Çok zaman sonra farkına varmıştım tüm bunların, bu aptallıkların, anlamsız hayallerin ve insanı yiyip bitiren günlük koşuşturmalar arasında boş verilen her şeyin.”
1942 yılında yayımlandığında okurlar ve edebiyat eleştirmenleri tarafından beğeniyle karşılanan, yalın ve sembollerle örülü Yedi Ulak, İtalyan yazar Dino Buzzati’nin kendi öykülerinden derlediği ilk seçki.
Sıradanı olağanüstüne çevirmekte usta olan yazar Yedi Ulak’ta edebiyatının en tipik unsurlarını açığa çıkarırken, sıradan insanların dünyasını, onların kurnazlıkları ve kırılganlıklarını, yabancılaşmayı, melankoliyi ve bürokrasiyi ele alıyor, bu motifler üzerine söylenmiş her şeyi başka türlü dile getiriyor. Her öyküde yarattığı fantastik atmosferle zamandan bağımsız bir gerçekçiliğe ulaşan Buzzati, kendine özgü mizah anlayışıyla insanın çağlar boyu süregelen ahmaklığına dikkat çekerken, yaşamı yeniden sorgulama gereği uyandırıyor.
“Gelecek kuşaklar tarafından asla unutulmayacak isimler vardır. Ve bu isimlerden biri elbette Dino Buzzati’dir.”
-Jorge Luis Borges-
ÖNSÖZ
Buzzati’nin Yazını Üzerine
Dino Buzzati’yi romantik bir çerçeveye yerleştirmemek gerekir; çünkü “dâhilik ve delilik” onda başka formlarda yer bulmuştur. Buzzati’nin hayal dünyası ne kadar canlı ve verimliyse, hayatı da, en azından dış görünüşü itibariyle, bir o kadar
uyumlu ve istikrarlıdır. 16 Ekim 1906’da, Belluno’da dünyaya
gelen Buzzati, köklü ahlaki ve sosyal geleneklerin hâkim olduğu bir çevrede yetişir. Milano’daki klasik lise eğitiminin ardından, hukukçu babasını memnun etmek için üniversitede hukuk eğitimi alır ve buradan mezun olur. 1928’de Corriere della
Sera’da çalışmaya başlar ve 28 Ocak 1972’deki ölümüne dek,
bu yayıncı kuruluşu hiç terk etmez. Bu yüzden, Milano onun
daimi ikametgâhı haline gelir. Savaş muhabiri olarak Matapan
Burnu ve 2. Sirte Muharebeleri’ne katılır. Edebi kariyerine ise
1933’te Dağların Adamı Bàrnabo1 ile başlar; ikinci romanı Yaşlı Ormanın Gizemi’ni2
ise 1935’te kaleme alır. Edebi alandaki en büyük başarısını 1940’ta, üçüncü kitabı Tatar Çölü’yle3 yakalar. Yazarın en ünlü romanı olan bu eser eleştirmenlerin
beğenisini kazanır ve birçok dile çevrilir.
Kaleme aldığı tüm metinler –hikâyeler, günlükler, romanlar, komediler, şiirler ve opera librettolarından oluşan derlemeler– Buzzati’nin tabiatında var olan ketumluğa, mesafeli tutuma, kültürel dünyadan yalıtılmış duruşuna ve herhangi bir
akıma, gruba ya da alt gruplara ait olmayı reddetmesine rağmen, yazarın halkın gözündeki değerini güçlendirmiştir. Belki
de bu sebeplerden dolayı Buzzati, tanınırlığına rağmen, eserlerindeki özgünlük ve hak ettiği değer konusunda hayattayken
hiçbir zaman eleştirmenlerden tam anlamıyla onay görmemiştir. Buna karşılık ölümünden sonra, hem eleştirmenlerin hem
de okurların ona olan ilgisi gün geçtikçe artmıştır.
O halde, Buzzati’nin eserleri geçmişte neden büyük ölçüde
anlaşılamamış ve günümüzdeki başarısıyla bir bütünlük sergilememiştir? Çünkü Buzzati, içinde bulunduğu çağın çok daha
ilerisinde yaşayan bir sanatçıdır.
Buzzati kitaplarını, İtalyan kültür tarihinin belki de en çok
ideolojikleştirildiği yıllarda kaleme almıştır. Buna rağmen, yazarın eserlerinde bu tür bir eğilimin izlerine rastlanmaz. Onun
eserlerinde siyaset her şeye burnunu sokmaz, cinsiyetçilik yer
almaz, dünya ekonomisi ya da sınıf bilincine ilişkin bir görüş
sunulmaz. Buzzati’nin eserlerinin antropolojik özünü, bireyin
sorumluluklarına dair çarpıcı duyguları, tarihe mal edilmemiş
ve edilemeyecek iyi ve kötü kavramlarının değişmez algısı ve
ödül ya da ceza beklentisi oluşturur. Bu durum, büyük modernizm mitinin tam aksini ortaya koymaktadır.
Buzzati’yi bir kategoriye dahil etme çabasına girişen eleştirmenlerin huzursuzlukları ve pek de gizlemedikleri rahatsızlıkları tam da buradan kaynaklanmaktadır. Buzzati ile ilgili
en çok merak uyandıran ve onun yanlış anlaşılmasına neden
olan konulardan biri de yazarın ilham aldığı, kendinden önceki yazarlar ve edebi türlerle ilgilidir. Bu soruya gönülsüzce
cevap veren Buzzati, Kafka’dan, masallardan, yeni gotik tarzdan ve Orta Avrupa kültüründen ilham almış olduğundan
bahseder. Günümüzde artık yazarın hedef şaşırtan bir taktikle dile getirdiği bu sözlerinin gerçekte ne anlama geldiğini kavramak ve yazarın orijinalliğini bütünüyle keşfetmek
mümkündür. Bunda elbette, her şeyi tarihe mal eden, insan
ruhunun başından geçen her olayı tarihte yaşanan bir önceki
olayla bağdaştıran ve daha da gelişmek için eski ve yeninin bir
arada yol alması gerektiğine inanan tarihsel ideolojinin artık
krizde olmasının payı hayli büyüktür. Bu bakış açısının dokunulmazlığı ortadan kalkarsa, yazarın ilham kaynaklarıyla
ilgili konuşması farklı bir açıdan yorumlanabilir. Buzzati’nin
birçok sayfasında Kafka’nın, yeni gotik tarzın, Orta Avrupa
kültürünün etkileri elbette vardır; ne var ki bu etkiler, doğrudan yazılmış imalarla değil, tam aksine dolaylı yazılmış,
paralel imalar aracılığıyla gözlemlenebilir. Gerek Buzzati gerekse onun kendini yakın hissettiği diğer yazarların her biri,
kendi orijinalliklerinin yanı sıra, kaçınılmaz olarak bir parça
da tarihsel-kültürel etkilerle o büyük, evrensel yazarlık bilgisi
düşüne, modernizmin oyun dışı bıraktığı, ancak yine de insanların kalplerine sözünü etmeyi hiç bırakmadıkları o yüksek metaforlara ulaşmışlardır.
