YILMAZ GÜNEY: sahip çıkamadığımız büyük miras? – Zahit Atam

Sürü filminin senaryosunu okumak gerçekten büyük bir enerji ve sabır gerektiriyor. Çünkü Yılmaz Güney?in 1978 ve 1981 arasındaki üç senaryosunun özelliği çatışmanın ve çelişkinin dibine vurmasıdır. Her sekans, hatta her bir plan yeni bir çatışmaya, yeni bir ruhsal gerilime bizi tanıklığa çağırmaktadır. Her sekansın kendi içinde çatışmalı bir enerjisi var, siz o enerjiyi kendi varlığınızdan bulmalısınız, anlamak için kişinin ruhunun derinliklerine indiğinizde derin bir açmazla karşılaşıyorsunuz ve o da sizi tüketiyor. Hatta bu filmleri seyretmek bile enerji isteyen ve kişiyi huzursuz eden, geren, dahası arkasında bırakmak isteyeceği bir yapıya sahip.

1979 yılında Berlin?de Sürü?yü seyreden bir Alman ile 2008 yılında İstanbul?daki Nazım Hikmet Kültür Merkezinin bahçesinde konuşmuştum. Berlin?de seyrettiğini, filmin duygusunu çok net hatırladığını söyledi, aradan 30 yıl geçmişti, filmi iyi hatırlıyordu. Ama şimdi tekrar o filmi seyredecek kadar güçlü değildi. Eczacıymış, kendine ait eczanesi varmış, hızlı sosyal yaşam nedeniyle iflas etmiş, şimdi Türkiye?de hayatını müzikten kazanıyordu, zar zor da olsa. Muhtemelen post-68 darbesiyle hayatı alt-üst olmuş ve elbette 68?i fazlasıyla ciddiye alıp etkilenmiş birisi olmalıydı.

Yaklaşık 30 yıl önce filmi seyrederken hissettikleri bu konuşmada yüzüne yansımıştı, duygusu hala canlıydı. Evet, Yılmaz Güney?i seyretmek için güçlü olmak gerekir, o acılara katlanacak, duyumsayacak ve kendinizle yüzleşecek kadar güçlü. Metinlerin samimiyetinden ve sahiciliğinden olsa gerek, sizi yüzleşmeye ve kendiniz üzerine düşünmeye ve hatta içinize gömülmeye davet etmeleridir.

Sürü, Düşman ve Yol, yıllanmış, allanmış pullanmış oryantalistleri memnun edecek halılar değildir, yüreğinizde yer açmadığınızda ve acıların diyarından geçmediğinizde, size hiçbir şey söylemeyecek, hatta yabancılaştıracak filmler. Güney, size en yıkıntı hallerde yaşayan karakterleri öylesine içten anlatır ki gerçekliği yok sayamazsınız, gerçeklik en çıplak haliyle karşımıza çıkarılır. Ben bazı insanlar biliyorum, bu filmleri seyrederken kendi sosyalist kimlikleri yıprandığı için yabancılaşan, propaganda yapıyor diyen, hatta gördüğü acı olaylar, karakterler, durumlar için alay ederek baş etmeye çalışan insanlar, bu da bir tepkidir, sonuçta adam kendini reddetmiş ve filmi yadsıyamamış, kendi geçmişiyle alay ediyor.

Herhalde Yılmaz Güney acının sınırlarını göstererek film yapılabileceğini ve bunun insan kalbinde ne kadar derin tesirleri olabileceğini araştırmak istiyordu. Kan kusan Türkiye toprağına ağıt gibidir bu filmler.
O insanların yüzünde, hareketlerinde, ruhunda derin bir tükenmenin izlerini görürüz, o kadar içeriden çökmüştür ki karakterimiz dış dünyadaki çatışmalar karşısında metanetli değil, tepkisiz olmak için çırpınır. Dış dünyadaki fırtınalar o kişinin içindekinin yanında hafif kalmaktadır.

?ne diye çıkıp dövüşeyim, Troya surlarının dışında,
içimde böylesine amansız fırtınalar devam ederken??

BU FİLMLER KİMİN?
Yılmaz Abi yurtdışına çıktıktan ve özellikle de vefat ettikten sonra, bir miras kavgası çıktı: bu filmler yönetenlerin mi yoksa Yılmaz Güney?in miydi? Hapishaneden film yönetilebilir miydi? Yılmaz Güney, Zeki Ökten ve Şerif Gören?in emeklerini, yeteneklerini kendi kanalına taşımış, onlarınkini belirsizleştirmiş miydi?
Gerçek şudur, kim ne derse desin, bu üç filmin üçünün de yönetmenliği zaten parlak değildir. Bu çok açık, milletin dediğine bakmayın siz, ben açıkça iddia ediyorum, sinema sanatı açısından bakıldığında, Sürü/ Düşman ve Yol iyi yönetilmiş filmler değildir.

Bu filmleri taşıyan metinlerdir, daha da önemlisi, bu üç filmin üçü de aynı zamanda Şerif Gören ve Zeki Ökten?in sahip olamayacağı, yazamayacağı, daha da önemlisi metni kendi başlarına çözemeyeceği denli karmaşık filmlerdir. Her iki yönetmene de metinler çıplak olarak verilse, bu metinleri sinemasallaştıramaz ve öyküye yönelirlerdi. Oysa bu üç filmin de kritik özelliği nedir?

Bu üç filmin içinde de öykü vardır, ama bu üç filmde birer öykü sinemasından oluşmaz. Daha da önemlisi, bu üç filmin üçü de zamanın akışını, hayatın içinden çekilmiş görüntüleri ve öykünün dışına taşan özellikleri o kadar bilinçli kullanır ki bu filmler birer görsel-sosyal-olgu tespit etme çalışması gibidir. İnsanların çoğu bilmez, ama metinlerde o sosyal anlarında sahneleri yazılmıştır. Mesela Yol?da Diyarbakır?da 6-7 yaşlarında sigara içen çocukların sahnesi metinde yazılmıştır, doğaçlama çekilmemiştir. Hatta daha da önemlisi, bu üç filmin üçünü de ayakta tutan, tek başına hikâyeleri değil, bizzat bu sosyal dokuyu resmeden yönleridir, bu açıdan bu sosyal doku üzerine eğilmeyi bir kenara bırakırsınız, üç filmin üçünün de hikâyesi ayakta kalamaz, hatta inandırıcılık sorunları yaşar. Eğer gerek Zeki Ökten gerekse Şerif Gören kendi yönettikleri filmlerde bir sosyal dokuyu canlı olarak resmetmek açısından bu kadar başarısız ve sıradan eserleri Yılmaz Güney?den sonra yıllarca yönetmişlerse, o zaman hangi filmi ne kadar sahipleneceklerine bizzat bu olgudan yola çıkarak karar versinler.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir