Yazılı Edebiyatın Politik Yanı – Nejdet Evren

Sözlü edebiyat yazılı edebiyattan milyonlarca yıl daha eski ve daha uzunca varlığını sürdürmüştür; ancak yazılı edebiyat sözlü edebiyat üzerinde taçlanmış ve onun izlekleriyle doludur; bu nedenle sözlü edebiyatın özüne ulaşabilmek için yazılı edebiyatın izleklerinin iyi okunması gerekmektedir. Ne ki, insan türünün bilgi birikimi yazı ile daha ileri bir düzeyde aktarım sağlarken kültürel olarak gelişmesine, serpilip, yaygınlaşmasına ön ayak olmuştur. Kültürün insanın ayrılmaz bir parçası  olması onun/insanın sosyal-ekonomik-politik bir varlık olması sanat ve estetikten kopuk olmamasının bir sonucudur.

Edebiyatın kültür üzerinde her daim ayrı bir yeri olmuştur; bu durum onun öykülenmelerinden hem bir analiz hem de bir yol gösteren rolünde olmasından kaynaklanmaktadır; o, ne realiteden kopuk ne de somut bir gönderen olmamıştır. Tarihsel olarak bakıldığında yazılı edebiyatın ilk ürünlerinin destanlarla şeklinde biçimlenmiş olmalarının, mitolojik kahramanların düş dünyaları aracılığı ile dile gelmelerinin ayrı bir önemde oldukları anlaşılmaktadır. “Yaradılış”, “Tufan”, “Gılgameş” destanları mitolojiye, tanrılara, daha önemlisi bunlar üzerinden katmanlaşan sınıflara dair arındırılmış tasvirleri, içerikleri taşımaktadırlar. Yazının birikim ve aktarım aracı olması ile düşüncenin gücünde de aynı zaman ve oranda etkileme gücünün artması eşlik etmiştir; hiçbir düşüncenin yok edilemeyeceği ancak yazılı kültür ile mümkün hale gelmiştir. Bu nedenle yazmanın, yazılı olarak bırakmanın her daim önemi olmuştur. Pers’ler Med uygarlığını yerle-bir ettiklerinde buna dair kendilerince öykündükleri zaferlerini yazıya geçirmemiş olsalardı bugün Med uygarlığı bilinmiyor olacaktı. Tarih yazımı günden geriye doğru olsa bile bıraktığı izlekler, çatlaklardan gerçeğin silueti görünecektir.

On binlerce yıl ne için var olduğunu, ne için yaşadığını sorgulayan insanın yaptığı tüm hamleler, değerlendirme ve yorumlar onu etik ve kültürel bir zeminde kendine doğru çekilmesine, felsefi bir düzlemde değerlerin kutsallığına dair bir düşünce oluşmasında neden olmuştur. Her hal ve şartta insan evrimleşirken hiçbir coğrafyaya sığmamış, yeni coğrafyalara doğru yelken açmıştır; milyonlarca yıl önce bugünün Afrikası’nda iki ayak üzerinde durmayı başararak insanlaşma yönünde evrim geçirmiş, Orta-Asya kavşağından tüm dünyaya yayılmıştır; her gittiği coğrafyaya ayrı bir uyum sağlayan insan toplulukları hem kalıtsal hem de coğrafi koşullara uyum ile birlikte evrimsel sürecini devam ettirirken bu süreçlerde ve uzun zaman erimlerinde farklılaşmış, farklı kültürel dokular oluşturmuştur. Kültür bir yönü ile doğaya yabancılaşma ya da başka bir anlatımla doğayı şekillendirme olarak değerlendirildiğinde, elleri dışında doğuştan sahip olmadığı ve ortama uyum sağlayarak varlığını sürdürebilmesi için gerekli olan tüm aletleri kendisi üretmiştir. Taştan ilkel bir aletin, ağaçtan ilkel bir okun izlekleri bugünün güdümlü füzelerinin adeta tohumları gibidirler; ne ki, insanlar ilkel aletleri varlıklarını sürdürebilmek için geliştirirlerken zamanla bu atletleri yetkinleştirmiş ve daha sonrada doğadan insana çevirmişlerdir. Bu durum kültür denilen yabancılaşmanın ne denli karmaşık bir olgu olduğunu açıkça gözler önüne sermektedir.

