine döner ve büyük bir kütüphanenin olduğu odasındaki yatağında öfke nöbeti geçirir. “Bunların arzuları yok, bunları arzuları yok!”[4]
Şimdi bir felaket kapımızı çalıyor ve buna o kadar hazırlıksız yakalandık ki faşist rejimlerde gördüğümüz uygulamaları hemen kabul ettik. Siyasi ve ekonomik eşitliğe asla izin vermeyen bir çarpık Biçim’in altında birlik ve beraberlik çağrıları yapıyoruz. Nesnel mesafenin bu denli hızla kapanması düşünülebilecek en korkunç şeydir. Covid-19’un yarattığı olağan-üstü panik ve çaresizlik içinde yangından mal kaçırır gibi alelacele bir dizi cılız çözüm önerisi sıralıyoruz.
İster küresel iklim değişikliği iste genel grevler isterse viral hastalıklar olsun bize şunu gösteriyor. Kaplamı en geniş Biçim/Bütün hesaba katılmadan (bize yetersizlik duygusunu hissettiren ve bu sayede düşünceyi harekete geçiren o değil midir?) hiç kimse güvende olamaz. Game of Thrones’te olduğu gibi anlamsız bir şiddet dalgasıyla birbirimizi gırtlaklamanın eşiğine geldik. Birbirinden bunca farklı insanın Bir ortak/gerçek bağı olan mübadele biçimi artık çalışmıyor. Varlığımızı borçlu olduğumuz, hiç kimsenin dışında kalamadığı bu çarpık Biçim çökmek üzere.
Uygarlığımızın dış sınırlarını kim hayal etti? İhtiyacımız olan şey, diyordu Sohn-Rethel, sınıfsız bir toplumun bütün sınıflı toplumlardan aslen farklı olduğunu saptamamıza olanak verecek, toplumsal yapıya ilişkin özgül ve sarih bir kıstastır.[5] Önümüze dikilen soru bu Kıstastır, bu Bir nedir?
Kanonik metin okuma kültürü nadir olan insanlar bu devasa çelişkilerin er ya da geç açığa çıkacağını zaten biliyorlardı. Uzun sürmüş hazırlık sayesinde şundan eminim. Düşüncenin başlangıç kavramları Bir ve Çok, Biçim ve Bütün ve bu ikiz kardeşlerin zorunlu soncu olarak Ütopya ve Eşitlik olmadan Burası’nın dışına asla çıkamayız. İstinasız herkesi içerecek/kapsayacak yeni bir Biçim bulunmadan hiçbir doğru pratik üretilemez.
Sol’un muhalif dili de Bütünlük arayışımıza yanıt verecek güçte değildir. İktidara geldiğimizde ne yapacağız? Yunanistan’da radikal Sol’un sermayenin yasalarına hemen boyun eğdiğini görmedik mi? Sermaye aynı zamanda üretim aracıysa (Marx) kitleleri neye “göre” yeniden istihdam edeceğiz?[6] Sömürü nasıl bitecek? Burjuvazi kendi ütopyasını başarıyla inşa ederken (piyasa onun ütopyasıdır) bizim ütopyamız nerede? Zihinsel emekle kol emeği arasındaki fark ve bundan kaynaklı iktidar ilişkileri nasıl çözülecek? Bir yanda Parti aygıtının seçkinleri (işte size Mübadele makinasına karşı insan biçimli bir tepki daha; sonra Karakterlerin iradesi zorunlu olarak çözülünce “Davaya İhanet Edenler” listesi hazırlanacaktır), diğer yanda fabrika işçileri olarak ikiye bölünmüş bir toplumda eşitlikten nasıl söz edebileceğiz?[7] Özgürlük nedir, bilen var mı? Sermaye formülü (P-M-P’) 16. Yüzyıl Hollanda’sında neyse İkinci Dünya Savaşı sonrası Japonya’sında da odur (Wallerstein)[8]. Hangi tarihsel aşamadan geçmiş olursa olsun sabit kalan bu Kök’ü nasıl söküp atacağız ve sonra onun yerine hangi Biçim’i koyacağız?