Diğer yandan, Buzzati sayfalarının çoğunda zaman kavramını karmaşıklaştırıp belirsiz bir zaman dilimi oluşturmuş,
anlatımın gücünü ön plana taşıyarak tarihe bağlılık gösteren
yaklaşıma dolaylı bir biçimde karşı çıkmıştır. Yazarın ölümünden on yıl sonra, Kasım 1982’de Milano’da düzenlenen bir
konferansta Fransız araştırmacı Robert Baudry şu gözlemlerde
bulunur: “Buzzati’nin sanatı, hiçlikten ortaya çıkan bir oluşum ya da radikal derecede yeni hikâyeler bütününün ortaya
çıkışı değildir. Onun sanat anlayışı, bilinçli olsun ya da olmasın, özellikle köklerini derinlere salmış olan antik çağın geleneksel toprağı İtalya’da, hayal gücünü daima ayakta tutmuş
olan efsanelerin günümüze uzanmış halidir.” Buzzati’yi bir
kategoriye yerleştirme beceriksizliğini gösteren ve eserlerinde
İtalya dışındaki ilham kaynaklarını araştıran İtalyan eleştirmenler karşısında yabancı bir araştırmacının, yazarın İtalyanlığını köklerine kadar ön plana taşıması oldukça dikkate değer
bir noktadır.
Geleneksel olarak benimsemiş olduğum postmodernizm
tanımı bile birkaç satırla sınırlıdır. İdeolojilerin son bulmasıyla birlikte, ilerlemenin ve Marksizmin neden olduğu krizden
kaynaklanan hayal kırıklığının bir sonucu olarak, kültürde
istikrarlı bir şekilde nihilizme dönüş eğilimi baş göstermektedir. Bir zamanlar, ilerleme ve Marksizm değiştirilemez değerler
olarak görülüyor ve bu değerler yok olursa her şeyin yok olacağına inanılıyordu. Buzzati bu tarz bir kriz hiç yaşamadı, çünkü
onun sanatında bahsi geçen bu değerler yer almıyordu. Şahsi
ölçütlerden daha doğru, daha üstün bir yasa olduğu gerekçesiyle bireyi inatla benzersiz olmaya iten değerlerden bahsedilirken, Buzzati için farklı değerler söz konusuydu, bunlar yaşamla
iç içe, yaratıcı değerlerdi.
Buzzati, bir bakıma, kendini nihilizmle, edebi anlamda
nihilizmden önce gelen altmışlı yılların o tuhaf neo-avangard
tarzıyla kıyaslamıştır. O yıllarda ortaya atılan, insanlara dayatılmaya çalışılan ve birçok insanı etkisi altına alan değerlerden
bu kadar bahsettiğim yeter, şimdi konuyu değiştirme vakti.
Sonuç olarak kendi tarzına sadık kalan Buzzati, bu dönemi
burnu kanamadan atlatmayı başarmıştır. Zaten bu yüzden, o
dönem çok “ileri” seviyede görülen eleştiri dünyasında şüpheyle karşılanmış ya da görmezden gelinmiştir.
Ne var ki, Buzzati’nin biçemsel sorunları pek de az sayılmaz. Her şeyden önce, o bir düzyazı ustası değildir, ancak yazı
tarzını dile getirdiği durumlara göre ayarlayabilen, biçemsel bir
kabiliyete sahiptir. Buzzati yazınının sorunu, hiçbir sorun taşımıyor gibi görünmesinden kaynaklanır; onun biçemi herhangi
bir akımı takip etmez, bununla birlikte orijinalliğiyle ön plana
geçmek gibi bir çaba içine de girmez. Buzzati’nin yazını, anlatılan konuyla bağlantılı olarak şekillenir; böylelikle aynı hikâye
içinde, hatta az sayıdaki bazı satırbaşlarında bile yanardöner
bir ton göze çarpabilir. Buzzati’nin yazınını daha öz bir kategoriye yerleştirmek gerektiğinde, karşılıklı olarak birbirlerini
etki altında bırakan dikkat çekici iki ana kutuptan bahsetmek
yerinde olur: Bu kutuplar, bir yanda benzetmelerin, imgelerin, hatta barok tarzı bir şatafatın da sık sık yer aldığı günlük
konuşma dilindeki anlatım ve diğer yanda, metaforların kullanıldığı mecazi anlatım şeklinde tanımlanabilir. Kimi zaman
her iki anlatım tarzının da çıkmaza girdiği, kimi zamansa ifade
edilen olaylarla uyumlu bir nitelik sergiledikleri görülür. Bir
başka ifadeyle metaforlar anlatımda, yazarın okura kurduğu
bir pusu gibi genel çerçeveye hiç beklenmedik bir derinlik kazandırmak için şimşek gibi aniden parlayabilir. Bu bağlamda
soğuk ve nesnel bir tasvirin tam aksine, edebi anlamda uyumsuzluktan uzak, ahenkli ve gizemli bir boyutun kapıları aralanır. Burada söz konusu olan, bir umudun yansıması olarak
yeryüzündeki canlılara duyulan aşk ve merhametle katı bir ahlaki anlayışı, olağandışı bir şeyin beklentisiyle harmanlayan bir
yazının biçemsel değişimleridir. Ancak Buzzati’nin edebi üretiminde, kendi fikirlerini ve duygularını dünyaya aşılamak için
başvurduğu tipik yöntemlere ilişkin bazı gözlemlerde bulunulmadığı takdirde, mutlak kavramların egemenliğinde kalma
riskiyle karşı karşıya kalınabilir. Yazarın sayfalarında sıklıkla
başvurduğu yapısal özellik, alışılmadık bir stilin ortaya koyulmasıdır. Ne var ki bu stilin, (sürrealizmde olduğu gibi) asla temelden yoksun bir dış görünümü yoktur ya da (Kafka’da olduğu gibi) umutsuz bir biçimde tartışmaya kapalı ve anlaşılmaz
değildir. Tam tersine onun tarzı, bir şeyleri anlamaya yardımcı
olan, bir tecrübeye, maceraya yaklaşma anlayışını tamamlayan
dördüncü bir boyut değerini taşımaktadır. Tıpkı, oldukça eski
bir topluluğu araştırırken –bizim zihinsel yapımıza göre olasılık dışı göründüğünden– bazı şeylerin vizyonunu değiştirmeye
ve geliştirmeye yatkınlıklarının olduğunu fark eden etnologların başına geldiği gibi.
Buzzati, kendi keşifleri ya da hünerleriyle okuru yüzeysel
bir biçimde şaşırtma yolunu seçmez; buluşlarını ve sanatını oldukça canlı bir hayal dünyasıyla harmanlar ve bizleri hemen
bu dünyanın içine alır. Amacı, sanatı ve yaratıcılığı aracılığıyla
bu dünyanın iç mekanizmasını göstermek, kalbimizin derinliklerinde çalan alarmı duymamızı sağlamak ve her olayın içinde hemen anlaşılamayan, ancak gerçek ve anlamlı, gizli bir yan
bulunduğu şüphesini açığa kavuşturmaktır. Bilgi arzusundan
doğan Buzzati’nin hayal dünyası, salt vicdanla ya da gerçek
dışı durumlarla şekillenmez; onun hayal dünyası basit bir biçimde anlam ötesinin arayışı içindedir. Buzzati daima herkesin
bildiği gerçek olaylardan yola çıkar; okurdaki şaşkınlık yavaş
yavaş, neredeyse hiç farkına bile varmadan, psikolojik olarak
kabul edilebilir varsayımlarla kendini gösterir. Hikâyelerindeki
kahramanlar sıradan insanlardır; onları saran dünya fantastik
bir boyut kazandığındaysa, karakterler de varoluşun arka planındaki gizli olaylarla karşılaşıp kendilerini oldukları gibi bu
dünyaya bırakırlar. Nasıl ki sayfalarına yazılıp çizilenlerle bir
kitap kendinden bir şey kaybetmezse, insan hayatı da başa gelen olaylarla tükenip son bulmaz; bu durum tarihte de böyledir, tıpkı doğa olaylarında da olduğu gibi.