Tüm yazılı edebi eserler yazıldıkları dönemin ekonomik-politiğinden etkilendikleri gibi onu idealize ederek aynı zamanda biçimlendireni de olmuşlardır. “Zorun tarihteki rolü” her ne ise açık, net ya da gizli, kapaklı bir baskının uzun erimli olması mümkün değildir; onun/baskının tılsımlı bir paradigmaya her daim gereksinimi vardır; o tılsımlı paradigma döneminde bilinci yüksek, farkındalığı fazla olan bireylerce gerçekleştirdikleri kaçınılmazdır. Baskıcı rejimlerin destekçisi bu paradigma karşısında karşı-düşünce, hiciv her daim olmuştur; ancak ezici paradigmanın örgütlü yapısı karşısında kitlelere mal olma konusunda onun kadar başarılı olamamıştır. Akıntı yönünde yüzmenin avantajları gücü temsil eden paradigmaya nemalanmak amacıyla sarılmanın en zahmetsiz ve sonuçları tehlikesiz olan bir seçimdir; bu da iştah kabarmasının temel nedenlerinden bir olarak görülebilir. Entelektüelin farklı bakış açısı onun cesareti ile ilgili değildir, o yalnızca kendisiyle barışık olmayı seçmiş, tüm ezberlere karşı geliştirdiği düşüncesinde, edimlerinde özgür davranmayı etik olarak benimsemiş bir kişidir; dalkavukların meclisine uğramadığı gibi böylesi bir edimi de zul saymıştır.

Dünya gezegenin dört bir yanına yayılan ve farklı kültürleri/uygarlıkları geliştiren insan toplulukları fethetmekle yetinmemiş ve tüm kaynakları birer birer bir “meta” ya dönüştürmüştür. Bu durumun kültür ve bağlı olan edebiyatı etkilememesi mümkün değildir. Bu nedenleri ki, “Emperyal politikalarla kültür arasındaki bağ şaşılacak derecede doğrudandır.” (1) Emperyal yayılmacılığın nasıl gerçekleştiğine dair Michael Doyle şöyle bir belirlemede bulunmaktadır, “İmparatorluk, bir devletin başka bir siyasal toplumun hükümranlığını fiilen denetim altında tuttuğu resmi ya da gayriresmi ilişkidir. Bu ilişki, kaba kuvvetle, siyasal işbirliği ile ve iktisadi, toplumsam ya da kültürel bağımlılıkla sağlanabilir. Emperyalizm emperyal ilişkiyi kurma ya da koruma süreci ya da politikası demektir.” (2) Bu tespitte açıkça görüleceği üzere “kültürel bağımlılık”  emperyal yayılmacılıkta önemli bir rol üstlenmekte/ona önem verilerek bu süreçte kitleler üzerindeki keyfi otoritenin bu şekilde tanınmasının sağlandığına işaret edilmektedir; bu belirleme yapılırken onun bir politik yan olduğu açıkça dile getirilmiş ve yazılı edebiyatın politik kulvardan azade olmadığı belirlenmiştir. Emperyal yayılmacılıkta ve lokal hegemonyalarda hiçbir güç yalana dair bir inancı kitleye mal edemedikten sonra uzun erimli olamayacaktır. Buna rağmen “Edebiyat…Ne kültür durağandır, ne de emperyalizm; dolayısıyla aralarında tarihsel deneyim olarak kurulan bağlantılar da devingen ve karmaşıktır.” (3)

