Virginia Woolf’un metinlerini vahşet ve kanla değil, uçup giden bilinç anlarıyla, duygulardaki hafif dalgalanmalarla, kişiler arasındaki karmaşık ilişki ağlarıyla ilişkilendiririz genellikle. Yine de muhtemel belalar, tarifsiz felaketler pek eksik olmaz, dehşetengiz bireysel ve kolektif yıkımlar hep yakınlardadır. Bu hususta yazarın günlüğü yine aydınlatıcıdır. 1927 Haziran’ının sonlarında, Woolf güneş tutulmasını izlemek üzere trene binerek bir grup arkadaşıyla Richmond’a gider. Güneş tutulmasını izleyince, sanki dünyanın doğduğu zamana gitmiş gibi hissedeceğini umar. Ama hava kararıp “buz gibi soğuyunca” renkler kaybolur; her şey yok olup gitmiş gibi gelir Woolf’a: “Dünyanın öldüğünü görmüştük.'” Orlando’da Elizabeth çağını ele alan bölümde Woolf, Büyük Ayaz denilen doğal afetten ve kuşların havada uçarken donarak adeta taş gibi yere düştüğünden uzun uzun bahseder. Taş kesilerek ölme sahneleri boyunca duyulan gece yarısı çanları eşliğinde, okurun gözünde, Dantevari mahşer günü cezalarına dair, “Tanrı’ya karşı dudaklarından dökülen küfürlerle” beyhude yere yardım dileyen günahkârların görüntüleri canlanır. Aslında “büyük ayaz” Woolf’un yapıtlarında hep karşımıza çıkan bir imgedir. Yıllar’da siyasi felaketle, savas korkusuyla ve medeniyetin yıkımıyla ilgilidir. “1917” başlıklı kısımda North, Fransa’nın kuzey cephesine gitmek üzere hazırlanırken, Woolf patlayan silah ve bomba seslerini anımsatır ve her şey yine buz keser: “Göller ve kanallar donmuştu; yollar daki su birikintileri adeta buzdan gözler gibi görünüyordu.” Bu metafordaki ölgün buzdan gözler, yine o soğuk gecede Londra otobüsündeki yolcuların “ölü” bakışlarına tekabül eder. (sayfa 86-87)
Fanilik Üzerine Düşünceler,
Victor Brombert,
kolektif kitap
Çeviren: Akın Terzi