Ütopyanın bulunduğuyla ilgili yanılsamanın dağılmasını, bizi oraya götürecek yol haritamızın elimizden alınmasını hazmedemiyoruz “1917 Devrimi” etrafında örülmüş halenin demistifiziye edilmesi, Marksist felsefe tam da fetiş kavramların üzerindeki fazlanın boş olduğunu göstermektir. Neo-Marksist Jameson Kapital’in siyasi bir metin olmadığını söylerken de aynı yöntemi kullanır. Bu o kadar yalın bir tespittir ki bu zamana kadar Kapital’in sermayenin yapısal özelliklerini ele alan bir metin olarak değil de siyasi bir metin olarak okunmuş olmasına insan hayret ediyor. Sanki görünmez bir sıvı tabaka metnin üzerini örtmüş gibi (jouissance diyesim geliyor). Geçmişin artık bir anlam iletmeyen şeyleşmiş isimleri fark algısını bastırmakta tıkaç işlevi görüyor. Tıkacı çekip çıkardığımızda sevgili keyif adacıklarımız sular altında kalıyor. Allah’ın var olmadığı gerçeği karşısında bir Müslümanın yaşadığı gibi “değerli” nesneyi kaybetmenin ağır sancısı nefesimizi kesiyor. Keyfimiz bozulmasın diye hemen bulmuş gibi (als ob) yapıyor ve bir kez yerleştik mi kendimizi bıkıp usanmadan tekrar edip duruyoruz. Bunun ruhsal yapı için bir getirisi/ekonomisi mutlaka vardır. Felaket zamanları hariç Bütün’ün baskısını üzerimizden atarak kendi küçük dünyalarımıza gömülüyoruz. Bizi sarıp sarmalayan o daracık kovuklar, her topluluğun kendine göre kazdığı yengeç yuvaları (“Aile” mesela, “Köye Kaçış” mesela) “ana rahmine dönüş” isteğinin birer belirtisi, birer hastalık olarak yorumlanmalıdır.
Yarıda kalan ütopya projesini yeniden düşünmek için “Devrim” retoriğinin yetersiz kaldığını teslim etmek zorundayız. Bir makinaya karşı insanlar, acizliğimizin sebebi bu. Hala insan biçimli düşündüğümüz için (romanlarımız başkarakter denilen ucubelerle doludur ve okuyucu da dünyayı onun üzerinden anlamaya çalışmaktadır) Burjuva sınıfına nefret beslemeyi Kurtuluş zannediyoruz. Yoksul kitleleri kışkırtmakla elimize ne geçecek? Alt sınıfların ağır bir şekilde sömürülüyor olması daha gerçek bir dünyada yaşadıkları anlamına gelmiyor. Bana kalırsa çözüm hem zamana hem de kavramsal araçlara sahip olduğu için orta-sınıfın marjinal kanadından gelecektir. Frankfurt Okulu gibi düşünüyorum. Doğru teori olmadan doğru pratik mümkün değildir.
Profesyonel abilerinin kışkırtmasıyla sokak aralarında sivil polislere taş atan ve bunun da mücadele olduğunu zanneden liseli bir genç tanımıştım. Heyecanlı ve naif biriydi. Eskilerin tabiriyle hakikati birebir konuştuğu insan yüzlerinde arıyordu. Ona çok uzak olduğunu bildiğim halde Bir Balıkla Sahtekârca İlgilenmek adlı romanımı hediye ettim. “Üslup değişikliği” adını verdiğim bir teknik kullandığım için başkarakter Muan Es romanda kaybolur. Farklı epizotları/sahneleri insan biçimli bir aygıtla diken köhne romanlara alışmış okuyucuya romanın biçimi/üslup değişikliğinin bir karakter gibi yer-değiştirmesiyle oluşturduğu bu yeni biçim korkunç bir karmaşa gibi görünür. Hâlbuki gövdelerimizin (bilinç ne yazık ki “karakter” gibi ideolojik aygıtlar tarafından özel olarak sıkı koruma altındadır) piyasa toplumlarında maruz kaldığı parçalanmayı romanın gövdesinde yansıtmıştım. Neyse, liseli gencin yorumu şu olmuştu. “Halktan kopuk!” – Sol’un devasa çelişkiler yığınını bu kadar ucuz bir şekilde “Bir”de toplaması liberallerin “Demokrasi”de toplaması gibi boşuna bir çabadır. İki Bütün de toplumsal gerçeklikten uzaktır, bu yüzden dağılacaktır ki zaten dağılmak üzeredir.