Mitolojideki kahramanlardan son yüz yıllardaki ulusal uyanışlara kadar toplumların hemen hemen hepsinde kahramanlar sözlü ve yazılı edebiyatın baş aktörleri olmuşlardır; toprak temel unsur olmakla beraber o  topraklarda yaşayanlar arasında bir duygudaşlığın, efsanevi kişiliklerde öykünülen bir geçmişin izlekleri olmadan ve bunlar öykülenmeden toplumların bir amaç etrafında bir araya gelmeleri hemen hemen imkansız gibidir.  Her ne kadar sınıflı toplumlarda ezilenlerin/sömürülenlerin sırf bu nedenle çıkar birliği içinde oldukları doğru bir tespit olsa da, sınıf içi çıkar ortaklığının aynı gerekçe ile sınıf içinde de bireysel çıkarlara dönüşmesi olasılığı her daim vardır, bu oran oldukça yüksektir, “kral öldü, yaşasın kral” tanımlaması tamda bu durum için söylenmiştir. Zira herhangi bir amaca yönelik kullanılacak yöntem ve belki de seçilecek başlangıç noktası aynı zamanda varılacak noktayı da belirleyecektir. Dünyadaki tüm toplumsal değişim ve dönüşümler, devrimlerin tümü kitlelere mal olan düşünceler, hedefler, ortaklaşılan irade sayesinde gerçekleşmişlerdir; kitle her daim sınıfı da içine alan daha kapsayıcı bir kategoridir. Mesele devrim sürecinde kitle içindeki sınıfların ne şekilde konumlandırılacakları ile ilgilidir. Savaşsız, sınırsız ve sınıfsız bir dünya gezegeninde yaşamak elbette tüm insanların ortaklaşabilecekleri bir değerdir. Ancak tarihsel yaşanmışlıklar savaşların barış dönemlerinden daha fazla hüküm sürdüğünü göstermektedir. Bu realiteden hareketle denebilir ki, iyimser/umutlu olmakla beraber, emperyalizmin modern çağdaki tekçiliği, reel-sosyalizmin çöküşü karşısında  ““Elde, uyumlu bir dünya düzeni için modeller bulunduğu ileri sürülmesin; iktidarların “yaşamsal ulusal çıkarları” ya da sınırsız hükümranlık gibi saldırgan anlayışlarla hareket ettiği bir zamanda barış ve dayanışma fikirlerinin çok fazla şansı olduğunu düşünmek de aynı derecede ikiyüzlülük olur.” (4)

 

Yaşanılan tüm olumsuzluklarla beraber 21. yy. da dijital erişimin sağladığı büyük olanaklar ölçeğinde bilgi kirliliğinin de had safhalarına ulaşılmıştır. An itibariyle neredeyse yazılı edebiyatın yerini dizi filmler, sanal yapıtlar almaya başlamış ve buradaki bilgi kirliliği yazılı edebiyatın sağladığından katbekat fazladır. Elbette politikanın nüfuz etmediği saf bir alan düşünülemez; bunu beklemek “Godot’yu Beklemek” ten daha saçma olmasa gerek; öyle ise, bir yandan teknolojiyi verimli kullanırken öbür yandan da yazılı eserlerde ısrarcı olmak gerekir. Zira hiçbir yazılı eser tek bir tuşa basılarak bir saniyede yok edilemez. 1933 de Nazi Almanya’sında kitapların yakılması günleri, ayları almış ve hepsi de yakılamamıştır.  Tarihsel olarak bakıldığında en acımasız otoritenin yaşandığı her yer ve zamanda ona karşı bir/çok muhalefet odağı da var olmuştur; otoriteyi doğrulamak, onun sultasını pekiştirmek için sözde muhalifler bir kenara bırakılacak olunursa dogmatizmin, kendi içine kapanmanın önlenebilmesi adına bir takım tedbirlerin alınması gerekmektedir. Bu nedenle; “…muhalif çabalarda içkin olan kurumlaşma, marjinallikte içkin olan ayrılıkçılığa dönüşme ve direnişte içkin olan dogma biçiminde katılaşma tehlikeleri söz konusu…” (5) olduğuna göre muhalif düşüncenin kendi içinde dogmatizm bataklığına batmaması amacıyla kendisini sürekli ve diyalektik bir yöntemle yenileyebiliyor olması gerekir.