Kâinatın büyük kitabını geleneksel olarak doğru okumanın yolu budur; semboller ya da metaforlar artık salt bireysel
aklın yansımaları değil, hemen görülmesi ya da dokunulması
mümkün olmayan, ancak er ya da geç ortaya çıkacak olan gerçeğin kendisidir. Bir başka deyişle gerçek, simgesel bir değer
kazanmaktadır.
Yaratıcı hayal gücü ve bireysel sezgi aracılığıyla Buzzati bizlere, çöküş içindeki modernitenin bireyi aşağı çeken darbeleri
karşısında, varoluş sonsuzluğunun yeniden kazanılmasını sağlayabilecek ruhsal özgürlük patikalarını işaret etmektedir.
1 Dağların Adamı Bàrnabo, Çev. Elçin Kumru, Timaş Yayınları, 2010.
2 Yaşlı Ormanın Gizemi, Çev. Yelda Gürlek, Timaş Yayınları, 2014.
3 Tatar Çölü, Çev. Hülya Uğur Tanrıöver, İletişim Yayınları, 2015.
KİTAPTAN BİR ÖYKÜ
yedi kat
Giuseppe Corte bir günlük tren yolculuğunun ardından, bir
mart sabahı, ünlü sağlık merkezinin bulunduğu şehre geldi.
Biraz ateşi olmasına rağmen, istasyonla hastane arasındaki yolu
elinde küçük valiziyle yürüyerek gitmek istedi.
Hastalığı henüz başlangıç aşamasında olmasına rağmen,
sadece o hastalığın tedavi edildiği ünlü sağlık merkezine başvurması tavsiye edilmişti. Hastanede tek bir hastalığın tedavi
ediliyor olması, doktorlara bu konuda olağanüstü bir yetkinlik
veriyor ve kurumdaki işleyişin oldukça akılcı ve etkili bir şekilde gerçekleşmesini garanti ediyordu.
Giuseppe Corte hastaneyi uzaktan fark edince –bir broşürde fotoğrafını gördüğü için orası olduğunu hemen anlamıştı– çok iyi bir izlenime kapıldı. Yedi kattan oluşan beyaz bina,
biraz otel izlenimi uyandıran, düzenli girinti ve çıkıntılarla bezenmişti. Etrafıysa yüksek ağaçlarla çevriliydi.
Giuseppe Corte, kısa bir muayenenin ardından daha ayrıntılı tetkikler için yedinci, yani en üst kattaki ferah bir odaya
yerleştirildi. Mobilyalar, tıpkı halılar gibi açık renkli ve temizdi, koltuklar ahşaptı, yastıklar rengârenk kılıflarla kaplanmıştı.
Odanın penceresi şehrin en güzel mahallelerinden birine bakıyordu. Her şey sakin, rahat ve iç ferahlatıcıydı.
Giuseppe Corte hemen yatağına girdi, başucundaki gece
lambasını yaktı ve yanında getirdiği kitabı okumaya başladı.
Kısa süre sonra bir hastabakıcı gelip bir şey isteyip istemediğini
sordu.
Giuseppe Corte’nin bir isteği yoktu, ama yine de sağlık
merkeziyle ilgili şeyler sorarak genç kızla muhabbet etmek istedi. Böylece hastanenin tuhaf bir özelliğini öğrendi. Hastalar,
durumlarının ağırlığına göre binadaki katlara yerleştiriliyorlardı. Yedinci, yani en üst kat, durumu en hafif olanlar içindi.
Altıncı kat ağır olmayan, ancak yine de ihmal edilmemesi gereken hastalara ayrılmıştı. Beşinci katta durumları ciddi olan
hastalar tedavi ediliyor ve böylece en alt kata kadar gidiliyordu.
İkinci katta ağır hastalar vardı. Birinci katta ise artık ümidin
kesildiği hastalar yatıyordu.
Eşi benzeri görülmemiş bu sistem, verilen hizmeti hayli kolaylaştırmasının ötesinde, durumu hafif olan hastanın, can çekişen birinin yakınlığından rahatsız olmasını engelliyor ve her
kata eşit bir havanın hâkim olmasını sağlıyordu. Diğer taraftan, tedavi de kusursuz bir şekilde derecelendirilmiş oluyordu.
Yani hastalar, aşağı indikçe hastalık derecesinin gittikçe arttığı yedi bölüme ayrılmıştı. Her kat, kendi kuralları ve gelenekleriyle kendine has küçük bir dünya gibiydi. Her bölüm
farklı bir doktora verildiğinden, genel müdür enstitüyü tek
yöntemde birleştirmiş olsa da, tedavi yöntemleri birbirinden
farklılaşabiliyordu.
Hastabakıcı odadan çıkınca ateşinin düştüğünü sanan Giuseppe Corte, pencereye gidip dışarı baktı; ilk kez gördüğü kenti seyretmek için değil, alt katlardaki diğer hastaları görebilme
umuduyla bakmak istemişti dışarı. Binanın girintili çıkıntılı
yapısı böyle bir gözlem için elverişliydi. Giuseppe Corte bilhassa, çok uzakta izlenimi veren ve sadece yan taraftan görülebilen birinci katın pencerelerine gözlerini dikti. Ancak ilgisini
çeken hiçbir şey göremedi. Bu pencerelerin çoğu gri panjurlarla sımsıkı kapatılmıştı.
Corte, yandaki pencereden birinin kendisine baktığını fark
etti. İkisi de artan bir sempatiyle uzun uzadıya baktılar birbirlerine, sessizliği nasıl bozacaklarını bilmiyorlardı. En sonunda
Giuseppe Corte cesaretini topladı ve “Siz de mi yeni geldiniz?”
diye sordu.
“Ah, hayır,” diye yanıt verdi öteki, “iki aydır buradayım
ben…” Bir süre sustu, sonra konuşmayı nasıl devam ettireceğini bilemeyerek ekledi: “Aşağıya, kardeşime bakıyordum.”
“Kardeşinize mi?”
“Evet,” diye cevap verdi yabancı. “Hastaneye birlikte yattık,
ama tuhaf bir şekilde onun durumu hızla ağırlaştı, düşünsenize
şimdiden dördüncüde.”
“Ne dördüncüsü?”
“Dördüncü kat,” diye açıkladı adam. Bu iki kelimeyi öyle
bir acıma ve dehşet içinde söylemişti ki, Giuseppe Corte neredeyse korkuya kapılmıştı.
“Dördüncü kattakilerin durumu o kadar ağır mı?” diye sordu çekinerek.
Öteki, başını yavaşça sallayarak, “Ah Tanrım,” diye karşılık
verdi, “henüz o kadar umutsuz değiller, ama sevinilecek bir
durumları da yok.”
“Peki, o halde,” diye yine sordu Corte, kendileriyle ilgisi ol-
mayan üzücü olaylardan bahseden kişilerin umursamazlığıyla,
“dördüncü kattakilerin durumu bu kadar ciddiyse, o zaman
birinci kata kimleri yerleştiriyorlar?”
“Ah, birinci katta sadece can çekişenler var. Doktorların
artık orada yapabileceği bir şey yok. O katta çalışan tek kişi
papaz. Doğal olarak…”
Giuseppe Corte, sanki bir an önce söylediklerinin onaylanmasını ister gibi, “Birinci katta az hasta var, değil mi?” diyerek
araya girdi. “Pencerelerin hemen hemen hepsi kapalı.”
“Şu an az hasta var, ama sabah kalabalıktı,” diye cevap verdi
yabancı adam, hafif bir tebessümle. “Panjurların kapalı olduğu
yerde, az önce biri ölmüştür. Geri kalan her katta panjurların
açık olduğunu görmüyor musun?” Ardından, “Özür dilerim,”
diye ekledi, yavaşça geri çekilerek, “sanırım hava biraz soğumaya başladı. Ben gidip yatayım. Görüşmek üzere, görüşmek
üzere…”
Adam pencerenin önünden kayboldu, pencere sertçe kapandı, sonra içeride bir ışığın yandığı görüldü. Giuseppe Corte hâlâ pencerenin önünde durmuş, dikkatle birinci kattaki
kapalı panjurlara bakıyordu. Pür dikkat panjurlara bakıyor,
insanların ölümle pençeleştiği bu korkunç birinci katın kasvetli sırlarını hayal etmeye çalışıyordu; o kattan böylesine
uzak olduğunu bilmek içini rahatlatıyordu. Bu sırada, akşamın gölgeleri iniyordu kentin üzerine. Sağlık merkezinin binlerce penceresi teker teker aydınlanıyordu, uzaktan bakıldığında kutlama yapılan bir saray sanmak mümkündü burayı.
Sadece birinci kattaki, boşluğun dibindeki onlarca pencere
kör karanlıktı.
Yapılan genel sağlık taramasının sonuçları Giuseppe
Corte’nin içini rahatlatmıştı. Genellikle kötümserliğe yatkın
olduğundan ciddi bir karara içten içe kendini hazırlamıştı,
doktor onu birinci kata göndereceğini söylese buna şaşırmayacaktı. Ancak genel sağlık durumu iyi olmasına rağmen ateşi
düşmüyordu. Oysa doktor samimi, cesaretlendirici şeyler söylemişti. Söylediğine göre, bir hastalık başlangıcı vardı ama çok
hafifti; iki ya da üç haftaya kadar tamamen geçmiş olacaktı.
Bunun üzerine Giuseppe Corte, “Yani yedinci katta kalmaya devam edecek miyim?” diye sormuştu, endişeli şekilde.
“Elbette!” diye karşılık vermişti doktor, eliyle dostça sırtına
vurarak. “Nereye gideceğinizi düşünüyordunuz? Yoksa dördüncü kata mı?” diye gülmüştü, sanki en saçma ihtimali ima
edercesine.
“Böylesi daha iyi, böylesi daha iyi,” dedi Corte. “Biliyor
musunuz, insan hastalanınca aklına hep kötü şeyler geliyor…”
Giuseppe Corte gerçekten de kendisine ilk başta verilen
odada kaldı. Yerinden kalkmasına izin verilen nadir öğle sonralarında hastane arkadaşlarının bazılarıyla tanışma fırsatı yakaladı. Tedavinin gereklerini titizlikle yerine getirdi, bir an önce
iyileşmek için elinden geleni yaptı, ama yine de durumu hep
aynı gibiydi.
Yaklaşık on gün geçmişti ki yedinci katın başhemşiresi
Giuseppe Corte’nin yanına geldi. Gayet arkadaşça bir ricada
bulundu: Ertesi gün hastaneye iki çocuklu bir kadın gelecekti.
Corte’nin yanındaki iki oda boştu, ancak üçüncü bir oda yoktu. Acaba Bay Corte, aynı ferahlıkta başka bir odaya geçmeye
razı olur muydu?
Elbette Giuseppe Corte hiç zorluk çıkarmadı; bu oda ya da
başka bir oda, hepsi aynıydı onun için; hem belki bu sefer daha
hoş bir hastabakıcıya düşebilirdi.
Başhemşire hafifçe eğilerek, “Size gönülden teşekkür ederim,” dedi. “İtiraf ediyorum, sizin gibi birinin soylulara özgü
nazik davranışı beni hiç şaşırtmadı. Bir itirazınız olmazsa bir
saate kadar odanızı değiştireceğiz. Şimdi alt kata inmem gerekli,” diye ekledi alçak bir tonla, sanki çok önemsiz bir ayrıntıdan bahseder gibi. “Maalesef bu katta hiç boş oda yok.
Ama kesinlikle geçici bir süre için,” diye alelacele açıkladı,
Corte’nin birden yerinden doğrulup itiraz etmek için ağzını
açtığını görünce, “kesinlikle geçici bir çözüm. Burada bir oda
boşalır boşalmaz, sanırım iki ya da üç güne kadar, tekrar üst
kata dönebilirsiniz.”
Giuseppe Corte küçük bir çocuk olmadığını göstermek
için gülümseyerek, “Aslına bakılırsa,” dedi, “bu değişiklik pek
hoşuma gitmedi.”
“Ama bu değişikliğin herhangi bir tıbbi gerekçesi yok; neyi
kastettiğinizi çok iyi anlıyorum, iki çocuğundan ayrı kalmak
istemeyen bir kadının ricası söz konusu sadece… Lütfen,” diye
ekledi gülümseyerek, “aklınıza başka hiçbir sebep gelmesin.”
“Pekâlâ,” dedi Giuseppe Corte, “ama bu durum yine de
iyiye alamet değil gibi geliyor bana.”
Böylece Corte altıncı kata geçti, bu taşınmanın sağlık durumuyla herhangi bir ilgisinin olmadığını bilmesine rağmen,
kendisiyle sağlıklı insanların normal dünyası arasına artık net
bir engelin girdiği düşüncesiyle huzursuz hissediyordu. İlk sığındığı yer olan yedinci katta, insanlarla bir şekilde iletişimde
kalınabiliyordu; hatta o kat, alışkın olduğu dünyanın bir uzantısı sayılabilirdi. Buna karşılık, altıncı katta hastanenin kendine
özgü yapısına dahil olacaktı: Burada doktorların, hemşirelerin
ve hastaların bile düşünce yapıları hafiften değişiyordu. Buraya, durumları ciddi olmasa da gerçek hastaların alındığı kabul ediliyordu. Giuseppe Corte, yan odalardaki komşularıyla,
hastane personeliyle ve bakıcılarla yaptığı ilk konuşmalardan,
yedinci katın hasta olmayanların, başka bir ifadeyle hastalık
hastalarının eğlenmesi için ayrılmış bir yer olarak görüldüğünü
öğrenmişti; fakat altıncı kata geldiğinizde, deyim yerindeyse,
gerçekten başlıyordunuz.
Kısacası Giuseppe Corte, üst kata, hastalığının durumuna
bakıldığında olması gereken yere dönebilmek için hiç şüphesiz
bazı zorluklarla karşılaşacağını anladı; yedinci kata dönebilmek
için, çok çaba sarf etmeyecek olsa da, karmaşık bir düzeneği devreye sokması gerekiyordu; sesini çıkarmazsa, kuşkusuz
kimse onu yeniden üst kata, “neredeyse sağlıklı olanlar” katına
çıkarmayacaktı.
Giuseppe Corte bu yüzden sahip olduğu hakları göz ardı
etmemeye, alışkanlığın cazibesine kapılmamaya karar verdi.
Aynı kattaki arkadaşlarına, onlarla sadece birkaç günlüğüne bir
arada olacağını, bir kadın hastanın ricası üzerine kendi rızasıyla
bir kat aşağı indiğini ve bir oda boşalır boşalmaz tekrar üst kata
çıkacağını vurgulamaya özen gösteriyordu. Diğer hastalar onu
ilgisizce dinliyorlar, sıkılıyorlar ve söylediklerine pek inanmıyorlardı.
Giuseppe Corte’nin inancı, yeni doktorun da onayıyla iyice
pekişmiş oldu. Bu doktor da Giuseppe Corte’nin pekâlâ yedin-
ci katta kalabileceğini kabul ediyordu; hastalığının seyri ke-sinlik-le ha-fif-ti (durumun önemini belirtmek için bu sözcükleri
heceliyordu) ancak yine de onun altıncı katta daha iyi tedavi
edilebileceğini düşünüyordu.
Ne var ki hasta, “Yine aynı hikâyeleri anlatmayın bana,”
diye araya giriyordu kararlıca. “Benim yerimin yedinci kat olduğunu söylediniz, ben de yedinci kata dönmek istiyorum.”
“Kimse aksini söylemiyor zaten,” diye yanıt veriyordu doktor, “benimki sadece bir öneri, o kadar, hem de dok-tor olarak
değil, ger-çek bir ar-ka-daş olarak! Durumunuz, tekrar ediyorum, çok hafif, hatta öyle ki hasta olmadığınızı söylemek abartı
olmaz, fakat bana göre sizinkini benzer durumlardan ayıran
nokta hastalığın yayılması. Şöyle açıklayayım: Hastalığınız
kötü huylu değil, ancak çok geniş bir alana yayılmış; hücrelerin
bozulma süreci,” Giuseppe Corte hastaneye yattığından beri
bu uğursuz ifadeyi ilk kez duyuyordu, “hücrelerin bozulma süreci, eş zamanlı olarak organizmanın geniş bir bölümünü etkileyebilmesi için, kesinlikle henüz başlangıç aşamasında, hatta
daha başlamamış bile olabilir, yine de bir eğilim söz konusu
elbette, ama yalnızca bir eğilim. İşte sadece bu nedenden dolayı
bana göre burada tedavi yöntemlerinin daha özgün ve yoğun
olduğu altıncı katta daha etkili bir tedavi görebilirsiniz.”
Günlerden bir gün, sağlık merkezinin genel müdürünün
meslektaşlarıyla süren uzun çalışmaların ardından hastaların
sınıflandırılmasında bir değişiklik yapılmasına karar verdiği
haberi iletildi Corte’ye. Hastaların her birinin derecesi, deyim
yerindeyse, yarım derece kadar düşürülmüştü. Her katta hastaların, durumlarının ağırlığına göre iki kategoriye ayrıldığı
kabul edilerek (bu sınıflama sadece ilgili katın doktorları tarafından yapılıyordu) bu iki grubun alt bölümü bir kat aşağı
aktarılacaktı. Örneğin, altıncı kattaki hastaların yarısı, yani
durumları biraz daha ağır olanlar beşinci kata inmek zorunda kalacaklardı; yedinci katta bulunan durumu daha az hafif
olanlarsa altıncı kata geçecekti. Bu haber Giuseppe Corte’nin
hoşuna gitmişti, çünkü böyle bir genel taşınma esnasında, yedinci kata dönmesi epey kolay olacaktı.
Ne var ki, bu beklentisini hemşireye açtığında acı bir sürprizle karşılaştı. Yeri değişecekti, ancak yedinci kata çıkmayacak
bir alt kata inecekti. Hemşirenin nasıl açıklayacağını bilmediği
nedenlerden dolayı Corte, altıncı katın “ağır” hastaları arasında sayılmıştı, bu yüzden beşinci kata inmek zorundaydı.
İlk şaşkınlığını üzerinden attıktan sonra Giuseppe Corte
öfkeden deliye döndü; kendisini kandırdıklarını, alt katlara taşınmaktan bahsedilmesine bile tahammül edemediğini, evine
döneceğini, hakları olduğunu ve hastane yönetiminin doktorların koyduğu teşhisleri böyle görmezden gelemeyeceğini haykırdı.
Giuseppe Corte bağırmaya devam ederken onu sakinleştirmek için bir doktor geldi. Ateşinin yükselmesini istemiyorsa
sakinleşmesi gerektiğini söyledi, sonra en azından kısmen de
olsa bir yanlış anlaşılma olduğunu açıkladı. Giuseppe Corte
yedinci kata yerleştirilirse yerini bulmuş olacaktı, bunu bir
kez daha teyit etti ancak bu konuda, çok şahsi de olsa, biraz
farklı bir görüşü olduğunu da ekledi. Aslına bakılırsa hastalığının yayılmacı seyri dikkate alındığında, Corte, bir bakıma
altıncı derece de sayılabilirdi. Bununla birlikte, Corte’nin nasıl
altıncı katın ağır hastaları arasına yerleştirildiğine doktor da
bir açıklama getiremiyordu. Büyük ihtimalle, o sabah kendisine telefon edip Corte’nin durumunu soran hastane sekreteri
söylediklerini yanlış yazmıştı. Belki de hastane yönetimi, onu
alanında uzman ancak fazla hoşgörülü bir doktor olarak gördüğünden, bu husustaki kararını azıcık “kötüleştirmişti.” Sonuç olarak doktor, Corte’ye sakin olmasını, daha fazla karşı
çıkmadan yer değiştirmeyi kabul etmesini önerdi; önemli olan
hastalıktı, hastanın nerede yattığı değildi.
Tedaviye gelince –diye ekledi doktor– Giuseppe Corte’nin
yakınmasına hiç gerek yoktu. Alt kattaki doktor şüphesiz daha
deneyimliydi; aşağı doğru inildikçe doktorların hünerlerinin
arttığı, en azından hastane yönetimine göre, su götürmez bir
gerçekti. Dahası oda yine böyle rahat ve şıktı. Geniş bir manzaraya bakıyordu, fakat üçüncü kattan aşağısı, çevredeki ağaçlar
nedeniyle görünmüyordu.
Akşam olunca ateşi yükselen Giuseppe Corte, doktorun
özenli gerekçelerini gitgide artan bir yorgunlukla dinliyordu.
En sonunda, bu çirkin taşınma kararına karşı gelme gücünün
ve özellikle de isteğinin tükendiğini fark etti. Ve karşı çıkmadan, kendisini bir alt kata taşımalarına izin verdi.
Beşinci kata geldiğinde, Giuseppe Corte’nin zavallıca olsa
da tek tesellisi doktorların, hemşirelerin ve hastaların ortak görüşüyle durumunun buradaki herkesten daha hafif olduğunu
öğrenmekti. Bu katta yatarken kendini açık ara en şanslı kişi
sayabilirdi. Ancak diğer taraftan, kendisiyle normal insanların
dünyası arasına tam olarak iki engelin girmiş olduğu düşüncesi
onu için için huzursuz ediyordu.
Bahar devam ederken hava da gitgide ısınmıştı, fakat Giuseppe Corte ilk günlerdeki gibi pencereden dışarı bakmaktan
hoşlanmıyordu artık; böylesi bir korku tamamen saçmalık olsa
da, artık iyice yaklaştığı, pencereleri sımsıkı kapalı birinci katı
görünce tuhaf bir ürpertinin birden tüm bedenini sardığını
hissediyordu.