Ütopya ideal bir toplum arayışıdır. Sermaye toplumların yıkıldığı bu aşamada bizi öncelikle tek bir çatı altında toplayacak Bir fikre ihtiyacımız var. Bu da YER-DEĞİŞTİRMEK/GÖRE İŞ’tir.[9] Yakın bir zamanda (çünkü Ütopya zorunludur) istisnasız herkes belli zaman aralıklarıyla bir işten başka bir işe yer-değiştirerek yaşayacaktır. Herkesin çıkarına olan bu formül toplumsal bütünlüğü sağlayacak yegâne ilkedir. Tıpkı mübadelenin en yetkin biçimi olan sermaye gibi bir kez kuruldu mu sonsuz çevirme hareketini yapacak aygıttır bu. Ancak bundan sonra olguları hayal edebiliriz. İnsanlık tarihindeki bütün bu olup bitenler Mübadele denilen Bir’den çıkmadı mı? Klasik felsefenin o meşhur önermesi şimdi burada yerini buluyor. Çok Bir’den çıkar. Çocukları nasıl eğiteceğimiz, ne ve ne kadar üretim yapacağımız, hangi ahlaki söylemlerin dolaşıma sokulup sokulmayacağı gibi karışık olgular dizisi önce Biçim kurulduktan sonra düşünülebilir. İyi niyetli önerilerin bir yıldız gibi parlayıp kaybolması bir biçimden yoksun olmalarından kaynaklanmıyor mu?
Zihinsel dağınıklığımızı Bir’de toplayabilirsek arzu ettiğimiz topraklara ayak basmayı başarabiliriz. Teolojinin diliyle iğne deliğinden geçmektir bu. Sonra gövde bu uzama yerleşecek, işe göre yer-değiştirmeyi/bu davranış biçimini tekrar ederek (tekrarı yapılmazsa başka türlü nasıl olur? Gerçeklik belli sayıda tekrarı gerektirmez mi?) tecrübe edecektir. Bakalım o zaman bilinç ne konuşacak, neyi isteyecek, neyi doğru ya da yanlış bulacak?
Yer-değiştirmek modeli kodlu siyasi-ekonomik bir programdır. Farklı emek güçlerinden oluşan küçük bir topluluk (Jameson buna “niyet toplulukları” der) kesinlikle bir taşranın, mesela Kütahya’nın bir ilçesinde yer-değiştirmek modeline göre hareket edecektir. Bir öğretmen/zihinsel emek bir bulaşıkçı/kol emeği olacak ve sonra başka şekillerde yer-değiştirmeye devam edecektir. Aramızda ne tür fikir ayrılıkları olursa olsun bu davranış biçimi bizi bir arada tutacak mühürdür. Dünya görüşleri taban tabana zıt bireyler sırf mübadele ilişkilerinden dolayı birbirini tanıdık kabul etmiyor mu?
Ütopya malların değil öncelikle emek güçlerinin yer-değiştireceği bir uygarlık olacaktır. Böylece Mübadele toplumların orta yerinde bir delik açılacaktır. Dışarısı işte burasıdır. Emek gücünün sayısı arttıkça yer-değiştirmek biçimi halka halka genişleyecektir ki sermaye de Manchester gibi elli kilometre karelik bir alanda kurulmuş ve giderek yerkürenin tamamına yayılmıştır (Harvey). Ütopya da aynı şekilde taraftarlarının sayısı arttıkça hegemonyasını kuracak ve hepsi de eşitsizlik ürettiği için mübadelenin bütün biçimlerini ve üst-yapıya ait bütün kültürel görüngülerini tek tek tasfiye ederek tarihin çöplüğüne gönderecektir.