İnsanlığın evrimleştiği, doğup yeşerdiği Kıta Afrika adete insanlığın ana-vatanı iken milyonlarca yıl sonraki yabancılaşan kuşaklarınca en fazla sömürülen, talan edilen yer olmuştur. İkinci paylaşımdan önceki tabloya bakıldığında, John Strachey’ın 1959 yılında yayımlanan “The End of Empire/İmparatorluğun sonu”  ünlü kitabındaki belirlemelere göre; “ Londra’dan bakıldığında , Avustralya, Yeni Zelanda, Hong Kong, Yeni Gine, Seylan, Malaya, tüm Güney Asya, Ortadoğu’nun büyük bölümü, Mısır’dan Güney Afrika’ya kadar tüm Doğu Afrika, Orta Batı Afrika ( Nijerya’da içinde) Guyana, Karayip Adaları’ndan bazıları, İrlanda ve Kanada…Fransız İmparatorluğu, Pasifik ve Hint Okyanuslarındaki bir sürü adanın yanı saıa, Karayipler’i (Madagaskar, Yeni Kaledonya, Tahiti, Guadelup, vb) , Guyana’yı ve tüm Çinhindi’ni (Annan, Kamboçya, Cochinchine, Laos, ve Tonkin)…Akdeniz’den Ekvator’a…Fransız Somali’si…Suriye ve Lübnan…Mısır…”(6) sadece iki imparatorluğun sömürgesi durumunda kalan yerler olarak işaretlenmiştir. Bu denli bir yayılmacılığın arkasında, onu moral olarak besleyen söylencelere, öykülere, paradigmaya mutlaka ihtiyacı vardır; doğal kaynakların ve insan emeğinin sömürülebilmesi için sömüren ülkenin insanlarına haklı olduklarını, rasyonel olduklarını gösterebilmeleri ve buna inandırabilmeleri gerekmektedir, zira sömürgeciler maddi çıkarları ülke içinde asla eşir bir şekilde paylaşmamaktadırlar, böyle olunca altta kalanların bir üstünlük duygusu ile çeper/kenar ülke insanlarına yaklaşması, onları alt kategorideki insanlar olarak görmelerinin sağlanması gerekmektedir. Albert Camus gibi bir düşünür, yazar bile “Yabancı” adlı eserinde -ki 1942 de yayınlanmış 1957 yılında Nobel Edebiyat Ödülü almıştır ve bu tarihte olayın öykülendiği Cezayir hala Fransız işgali altındadır) roman kahramanı tarafından öldürülen Cezayirli’nin ismi yoktur, sadece bir “Arap” olarak tanımlanmaktadır; hepsi bu…Cezayir’li yerliler  o çağda Fransız’ların gözünde  miskin, tembel, cahil ve bilgisiz olarak değerlendirilmektedir; öyle ya bu nedenle onun romanda dahi adına gerek kalmamaktadır; sadece bir “Arap” ona yeter de artar bile?! Aynı eserde “Arap” olarak tanımlanan kişinin yakın akrabası olan kadının da adı yok, sadece “Mağripli” olarak tanımlanıyor!