Hastalığında herhangi bir değişiklik yok gibiydi. Ancak
beşinci katta üç gün kaldıktan sonra, sağ bacağında egzama
çıktı, ilerleyen günlerde de iyileşmedi. Önceki hastalığından
–dedi doktor– tamamen farklı bir illetti bu; dünyadaki en
sağlıklı insanda bile görülebilirdi. Hastalığı birkaç gün içinde alt edebilmesi için yoğun bir gama ışını tedavisi görmesi
gerekiyordu.
“Gama ışını tedavisi burada yapılamaz mı?” diye sordu Giuseppe Corte.
“Elbette,” diye karşılık verdi doktor, gayet memnun halde,
“hastanemizde her şey mevcut. Fakat tek bir sıkıntı olabilir…”
“Nedir?” diye sordu Corte, belirsiz bir önseziyle.
“Sıkıntıyı lafın gelişi söyledim,” diye düzeltti doktor, “söylemeye çalıştığım, ışın tedavisi cihazları sadece dördüncü katta
var, günde üç kez oraya inip çıkmanızı hiç tavsiye etmem.”
“O zaman tedavi göremeyecek miyim?”
“Bu durumda yapılacak en iyi şey, egzamanız geçinceye kadar dördüncü kata inmeyi kabul etmeniz.”
“Yeter!” diye öfkeyle haykırdı Giuseppe Corte. “Yeterince
indim zaten aşağıya! Gebersem de dördüncü kata gitmeyeceğim!”
Doktor, onu daha fazla sinirlendirmemek için sakin bir
sesle, “Nasıl isterseniz,” dedi, “ama tedavinizi üstlenen doktor
olarak, günde üç kez aşağı inip çıkmanızı korkarım yasaklamak
zorundayım.”
İşin kötü tarafı, iyileşmek şöyle dursun egzama gittikçe yayılıyordu. Giuseppe Corte rahat edemiyor, yatağında sürekli
dönüp duruyordu. Bu şekilde öfkeyle üç gün geçirdikten sonra, sonunda söylenenlere razı oldu. Kendiliğinden gidip doktordan ışın tedavisinin uygulamasını ve alt kata götürülmesini
talep etti.
Aşağı katta Corte, dışarı yansıtamadığı bir zevkle, herkesten farklı olduğunu gördü. Bölümdeki diğer hastaların durumu kesinlikle çok daha ciddiydi, yataklarından bir dakikalığına bile çıkamıyorlardı. Oysa Corte, hemşirelerin iltifatları ve
şaşkınlıkları arasında, kendi odasından çıkıp ışın odasına kadar
yürüyerek gitme lüksüne sahipti.
Durumunun son derece özel olduğunu yeni doktora ısrarla
vurguladı. Sonuçta yedinci katı hak eden ama dördüncü katta
yatan bir hastaydı. Yara geçer geçmez de tekrar üst kata çıkmak
istiyordu. Başka hiçbir yeni bahaneyi kabul etmeyecekti asla.
Kurallar gereği yedinci katta bulunması gerekiyordu.
O sırada muayenesini bitiren doktor, “Demek yedinci kat,”
dedi gülümseyerek. “Siz hastalar hep abartırsınız zaten! Halinize şükretmenizi ilk ben söyleyeyim o zaman; klinik çizelgeden
anlaşıldığına göre hastalığınızın seyrinde büyük bir kötüleme
olmamış. Ancak bu durumunuzla, yedinci kattan söz etmek
arasında –samimiyetimden dolayı beni bağışlayın– oldukça
büyük bir fark var! Sağlığı en az kaygı verici olanlardan birisiniz, bunu kabul ediyorum, ama yine de hastasınız!”
“Tamam, peki,” dedi Giuseppe Corte, “o zaman siz beni
hangi kata koyardınız?”
“Bunu söylemek o kadar kolay değil, çok kısa muayene ettim, karar verebilmek için en az bir hafta sizi izlemem gerekli.”
“Yine de,” diye ısrar etti Corte, “az çok bir fikriniz vardır.”
Doktor onu rahatlatmak için dikkatle düşünüyormuş gibi
yaptı bir an, sonra başını sallayarak yavaşça şöyle dedi: “Doğrusu, sizi memnun etmek için bir şey söylüyorum, pekâlâ, sizi
altıncı kata koyabiliriz! Evet, aynen öyle!” diye ekledi, kendini
de ikna etmek istercesine. “Altıncı kat gayet uygun olabilir.”
Böylece doktor, hastayı rahatlattığını sandı. Oysa Giuseppe
Corte’nin yüzünde bir şaşkınlık ifadesi belirmişti; son katlardaki doktorların kendisini kandırdıklarını anlamıştı; daha yetenekli ve daha dürüst olduğu anlaşılan bu yeni doktor içinden
–belli ki– onu yedinci kata değil, beşinci kata ve hatta belki bu
katın da alt bölümlerine yerleştiriyordu! Bu beklenmedik hayal
kırıklığı Corte’yi afallatmış, o gece ateşi hayli yükselmişti.
Giuseppe Corte, hastaneye yattığından beri en rahat dönemini dördüncü katta geçirdi. Doktoru son derece içten, titiz ve
kibardı; saatlerce sadece havadan sudan konuşmak için bile sık
sık yanına uğruyordu. Giuseppe Corte de onunla seve seve gevezelik ediyor, avukatlık yaptığı yıllardan ve hayatından bahsediyordu. Hâlâ sağlıklı insanlardan biri olduğuna, iş dünyasıyla
bağını koruduğuna ve gerçekten toplumsal olaylarla ilgilendiğine ikna etmeye çalışıyordu kendini. Ne var ki, başaramıyordu. Konuşulan konu dönüp dolaşıp yine hastalığına geliyordu.
Küçük de olsa iyileşme arzusu Giuseppe Corte’de neredeyse
saplantıya dönüşmüştü. Gama ışınları her ne kadar egzama-
nın yayılmasını engellemiş olsa da, hastalığı tamamen ortadan
kaldırmaya yeterli olmamıştı. Giuseppe Corte bunu doktorla
her sabah uzun uzadıya konuşuyordu. Bu sohbetler sırasında
güçlü durmaya, hatta alaycı bir tavır takınmaya çalışıyor, fakat
başaramıyordu.
“Söyleyin bana, doktor,” dedi bir gün, “hücrelerimin bozulma süreci ne durumda?”
Doktor, “Ah, ne biçim sözler bunlar!” diyerek şakacı bir tavırla azarladı onu. “Nereden öğrendiniz bunları? Hiç yakışmıyor, hiç yakışmıyor, hele bir hastaya hiç! Bir daha sizden böyle
sözler duymak istemiyorum.”
Corte, “Tamam, ama,” diye direndi, “soruma cevap vermediniz.”
“Peki, hemen vereyim,” dedi doktor kibarca. “Sizin ürkütücü ifadenizle yanıt vermek gerekirse, hücrelerinizin bozulma
süreci en az düzeyde. Ancak belirtmeliyim ki inatçı.”
“İnatçı mı? Yani kronik mi demek istiyorsunuz?”
“Söylemediğim şeyleri söyletmeye çalışmayın bana. Sadece
inatçı demek istiyorum. Zaten hastaların çoğu bu durumda.
Oldukça hafif vakalar bile genellikle etkin ve uzun bir tedavi
süreci gerektirir.”
“Peki, ne zaman kendimi daha iyi hissedeceğim, doktor?”
“Ne zaman mı? Bu tür vakalarda bir öngörüde bulunmak
epey güç… Ama dinleyin,” diye ekledi, biraz düşündükten sonra, “görüyorum ki iyileşme konusunu tam bir saplantı haline
getirmişsiniz… Sizi kızdırmayacağımı bilsem ne öneririm biliyor musunuz?”