Mesut LİZOR
mesutlizor@hotmail.com
[1] “Göre” edatının ütopyacı anlamı üzerine felsefi bir yorumu Diyalektiğin Birleştirici Güçleri’nde görebiliriz. Jameson Aristoteles’in zaman anlayışının “önce ve sonra bakımından” olduğunu belirttikten sonra: ”Şimdi bunun ne tür bir cümle olduğunu sorabiliriz. Bizi çeşitli modern dillerdeki pek çok tercüme yoluyla Yunanca orjinaline geri götürmesi manidardır. “Bakımından”, “açısından”. Descartes’in tabiriyle en küçük parçalarına ayıran bakışının yakınlaştırıp büyüttüğü şekliyle bu ne anlama geliyor olabilir? Yunancası basitçe kata’dır. Bu edatın işlevleri ve kullanımlarına dair bir dizi liste çıkartılmıştır. Bizim durumumuza uygun düşenler muhtemelen “bunar göre”, “buna yanıt olarak”, “ilişkili olarak” ya da “ilgilidir”. Jameson Yunancadaki göre edatının (Kata) zaman kavramıyla ilişkisi içeresinde onun yapısına, özüne ya da içeriğine dair bir kullanım olmadığını soru biçiminde ifade ettikten sonra. “Bu hüsran uğratıcı sorular bizi çok kendine hassas bir konuya, yani bizatihi edatın felsefi anlamı ya da işlevi konusuna götürüyor. Böyle bir konuya odaklanmanın sonucu felsefi bakımından tözleri temsil eden isimlerin ve süreçleri adlandıran fiillerin aldatıcı sadeliğinin altını çizmektir. Ayrıca düşünmeyi ve kavramsallaştırmayı bu iki kategöriye, fiillere ve isimlere yedirmeye ve cümlenin diğer dilsel öğelerini, zarfları ve edatları görmezlikten gelme eğilimimizi keskin bir şekilde öne çıkarmak istiyorum elbette…..Belki de Mallarme örneği konuyu bu eski felsefi metinler ve onların tercümelerinden çok daha canlı bir şekilde gösterecektir. Zira Mallarme’de temel sözcüklerden birinin sevdiği bir isim, sıfat ya da mükerrer bir fiil olmadığını, tam da bir edat olduğunu söyleyebilriz. Aslında ‘selon’ sözcüğü aniden yolumuza çıkan Yunanca ‘kata’nın tam eşdeğeridir.” Jameson söz konusu şiiri alıntıladıktan sonra: “Böylece ‘selon’ ve eşdeğerleri gösterenlerin homojen yüzeyini ve sürekliliğini aniden bir kolaja indirger, dolaysıyla bu anlamlı birlikteliğin işlevi salt yan yana getirme ya da bir fikri, bir imgeyi, bir isim kümesini başka bir tanesine bağlama gibi mütevazi ve takdir edilmeyen bir görevi yerine getirir. Sonuç olarak Aristoteles’in cümlesi düşüncenin kendisinin ifadesini değil imkânsız bir düşünceyi düşünme buyruğudur.”
[2] Bir Balıkla Sahtekârca İlgilenmek adlı roman (Lizor, 2010) üslup değişikliğini bir program haline getirmeyi ve böylece Mübadele ile ilişkisini kurmayı başaran ilk eserdir. Bir Teknik Olarak Üslup Değişikliği adlı makaleye şu linkten ulaşabilirsiniz.: https://www.insanokur.org/bir-teknik-olarak-uslup-degisikligi-mesut-lizor/
[3] Mübadele ilişkilerinde kimi ayrıcalıklı (mülk sahipleri ve asalakları) kimi atıl pozisyondadır (metrodaki güvenlik görevlileri gibi) kimi rekabetten ötürü oyun dışıdır, kimi ağır şekilde sömürülür (kol emeği) kimi de bu ilişkilerin tümüyle dışındadır (işsizler ve evsizler). Bu yüzden Mübadele’yi çarpık biçim olarak yazıyorum. Tarihin sonu gelmez çatışmalarının sebeplerinden biri budur.
[4] Stalker da diğer bütün histerikler gibi Değerli Nesne’yi ötekinden istemiştir ki herhalde eli bu yüzden boş dönmüştür. Bütün gerçekleştirilmesi en zor arzudur, “gırtlaktaki kemiktir” ve derin özne burada kurulur, öyle ki nesnesine ulaşmayı başaramazsa jouissance onu yutmaya hazırdır. Tarkovsky’nin bitmek bilmeyen ve bazen de bıktırıcı olabilen alegorileri ya da Stalker’ın sakat çocuğunun doğa-üstü güçleri giibi mistik imgeler yarıda kalmış arzunun semptomlarıdır.
