YARI-PUSARIK / ILGIM – Nejdet Evren

Bir dil, hakınca sahiplendiği sürece ne kadar baskılanırsa baskılansın asla yok edilemez; bu direnç ana-kadından gelir,  her dile ana-dili denmesinin nedenide budur. Bir zamanlar çocuk öykülerinde herkesçe bilinen bir olgu vardı – ki, hala gündemde olsa gerek- deve kuşları kafalarını kuma gömdüklerinde saklandıklarını sanırlarmış…- deve kuşları böyle bir davranışta bulunmakdıkları halde-  Toplumsal bir olgu yok sayılmakla yok olmuyor. Nasıl ki, bir eşittir bir değil olduğu gibi…Sonsuz olanın resmi nasıl çekilemiyor, görüntülenemiyor ve sınrları çizilemiyorsa deve kuşu gibi kafayı kuma gömmenin de bir yararı hiçbir zaman olmayacaktır. Öyle ise, toplumsal barışı yaratabilmek için inkarcı bir yaklaşım yerine onun/ana-dilin kabul edilmesi le başlanmalıdır. Ana-kadının ak-sütü gibi emzirdiği damıtılmış dil,  kişinin tüm bedeni/tüm ruhu/tüm kişiliği ile ilişkilenmiş/ ayrılmaz bir parçası haline gelmiş demektir. Hiçbir dilin, hiçbir kültürün yek-diğerine üstünlüğü olmadığı gibi, olmaycağı, kültürler arası yarışmanın olanaksız ve fakat etkileşimin kaçınılmaz olduğu bilinci ile sergilenecek bir yaklaşım yok saymanın yarattığı tüm engelleri/olumsuzlukları/aşacak bir yaklaşımdır. Ne de olsa, ozanın dediği gibi “su akar yatağını bulur” Bir dilin varlığını savunmak zorunda bırkılmak kadar elem verici insani-sosyal bir trajedi düşünülemez…Ancak, tüm olanlara rağmen bu edimde bulunmanın bir tarihsel görev olduğu bilinci ile bıkmadan usanmadan üreten, araştıran ve direnen insanlar her zaman olacaktır. Egemen dilin baskısı ile öğrenim hayatına başlamış bir çok çocuğun içinde bulunduğu ruh halini anlamak için gerçek manada empati yapabilmek gerekmektedir. İçinde bulunulan durumu/ yaşanılan tabloyu traji-komik bir dille anlatabilmek ise tam anlamıyla her iki dile, gramerlerine, kavramlarına mutlak surette egemen olmak, bilmek ile mümkündür; baskılanan bir çocuğun bunu yapması, dile getirebilmesi ise işin ayrı bir ironisi gibidir. Bu anlarım birilerini traji-komik bir şekilde güldürürken, bir öetikini traji-komik bir şekilde kendini sorgulamaya, düşünmeye, empati yapmaya sevk edecektir; gerekeç sanat-eseri işte böyle bir anlatım/dil ve yaklaŞım ile sergilenebilr.

“…Oysa gerçek herkese göre farklıdır…Gerçek dediğin tam olarak nedir?…” (I-a) Gerçek, maddi hakikat ve mükemmel tüm bu kavramlar gizemlidirle/bir sırrı saklar gibi anlaşılmalarının ötesinde bir şeye/olguya temas ederler. Öncelikle belirtmek gerekir ki, “mükemmel” olmayana dair bir kavramdır. Adeta denilebilir ki olmayan şeyi tanımdır. Zira, “ Hayat hep yarımdrı” (I-b-) Sadece hayat mıdır yarı olan? Değil tabi…Evrenin sonlu ya da sonsuz olduğu tartışılırken matematiksel olrarak ölçümlenmeye kalkışıldığında bir atı bir sonsuza dek sürecek, hiç bitmeyecek bir toplamayı gerektirecektir; bu ölçüm, evrenin sonsuzluğuna işaret etmektedir ve; evrenin sonsuzluğu içinde barındırdığı tüm olguları da sonsuz kılmasınına neden olacaktır. “Hiç bir şey yoktan var, vardan yok olmaz” düşüncesinin altında yatan olgu da budur. Ancak olguların yaşam süreci onları sonlu ve sınırlı yapar; bu sonluluk ve sınırlılık durumu değişim ve dönüşüm ile aşılır. Maddi-gerçeklik gözlem ve deneyle sınanabilir olandır; gözlem ve deney yapanın özenlliğinden öte bir hakikati imler. BU durum olgunun/maddi gerçekliğin düşünceden düşünceden bağsızlığını ifade eder, öte yandan düşüncede kavramlaşamayan hiçbir olgunun  maddi-gerçeklik sayılamayacağı  şeklindeki yaklaşımlar ise tam tersine meta-fizik düşüncelerin ürünü olmaya mahkumdurlar. İnsan doğa-sosyal-ekonomik-politil-tarihsel bri kimlik ola da hiçbir canlıdan ne üstün ne de aşağıda değildir. Meta-fizik tüm yaklaşımlar insan ve ide/düşünceye salt bir değer biçtiklerinden dolayı insanı da yüceltmek zorundadırlar ve belki de insanı yüceltmek adına bu zorlamayla karşı kaşıya kalmaktadırlar.