…Oryantalizm ya da “şarkiyatçılık”ın felsefesini burjuvazinin gölgesinde duran Avrupalı yazar ve düşünürler biçimlendirmiş, onu istenen kalıplara sokmuştur. İşgal tanrı tarafından kutsanan bir kurtarma eylemi olarak “beyaz” olana lütfedilen ayrıcalık, diğerleri için de bunu teslim ederek zorunlu kabullenmek şeklindeki bir paradigmaya dönüştürülmüştür. Üstelik geri kalmışların, mistiklerin ve bilgisizlerin F. Fanon’un tanımı ile “ Yeryüzünün Lanetlileri” nin kendilerine sağladıkları nimetlerden dolayı sömürgecilere teşekkür etmeleri bile istenmiştir; bunun için işbirlikçi, kompradorlar devreye girmiş ve gereğini yapmakta tereddüt etmemişlerdir. Verdi’nin “Mısırlı” operası “Aida”nın Mısır Hidivi İsmail Paşa için ve onun ısmarlaması olarak yazılmış olması gibi…”…emperyalizm olmadan bildiğimiz biçimiyle Avrupa romanı da yoktur; gerçekten de bu romanı ortaya çıkara itimleri incelediğimizde, romanın yapısındaki anlatısal otorite kalıpları ile emperyalizm eğiliminin altında yatan karmaşık ideolojik gruplaşma arasındaki, rastlantısallıktan çok uzak olan yakınlaşmayı görürüz.” (7) Batı-Doğu kavramları da oryantalist Avrupa düşüncesinin bir ürünüdür; batının üstün, efendi, doğunun sefil, düşkün ve bilgisiz olduğuna işaret etmeye, batının doğu üzerinde istediği tasarrufta bulunmaya haklı olduğuna dair inanca dayanır. Yerli halkların elit tabakaları da bu düşünceye o denli kapılmış olacaklar ki çocuklarını batılı okul, kolejlere gönderme eğilimi taşımışlardır. Kültürler arasında hiçbir sınır yoktur; kültürler sınır tanımaz ve geçişkendirler, dolayısı ile yukarıdaki tespite şunu ilave etmek gerekecektir; doğu kültürü olmasaydı, ondan etkilenen batı romanı da olmayacaktı. Oryantalizm sadece edebiyatı etkilememiştir, felsefeye, bilime kadar tüm alanlarda etkisini görmek mümkündür. Diyalektiği maddeci bir dünya görüşüyle toplumlara uygulayarak “tarihsel materyalizmin”  kurucuları K. Marx, F. Engels’de de bu sapakta kalmışlardır. Bilimsel felsefenin doğuşunu hazırlayan bu tartışılmaz hakkını vermek ve eleştiride e aynı ölçekte davranmak en doğrusu olacaktır. “” Marx ve Engels gibi muhalif düşünürler bile bu türden beyanlarda bulunmak konusunda resmi Fransız ve İngiliz sözcülerinden aşağı kalmadılar; her iki siyasal taraf da, sömürgeci belgelerine, örneğin, tümüyle kodlanmış olan şarkiyatçı söyleme ve Hegel’in Doğu ve Afrika statik, derpot ve dünya tarihi açısından önemsizdir biçimindeki görüşüne dayanıyordu. Engels, 17 Eylül 1857’de Cezayir Mağribilerinden, ezilmiş oldukları için “utangaç”, ancak, “bir yandan ahlak açısından çok aşağıda, bir yanda da acımasızlık ve kincilik özelliklerini yine de koruyan bir ırk” diye söz ederken, sömürgeci Fransız öğretisini yinelemekten başka bir şey yapmıyordu.”” (8)