[5] Mübadeleye ilişkin soyutlamaları Alfred Sohn-Rethel’a borçluyum. Marksist düşünürler arasında apayrı bir yeri olan bu isimin çalışmaları ne yazık ki uzunca bir süre göz ardı edilmiştir. Bana kalırsa Aşil’i topuğundan vuran tek isimdir. “Meta mübadelesinin biçimsel yapısı her mübadele ediminde ve meta üretiminin çeşitli aşamaları boyunca hep aynı kalır. Ben yalnızca burada bu biçimsel yapıyla ilgileniyorum. Çünkü emeği hesaba kattığınız anda iktisadın alanına girmiş oluruz. Bizim ilgi alanımız ise mübadelenin içerdiği soyutlamayla.”
[6] “Nasıl” yapılacak sorusunun neye “göre” yapılacak sorusuyla benzer olduğunu dikkatinize çekmek isterim.
[7] “Günümüz pek çok sosyalist ülkesine bakıldığında mülkiyet haklarını ortadan kaldırmakla sınıfın ortadan kalkmayacağı bariz bir biçimde görülür. Sermaye ve emek arasındaki sınıfsal antagonizma kafa ve kol arasındaki bölünmeyle içsel olarak bağlıdır.” Sohn-Rethel.
[8] Wallerstein’ın bazı çevreleri rahatsız eden bir tespiti vardır. Eğer devrim kapitalist sistemin yıkılmasıysa Sovyetlerde devrim olmamıştır. Hatırlarsanız, Lenin iktidardayken ilk icraatlarından biri Avrupa bankalarından kredi çekmek olmuştur. Avrupa ile aralarındaki fark sermayeyi işçi sınıfının çıkarlarını temsil ettiği düşünülen Parti aygıtının yönetiyor olmasıydı. Şimdi Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) yaptığı gibi. Komünistler (Kim Jong’u unutmayalım; kendine seçtiği Ad onu değiştirmeye yetmiyor. Ad’ın gövde üzerinde etkisiz kalması kuşku uyandırmıyor mu?) nefret ettiği sermayeyi taklit etmekten geri durmamış, dünyanın Doğu bölgelerine yaymıştır da. Willson Antlaşması, sene 1918, alıntı Wallerstein ve uzayıp giden bir dizi görüngü vs/vs. Bunlar herkesin bildiği sırlar olduğu için o kadar yıkıcı yargılardır ki bir Marksist iktisatçımız Wallerstein’ın Marksist olmadığını göstermek için bir yazı dahi kaleme almıştır. Şu basit soru bile tablonun ne kadar gülünç olduğunu göstermeye yeter. Wallerstein’ı dışlamakla biz Marksistler ne elde edeceğiz, üstelik sayımız bu kadar azken. Ayrıca olguları değişmediği sürece kendimizi Marksist ya da Liberal olarak tanımlamanın ne önemi vardır? Çocuk oyununa benzer bir şey bu: “kim o- kim bu.” Halk arasında “kio-kibu” diye telaffuz edilecektir herhalde.
[9] “İşe Göre Yer-değiştirmek” diye yazmamamın nedeni şu: Bir Balıkla Sahtekârca İlgilenmek adlı romanı yazarken geliştirdiğim “üslup değişikli” ile başlayan –şimdi burada ayrıntısına giremeyeceğim- uzun ve karışık bir sürecin sonunda bizi Burası’nın dışına çıkartacak bir fikre ulaştım. Önce “Yer-değiştirmek” ismini buldum, sonra “Göre” edatını ve en son da “İş”i. Bu biçimden/sadece üç kelimeden oluşan bu yalın cümleden ütopyanın kendine özgü olaylarını tek tek çıkarsamaya başladım ve işe göre yer-değiştiren toplumun olaylarını gösteren Yer-Değiştirmek adlı gazete formatında bir ütopya romanı yazdım. Eser yayınevleri tarafından kabul edilmedi. Yer-değiştirmek’i matbaadan çıkmış haliyle linkte görebilirsiniz ve burada Yer-değiştirmek’i pdf olarak okuyabileceğiniz blog adresi bulunmaktadır.