“…Neye göre, kime göre ahlak?…Zorla gözümüze sokulan yalanlar, riyakarlıklar, hırslar, mallar, mülkler hakikati görmemize engeldir. Aşk bunların hepsini anlamsız hale getirir, o saatten sonra gördüğünüz her şey aşktır ve işte o hakikattir…”(I-c) Etik/ahlak sadece toplumsal bir dayatma değil aynı zamanda politik bir biçimlendirmedir de…Tarih boyunca yaşayan topluluklar, yönetim biçimleri, uygarlıklar film şeridi gibi kısa bir şekilde göz önünden geçirliecek olsa bunun ne anlama geldiği daha net bir şekilde görülecektir. Gılgameş efsanesindeki yaşam tarzının günümüzden çok farklı olmasının kısa açıklaması budur. Ne olursa olsun etiğin bilinç üzerindeki baskısı her zaman var olmuştur. Onu normatif yasalardan ayıran ölçü karşılığının toplumsal vicdanda yaptırıma bağlanmış olmasıdır. Öyle z manlar ve koşullar vardır ki toplumsal vicdanın şekillendirmesi normatif-yasal şekilendirmeden daha baskın çıkabilmektedir. Öyle olunca da etik/ahlakın felsefi olarak masaya yatırlması kaçınılmazdır. İnsanlaşma sürecindeki topluluklar yerleşik düzene geçmeden önce avlanarak, toplayarak yaşamlarını sürüdrümekteydiler. Avcı-toplayıcı topluluklarda artık-ürün olmaz; avladıklarını ve topladıklarını tüm üyeler tüketene kadar bununla beslenir, zaman geçirir ve daha sonra yeniden avlanmaya ve toplamaya çıkarlardı. Böylesi bir toplulukta herhangi bir yasa, kural, biçimlendirme, baskılama söz konusu değildir. Olsa olsa böylesi bir toplulukta avlanma ve toplamanın şekli ve teknikleri üzerinde düşünce alış-verişi, bir sonraki hareketin yer, zaman ve şekli hakkında görüş alış verişi yaşanır ve sınırlar henüz belirlenmemiş olup, görece olarak yer-küre insan popülasyonu açısından yoğunluk taşımadığından korunmaya da gerksinim olmadan ortaklaşa yaşam sürdürülmüştür. Marx’ın belirlediği gibi ilk iş-bölümü ile sınıflar belirlenmeye başlamış, kadının köleliği ile sınıflı yaşam biçimine geçilmiştir. Kadının sınıfsallaştırılması onun mülkiyete dahil edilmesini, sahiplenilmesini ve hemen ardından etik olarak biçimlendirilmesini gündeme getirmiştir. Bu biçimlendirme kadın üzerinde gerçekleşse de erkek üzerinde mutlak baskılanma ile sağlanabileceği gerçeği karşısında mülkiyet ilişkileri ile birlikte ilk etik değer olarak cinsellik/ ki her iki cins üzerinde mutlak hakimiyet kurmak suretiyle sağlanabileceğincen/ gündeme gelmiştir. Freud’un bilinç-altı ya da bilinç dışı diye tanımlamaya çalıştığı, aşmaya çalıştığı baskılanma da bu ilk etik baskılanmanın ta kendisidir….”Geleneksel ahlak bize derki, görevler yerine getirlmeli ve çok çalışılmalı. Bana iki öğrenci örneği vermeme izin verin. Biri tembeldir ve diğeri çok çalışır. Normal ahlakta, çok çalışan iyi tip kazanacaktır. Fakat tembel olan, yeteneğini geliştiren bazı haplar alırsa, böylece daha az çalışır ve çalışkan olanı yenmez mi? Bu durumda ne yapacaksınız? Ahlak koordinatları burada değişiyor.” (II_a) Bu koordinatlar zaman ve farklı toplumlarda örtüşmezler, lakin aynı toplumda bir çok kişide örtüşebilir. Her ne olursa olsun özneleşme çabasındaki kişi ile bir gerilim yaşaması/yaşanması kaçınılmazdır. Buradan hareketle şöyle bir sonuca varılabilir; kavramlaştırma bir düşünce edimi/eylemi olsa bile kavramlaştırılacak olguya mutlak surette gereksinim duyar, bu durum bile her olgunun gerçek olduğu sonucunu doğurmaya yetmeyecektir; zira, öyle olgular vardır ki salt düşüncede yaratılırlar ve maddi geçmiş yaratılma sürecinden kopartılarak ortaklaşıldığında olgusal bir varlık kimliğine bürünür; tanrılar böyle yaratılmıştır….Olmayanın varlığına duyulan inancın kendisi olgusal bir gerçekliktir.