 

Yeryüzü sakinlerinden insan türü diğerlerinden farklı olarak kendi evrim sürecini de etkileyebilmiş, değiştirebilmiştir. Antropolojinin ilk çıkış kaynağında Avrupalı insanların üstünlüğünü kanıtlamaya yönelik bir girişim olmasının, daha ileri bir düzeyde 20. yy. da Nazizimin “ari” ırk yaratma girişimleri, “sosyal darvinizm” geçmiş zamanların günümüze yansıyan insan eli değmiş kara lekeleri olarak durmaktadır. İnsan türünün doğaya yabancılaşarak var ettiği kültürel dokusu onun doymak bilmeyen iştahını körüklemiş, zaman içinde bu tatminsizliğinin kurbanı olarak kendini e yabancılaştırmıştır. Kimisi sosyal bir statü edinmek için, kimisi varlığını daha güçlü maddi temellere dayamak için, kimisi de yok etmek için ihtiraslarının peşinden koşmuş ve yeryüzü cennetini hep beraber, elbirliği ile bir cehenneme çevirmeyi başarmıştır. “İlkel komünal toplum” larda “üretim araçları”nın ilkelliği onlar arasındaki “üertim biçimi”ni belirlemiştir. Ancak, insanın yetmezliği, yetinmezliği asla dur durak bilmemiş ve her daim ötesini “imkansızı arzulamış”tır. Bu arzu, ondaki yapıcı ve yok edici/yıkıcı yanlarını paralel doğrultuda etkilemiş olmasına karşın insan yıkıcı yanına daha çok meyletmiştir. 20. yy ilk çeyreğinde Avusturya-Macaristan imparatorluğundan hemen sonra son imparatorluk Osmanlılar dağılmıştır; imparatorluk dönemi isim olarak kapanmış görünse de gerçekte varlığını hala sürdürmektedir; Gılgameş Destanı’ndaki yarı tanrı Enkidu modern donanımlı imparatorluğa esin kaynağı olmuş ve o tüm dünyaya barış, huzur ve güveni getirme, statükoyu tesisi etme konularında tanrı tarafından kutsandığını, görevlendirildiğini ilan etmiştir. Deniz aşırı ülkelere yapılan tüm askeri saldırılar sözde şer’e karşı bir tanrı buyruğu olarak barış, huzur ve güvenin teminatı olarak gösterilmiştir. İliklerine kadar sömürülen ve açlığın, susuzluğun pençesinde kıvranan insanlığın ana-vatanındaki insanlara/ özellikle Afrikalı çocuklara göstermelik bağış ve yardımlarla iyiliğin timsali olan imparatorluğun gölgesi her karış toprağa düşmüştür. Kan ile beslenen yarasaların bile doğal dengede bir rolü vardır, ancak bunlara dair tek bir edebiyat eserine rastlamak mümkün değil; zira, doğanın kendi işleyişindeki apolitikliği karşısında insan toplumlarının kendi işleyişlerindeki politik yapısı ile uzlaşamaz, edebiyat bir neşter vuracak ise bu insana değmelidir, ne ki bunu yaparken kanın ve irinin kaynağını gösterebilmeli yarasadan daha değersiz bir pozisyona asla düşmemelidir.

Sözlü ve yazılı tüm anlatılar, tüm öyküler, eserler dil üzerinden kurgulanır ve varlık kazanırlar. Dil bir kültürün temel taşıdır; dil olmadan hiçbir kültür varlık kazanamaz, yaşayamaz. Acılar, sevinçler, özlem ve beklentilere dair tüm duygular/hisler, tüm düşünceler büyük çoğunlukla dil üzerinden aktarılabilir; her ne kadar beden dili kullanılabilir olsa da onun tek başına kültürü yaratmada etkisi sözlü ve yazıldı dilin etkisinden çok küçük olabilir. İnsanın düşündüğü dilin kültürüne ait olduğu tespiti boşuna değildir. Bu nedenledir ki “kültür emperyalizmi” dil’i bir araç olarak kullanmayı yeğlemiştir. Bugün İngilizcenin neredeyse bir dünya diline dönüşmesi İngiliz emperyalizminin en büyük mimarisi sayılmalıdır. Dilin hareketliliği onun yaşadığını gösterir, bu da onun sosyal-kültürel her ananda mevcudiyeti/pratiği ile mümkündür. “Ulusal dil kavramı temel kavram olmakla birlikte , – sloganlardan broşürlere ve gazete, halk masallarından ve kahramanlarından destanlara, romanlara ve sahne oyunlarına kadar – bir ulusal kültür pratiği olmadığı sürece dil hareketsizdir.” (9)

Yazılı edebiyatın politik olumsuz yanı, olumsuzlanarak olumlanabilir.

 

Nejdet Evren,

Haziran/Temmuz, 2022

Akarca,

Esin Kitabın Künyesi: 

Kültür ve Emperyalizm, Edward W. Said, Metis Yayınları’nda ilk basım, Nisan 2021, Çeviren: Necmiye Alpay, 462  Sayfa

(1) Age, S:39

(2) Age, S:40

(3) Ege, S:46

(4) Age, S:52

(5) Age, S:92

(6) Age, S:259-260

(7) Age, S:110

(8) Age, S:224

(9) Agei S:279

 

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here