“Söyleyin lütfen doktor…”
“Durumu gayet açık ifade edeceğim, o halde. Ben bu hastalığın en hafif haline bile yakalanmış olsaydım ve bu alandaki belki de en iyi yere, bu sağlık merkezine gelseydim, daha
ilk günden itibaren, anlıyor musunuz, ilk günden itibaren
en alt katlardan birine yatmaya çalışırdım. Hatta direkt olarak…”
“Birinci kata mı yatardınız?” dedi Corte, zoraki bir tebessümle.
“Ah, hayır,” diye alaycı bir yanıt verdi doktor, “birinci kata
yatmazdım! Ama üçüncü hatta ikinci kata yatardım. İnanın
bana, alt katlarda tedavi çok daha iyi, oradaki sağlık teçhizatı
neredeyse eksiksiz ve modern, personel daha uzman. Bu hastane kimin, biliyor musunuz?”
“Profesör Dati’nin değil mi?”
“Aynen öyle, Profesör Dati’nin. Burada uygulanan tedavinin mucidi odur, bütün tesisi o tasarladı. Buna rağmen, kendisi, yani hepimizin üstadı Dati, birinci katla ikinci kat arasında ikamet eder. Yönetici gücünü oradan gösterir. Ancak size
garanti ederim, etkisi üçüncü katın ötesine ulaşmaz, oradan
ötesinde emirleri sanki un ufak olur, etkisini yitirir, yön değiştirir; hastanenin kalbi alttadır ve en iyi tedavi için de alt katta
olmak gerekir.
“O halde,” dedi Corte, titreyen bir sesle, “bana tavsiye ettiğiniz şey…”
“Eklemek istediğim bir şey daha var,” diye devam etti doktor, aldırmadan, “sizin özel bir durumunuz olduğunu ve hatta
taburcu bile edilebileceğinizi eklemek istiyorum. Gayet önemsiz bir şey, ama elbette can sıkıcı, hatta zamanla ‘moralinizi’
de bozabilir; biliyorsunuz ki iyileşmek için ruh sağlığı oldukça
önemli. Size uyguladığım ışın tedavisi yarı yarıya başarılı oldu.
Neden? Belki tamamen tesadüf eseri böyle olmuştur, belki de
ışınlar yeterince yoğun olmadığı için. Buna karşın, üçüncü
katın ışın teçhizatı çok daha güçlü. Egzamanızın o teçhizatla iyileşme ihtimali çok daha yüksek. İyileşmeye başladığınız
anda, en zor süreci atlattınız demektir. Yukarıya doğru çıkmaya başlayınca artık geri dönmek zorlaşır. Kendinizi gerçekten
iyi hissettiğinizde, buradan yukarıya çıkmanıza kimse engel
olamayacak, ‘hak ettiğiniz’ şekilde beşinci, hatta altıncı ve yedinci kata bile çıkabileceksiniz…”
“Sizce bu iyileşmemi hızlandırır mı?”
“Hiç şüphe yok. Sizin yerinizde olsam ne yapacağımı söyledim sadece.”
Doktor her gün gelip Giuseppe Corte’ye bu tür konuşmalar yapıyordu. En sonunda egzamanın verdiği sıkıntılardan
yorgun düşen hasta, içgüdüsel olarak isteksiz de olsa doktorun
tavsiyesine uymaya karar verdi ve bir alt kata taşındı.
Corte üçüncü kata inince, burada durumu daha endişe verici hastaların tedavi ediliyor olmasına karşın, hem bölümdeki
doktorların hem de hemşirelerin çok daha neşeli olduklarını
fark etti hemen. Hatta bu neşenin her geçen gün daha da arttığını gördü; meraklandı ve hemşireyle biraz arkadaşlık kurunca
herkesin nasıl bu kadar neşeli olabildiğini sordu.
“Ah, siz bilmiyor musunuz?” diye cevap verdi hemşire, “üç
gün sonra izne çıkıyoruz.”
“İzne mi çıkıyorsunuz?”
“Evet. Üçüncü kat on beş günlüğüne kapatılacak, personel
de gidecek. Her kat sırayla izne gider.”
“Peki ya hastalar? Onları ne yapıyorsunuz?”
“Hasta sayısı az olduğu için iki katı birleştiriyoruz.”
“Nasıl yani? Üçüncü katla dördüncü katın hastalarını mı
birleştiriyorsunuz?”
“Hayır, hayır,” diye düzeltti hemşire, “üçüncü katla ikinci
katı birleştiriyoruz. Buradakiler bir alt kata inecekler.”
“İkinci kata inilecek yani?” dedi Giuseppe Corte, yüzü ölü
gibi bembeyaz kesilmişti. “Ben de mi ikinci kata inmek zorundayım?”
“Elbette. Bunda tuhaf olan ne var ki? On beş gün sonra
döndüğümüzde, tekrar bu odaya geleceksiniz. Bence bunda
korkacak hiçbir şey yok.”
Oysa Giuseppe Corte’yi –gizemli bir önsezi onu uyarıyordu– acımasız bir korku almıştı. Madem personelin izne çıkmasını engelleyemezdi, bu durumda daha yoğun ışın tedavisinin
iyi geleceğine inanarak –egzaması neredeyse tamamen geçmişti– taşınma işine karşı çıkmaya cesaret edemedi. Gelgelelim,
hemşirelerin dalga geçmesine aldırış etmeyerek yeni odasının
kapısına, “Giuseppe Corte, üçüncü kat hastası, geçici oda,”
yazılı bir levha asılmasını istedi. Sağlık merkezinde daha önce
böyle bir şey yapılmamıştı, fakat doktorlar, Corte gibi sinirli
biri için küçücük bir engellemenin bile büyük sarsıntılara yol
açabileceğini düşünerek bu duruma itiraz etmedi.
Aslında sadece on beş gün beklemek söz konusuydu, ne bir
gün fazla ne bir gün eksik. Giuseppe Corte, saatlerce hareketsiz
yatarak, gözlerini eşyalara dikip inatçı bir açgözlülükle sayıyor-
du günleri; ikinci katın eşyaları üst kattaki gibi modern ve sevimli değildi, buradaki her şeyin boyutu daha büyük, çizgileri
daha ciddi ve keskindi. Ara sıra kulak kesiliyordu, çünkü bir
alt kattan, can çekişenlerin katından, ölüme “mahkûmlar”ın
bölümünden, belli belirsiz can çekişme hırıltıları duyar gibi
oluyordu.
Elbette tüm bunlar cesaretini kırıyordu. İç huzurunun azalması adeta hastalığını artırıyor, ateşi yükseliyor, günden güne
bitkin hissediyordu. Pencereden –yazın ortasına gelindiğinden
artık pencereler hep açık tutuluyordu– şehrin ne çatıları ne de
evleri görülebiliyordu, sadece hastaneyi çevreleyen ağaçlardan
oluşan yeşil duvar vardı.
Yedi gün sonra, bir öğleden sonra saat ikiye doğru, ansızın
başhemşire ve üç hastabakıcı girdi içeri. Yanlarında getirdikleri
sedyeyi iterek, “Gitmeye hazır mıyız bakalım?” diye sordu başhemşire, neşeli bir tavırla.
“Gitmeye mi?” dedi Giuseppe Corte, boğuk bir sesle, “şaka
mı yine bu? Üçüncü kattakiler haftaya dönmüyor mu?”