Kişi içinde yaşadığı toplumu hazır bulur; yaşayacağı yeri-zamanı-toplumu seçme şansına sahip değildir. Bu nedenledir ki tüm evrensel normlar insanların eşit ve özgür bireyler olarak doğdukları kabulüne dayanırlar. Eşitliğin özünde yatan şey haklar açısından tanımlanmış olmasıdır, yoksa hiçbir insan yek-diğerine eşit değildir. Haklar açısından eşitliğin pratikte gerçekleşmediği de işin ironisi olsa gerek. Her ne olursa olsun kişi yaşadığı yer-zaman-toplum diliminde birey olarak kabul edilmeyi bekler ve bu bekleyiş onun en temel hakkıdır; bu kabul ise ancak onun onurunun, şeref ve haysiyetinin/kısacası kimliğinin tanınması ile mümkündür. Ve bunu anlamak için hem de çocuk yaşta onurunun kırılması gerekmemektedir!…” Sizin hiç onurunuz kırıldı mı? Şevkinizin kırılmasına, ayağınızın kırılmasına benzemez onurunuzun kırılması. Hele çocukken!” (I-d) İnsan topluluğu avcılığa başladığı günden beri maskelenme gereksinimini duymuş,  daha iyi avlanabilmek için hayvan postuna bürünmüştür. Latince’de persona sözcüğü mask-tan gelmektedir ve maskelenmiş olan anlamında kullanılmıştır; bu, iki kimliği aynı ada taşımayı ifade eder ki, personel denilen şey de böyle değil midir? Masa arkasındaki kişi ile sokaktaki aynı kişinin farklı kimlikler taşıması gibi….Maskelenmeyi hayvanlara karşı bir gizlenme aracı olarak kullanan insan zamanla bunu yek-diğerine karşı kullanmakta geciikmemiştir. İkircikli olma, daha sert bir tabirle sahtekar olmak ilkel zamanlardan günümüze taşınan kişilik bozulmasıdır. İlginç olan ise, herkesin bir diğerinin sahte yapısını bildiği halde bunu kabullenmiş olmasıdır; bu kabullenme gizli bir şekilde kendi sahte kimliğinin açığa çıkmaması, kabul edilmesi düşüncesine dayanır. .”…herkes herkesin ikiyüzlü olduğunu bilir.  Kimse de bunu dert etmez. Normal olan budur sanki. Vıcık vıcık bir riyakarlık kokuşmuş yağ tabakası gibi bütün ilişkilerin üstüne yapışır. Kimse kendini güvende hissetmez. Ama kimse de bunu değiştirmek için en küçük bir çaba sarf etmez. Herkes bu haliyle evlilik kurar, sevgililik, yoldaşlık arkdaşlık, ortaklık…”(I-e)