“Ne üçüncü katı?” dedi başhemşire, anlamamış gibi. “Sizi
birinci kata götürmem söylendi bana, bakın işte.” Alt kata götürülmesiyle ilgili, bizzat Profesör Dati tarafından imzalanmış
bir belge gösterdi.
Bunun üzerine Giuseppe Corte’nin cehennemi andıran
korkusu, öfkesi açığa çıktı; hiddetli haykırışları bütün bölümü çınlattı. Hemşireler, “Sakin olun, lütfen sakin olun!” diye
yalvardılar, “burada durumu iyi olmayan hastalar var!” Ancak
Corte’nin öfkesi bir türlü yatışmıyordu.
En sonunda o bölümü yöneten doktor koşup geldi, son
derece kibar ve saygılı biriydi. Durumu öğrendi, belgeye baktı ve Corte’yi dinledi. Sonra kızarak başhemşireye döndü, bir
yanlışlık yaptıklarını, kendisinin böyle bir emir vermediğini
söyledi, bir süreden beri hastanede inanılmaz bir karışıklık vardı zaten, hiçbir konu hakkında bilgi verilmiyordu kendisine…
Personele gerekli şeyleri söyledikten sonra, nazikçe hastaya dönüp yürekten özür diledi.
“Ancak maalesef,” diye ekledi doktor, “maalesef Profesör
Dati bir saat önce kısa süreliğine buradan ayrıldı, iki gün sonra
dönecek. Son derece üzgünüm, ama onun emirlerini göz ardı
edemeyiz. Eminim, bu işe en çok o üzülecek… Olacak hata
değil! Nasıl olmuş, anlamıyorum!”
Giuseppe Corte acınacak bir şekilde titremeye başlamıştı.
Kendine hâkim olma yeteneğini büsbütün yitirmişti. Bir çocuk gibi korkuya yenik düşmüştü. Ağır, umutsuz hıçkırıkları
odada çınlıyordu.
Corte böylece, o uğursuz yanlışlık sonucu son durağa gelmiş oldu. Hastalığının seyrine göre, en sert doktorların bile yedinci olmasa da rahatlıkla altıncı kata verilebileceği kanısında
olmalarına rağmen, şimdi can çekişenlerin katındaydı! Durum
o kadar gülünçtü ki bazen Giuseppe Corte’nin içinden kahkahalara boğulmak geliyordu.
Sıcak öğleden sonra yavaş yavaş şehri terk ederken, Corte
yatağına uzanmış, sterilize edilmiş absürd levhalardan, cehennemi andıran buz gibi koridorlardan ve ruhsuz bembeyaz insan suretlerinden oluşan gerçekdışı bir dünyaya geldiğini düşünerek, pencereden ağaçların yeşilliğini izliyordu. Pencereden
gördüğünü sandığı ağaçların bile gerçek olmayabileceği geldi
aklına; hatta yaprakların hiç kıpırdamadığını görünce buna
iyice ikna oldu.
Bu düşünce onu öyle rahatsız etmişti ki, zili çalıp hemşireyi çağırdı, yatarken kullanmadığı miyop gözlüklerini istedi
ve ancak o zaman biraz sakinleşebildi: Merceklerin yardımıyla,
dışarıdakilerin gerçek ağaçlar olduğunu ve yapraklarının hafif
de olsa ara sıra rüzgârdan kıpırdadığını gördü.
Hemşire odadan çıkınca on beş dakika boyunca sessizlik
oldu. Altı kat, altı korkunç duvar, resmi bir yanlışlık sonucu
da olsa, acımasız ağırlığıyla Giuseppe Corte’ye hükmediyordu şimdi. Kim bilir kaç yılda, evet artık yılları hesaba katmak
gerekiyordu şimdi, kaç yılda bu dik ve sarp kayalığın tepesine
tırmanmayı başarabilecekti?
Ama oda neden böyle birdenbire kararmıştı? Daha öğle sonrasıydı. Tuhaf bir halsizliğin tüm bedenini sardığını hisseden
Giuseppe Corte, büyük bir gayretle yatağın başucunda duran
komodinin üzerindeki saate baktı. Üç buçuğu gösteriyordu.
Başını diğer yana çevirdi ve panjurların, gizemli bir emre itaat
ederek yavaş yavaş indiğini, ışığın yolunu kapattığını gördü.
KÜNYE
Yedi Ulak
Dino Buzzati
Çevirmen: Parlak Temel
Editör: Şirin Etik
Yayınevi : DeliDolu
İÇİNDEKİLER
Önsöz
Yedi Ulak
Büyük Kervana Baskın
Yedi Kat
Güneyin Gölgesi
Yine de Kapıyı Çalıyorlar
Askeri Zarafet
Nehirde Fırtına
Havaya Giren Adam
Tebligat
Cèvere
Pelerin
Ejderhanın Öldürülmesi
C ile Başlayan Bir Şey
Gece Sancısı
Acı Yalan
Gece Bastırdığında
Yaşlı Yabandomuzu
Ölümcül Günah
Her Gece
Kronoloji
Kaynakça
Dino Buzzati
İtalyan yazar, ressam, şair, gazeteci Dino Buzzati Venedikli bir
ailenin ikinci çocuğu olarak Belluno’da doğdu. Varlıklı bir ailede
yetişti. Daha sonra Milano’ya taşındı ve eğitimine burada devam
etti. Milano Üniversitesi’nde hukuk okuduktan sonra Corriere della
Sera gazetesinde çalışmaya başladı, hayatının sonuna dek burada
görev yaptı. Çok yönlü bir insan olan Buzzati birçok edebiyat
metni kaleme aldı ve eserleri pek çok farklı dile çevrildi. En önemli
yapıtı sayılan Tatar Çölü’yle (1940) dünya edebiyatında önemli bir
yer edindi. Roman, Le Monde’un “Yüzyılın Yüz Romanı” listesine
girdi. Dağların Adamı Bàrnabo, Yaşlı Ormanın Gizemi, Tatar Çölü
ve Bir Aşk adlı romanları filme uyarlandı. 1958 yılında, toplu
öykülerinin yer aldığı kitapla, İtalya’nın en önemli edebiyat ödülü
Strega’yı; 1970 yılında ise Ay’a ilk ayak basan insan hakkında
kaleme aldığı makalesiyle Mario Massai Gazetecilik Ödülü’nü aldı.
Ressam kişiliğiyle de öne çıkan Buzzati çeşitli sergiler düzenleyip
illüstrasyonlar yaptı.
Özge Parlak Temel
1981 yılında Ankara’da doğdu. Ankara Üniversitesi İtalyan Dili
ve Edebiyatı Anabilim Dalı’nı birincilikle bitirdi. Siena ve Perugia
Yabancılar Üniversitesi ile Milano Katolik Üniversitesi’nde İtalyan
Dili ve Kültürü üzerine eğitim gördü. Yüksek lisans ve doktora
eğitimini Ankara Üniversitesi İtalyan Dili ve Edebiyatı Anabilim
Dalı’nda tamamladı. Dante Alighieri’nin İlahi Komedya’sı ile
Giuseppe Tomasi di Lampedusa’nın Leopar’ı üzerine makaleler
yayımladı. Ankara Üniversitesi Türkçe ve Yabancı Dil Araştırma ve
Uygulama Merkezi’nde başladığı çalışma hayatına, 2005 yılından
bu yana Hacettepe Üniversitesi’nde devam etmektedir