Zaman hızla akar, bu akış hep ileriye doğrudur. Geriye dönmek bu nedenle mümkün değildir. Amin Maalouf der ki “hiç bir yolun başlangıcı ve sonu yoktur.”  insan bir mekan içinde yaşar, mekan zamandan bağsız değildir, zaman mekana eklemlenir. Zaman ve mekan aynı anda varlık kazanırlar ve biri olmadan diğeri de olmaz. Diğer her şey de mekan-zaman içinde devingenliği ile yer alır, varlık kazanır. Ancak bu mekan denilen şet altı duvar arası değildir; devinimin kendisini gerçekleştirdiği tüm yer dilimidir ve zamanla ölçülür.  Mekanın da ne başı ne de sonu yoktur. İnsan sınırlı/kısıtlı yaşam diliminde bir  mekandan başka bir mekana dönüşerek yaşar. Filozofun dediği gibi “ölüm yoktur, zira onunla hiçbir zaman karşılaşmayacağız” Bu düşünce, zaman-mekanda değişimin diyalektiğine dair bir göndermeyi içermektedir. “Düşünsene, akıp giden zamanın içinde senin varlığınla yokluğun arasında hiç fark yok!.”(I-f) Gerçekten böyle midir? Bu durum hem gerçekten böyledir hem de değildir; zira, biyolojik dönüşüme uğrayan kişi için doğru, geride kalanlar için değildir. Zira insan yaptıkları/yapmadıklarıyla yaşadığı zaman-mekan diliminde bir iz bırakır ve bu iz asla yok olmaz; yollar nasıl bitimsiz ise insanın bıraktığı iz-de asla tükenmez ve o izi gören bir çift göz/yürek/bellek bir şekilde ortaya çıkar. Hiçbir şey tarih mahzeninde sonsuza dek saklı kalamaz.

İnsan neyi göze alabilir, neyi alamaz? Cesaretin ölçüsü var mıdır? Böyle bir ölçü varsa kim belirlemiştir? Cesaret aptallık ile yan yana gelebilir mi? Doğrusu yer-zamanda doğru koordinatta olmak cesaret, değilse aptallık yaşanır. İnsanın kaybedecek bir şeyi kalmayınca ya da insan altı-duvar arasına mahkum edilmiş ise kaybedecek şeyi olana ve özgür olana göre farklı düşünmeye, farklı çözümler üretmeye başlar; bu zaman diliminde insanın gerçekte yapamayacağı sanılan bir çok şeyi/edimi yapabildiği görülmektedir. Bu duruma, kim hangi normatif değerle karşı durabilir ki? “Çaresizseniz, üstelik hem yoksul hem çaresizseniz, göz alamayacağınız şey yoktur.” (I-g) Hiçbir şey yek-diğerine asla benzemez, yoksunluk yoklukla eş anlamlı değildir. “Proleter konumun nosyonu hakkında söylemek istediğim şey,

sıfır düzeyine düştüğünüzde, artık eskisiyle aynı olmayan başka bir özne ortaya çıacak olmasıdır”. (II_b) Gerçekten de öyle değil midir? Bu gün tüm dünya insanlarını zengin yoksul ayrımı gözetmeksizin tehdit eden KOVİT-19 virüsüden sonra dünyanın aynı kalacağını düşünmek saflık olsa gerek!

İnsan sosyal bir varlıktır. İnsan tanımı da sosyal-tarihsel bir içeriğe sahiptir. Her bir birey bir öteki ile kendini tanımlayabilir ancak; bir öteki olmadan/olmadığı sürece insan ne kendini tanımlayabilir ne de insan kavramının bir anlamı olabilir. Bu nedenledir ki her insan öyle ya da böyle her ediminde ve yeri geldiğinde edimsizliğinde bir ötekini etkiler. ( buradaki öteki kavramı, ötekişleştirilme olarak kullanılmamıştır) “…yaptığımız herhangi bir şey biz farkında olmasak da bir yerlerde birilerinin yaşamını etkiliyor, belki tümden değiştiriyordur. Kim bilir, belki yaşarken değil, ölürken sebep oluyoruzdur bu değişikliklere.” (I.h) 

Her insanın bir değerler silsilesi vardır. Değerler halkalaşarak ve içselleştirlme ile toplumsal bir içeriğe kavuşurlar. Her değer bir anlamla yüklüdür. Anlamın içeriği kişisel farklılıklar göstermeye meyillidir. Hayatın kendisi değerli olduğı gibi onu anlamlandırmak ta değerler silsilesindeki yerine göre belirlenir. Kişinin hayatını anlamlandırma biçimi onun dünyaya, insana, evrene bakış açısı ile doğrudan ilişkilidir. Hayata anlam yükledikçe doğal olarak çekilen yükte bir atma olması kaçınılmazdır. Öyle zaman olur ki özne bu anlamlar içinde adeta kaybolmuş gibi görünür. “Anlamlı bir yaşam uğruna mücadele ederken bazen işin öznesini, yani yaşamın kendisini araçsallaştırıyoruz. “(I-İ) 

“Yolların başlangıcı yoktur.” ve ancak insanın doğuştan itibaren başlattığı bir geçmişi ortaya çıkmaya başlar. Zorunlu tarihsel sürgünü yaşayan insanların hiçbir yere sığdıramadığı, hiçbir yere ait olmadığı hiçbir yere sığmayan ikili bir geçmişi olacaktır. Her iki geçmişi birden yüklenmek zorunda ve yükü diğerine göre fazladır. “İnsan geçmişini gittiği her yere beraberinde götürüyor, kaçış mümkün değil.”(I-j) Geçmişi ile sürekli çatışma halinde ve sürekli bir hata arayışı içerisinde bulur kendini. İlmek bir kere kaçmaya görsün, düzen artık hiç tutmaz…”İnsan bir defa düğmeyi yanlış ilikleyince gerisi de öyle geliyor.”(I-k) Bu aşamaya geldikten sora görmek istediği ile gördükleri, yaşamak istediği ile yaşadığı asla örtüşmemeye başlar ve sürekli bir çelişki içerisinde yönünü bulmaya çalışır. Küçük avuntulardan başka bir sığınağı bulunmamaktadır; bu sığınaklar da sakin olmayan, çok dalgalı limana benzer. Bu aşamada insan neyi, neden kabul eder ve neyi görmek istediği sorusuna yanıt bulmaya çalışır. “Asıl mesele gözlerini kapatsan bile görmekten kaçamayacağın şeyler karşısında ne yapacağındır.” (I-m) İnsan bir öteki ile yüzleşmeden önce kendisi ile yüzleşmeli, kendi gerçeğini gözleri kapalı olsa bile görebilmeli, kabul edebilmelidir. Bu kabul insanın kendisi ile barışık olmasını sağlayacaktır. Barışma/barışık olma olgusu savaş/savaş durumunda olma olgusundan daha karmaşık ve gerçekleştirilmesi daha zordur. En acımasız, en büyük kavga kişinin kendisi ile yaptığı kavgadır. İnsanlık tarihsel olarak ele alındığında görüleceği üzere kolay olanı seçme eğilimi göstermiştir; bu nedenle tarih kitapları çoğunlukla savaşların, savşa öykünmelerin tarihi olarak yazılmıştır. Savaşlar, ekonomik-politiğin doğrudan ilgi alanına girmektedir. Ancak her ne sebeple olursa olsun tarihsel gerçekliklerin segilediği olaylar insanın hem kendisi ile hem de toplumların yek-diğeri ile barışık yaşamayı öğrenmesinin zor olduğudur. Zira insanlar çok çok önceden Elias Canetti’nin belirlediği ilk yasa olan” paylaşım yasası”nı ihlal etmiş, uygarlıklarını talan, gasp, tüketim üzerine inşa etmeye başlamışlardır.  Geçmişin izleri asla silinmez. Filozofun dediği gibi “tarih, bugünden geriye doğru bir yazma “ ise, bu edim dahi bugünden geleceğe iz düşmek sureti ile geleceği yazmak şeklinde tarihsel bir içerik kazanacak demektir. Bu aşamada geçmiş ve geleceğin iç-içe geçtikleri söylenebilir.  Öyle ise;

“başka bir dünya” yaratmak için ne yapmalı?

 

Nejdet Evren,
Mart/Nisan 2020,
Karantina zamanları….

 

Esin Kitapların Künyeleri: 

  1. Selahattin Demirtaş, Leylan, Dipnot Yayınları, 3. Baskı, 2020, 300 sayfa.
  1. Slavoj Zizek, İmkansızı İstemek, Doğu Kitapevi, Şubat, 2014, Can Semercioğlu Çevirisi

Editör, Yong-june Park, 160 sayfa

__________________

Leylan,

I-a,  age, s: 7

I-b,  age, s: 67

I-c,  age, s: 25-26

I-d,  age, s: 17

I-e,  age, s: 26

I-f,  age,  s: 47

I-g,  age, s: 57

I-h,  age, s: 63

I-i,   age, s: 128

I-j,   age, s: 191

I-k,  age, s: 196

I-m, age, s: 213

_______________________ 

İmkansızı İstemek,

II-a, age, s: 26

II-b, age, s: 69

 

 

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir